“YALNIZLAR KULÜBÜ”NDE KURSİYER OLMAK
“Ne kadar
açıksın?”
Yazan & Yöneten: Sami Berat Marçalı
Dekor & Işık: Sami Berat Marçalı
Oynayanlar: Hasibe Eren (Demet), Heves Duygu Tüzün
(Emel), Tevfik Şahin (Nazım), Bedir Bedir (Mehmet), Pınar Çağlar Gençtürk
(Buse), Güçlü Yalçıner (Kerem)
“Dün akşam bir kursa katıldım hayat ritmimi bulmaya
çalışmak için, zor olsa da derin derin nefes aldım, ne yaşadımsa unutmaya ve
kendimden uzağa yollamaya çalıştım ama asıl amacım yalnızlığımı bir kenara
koyup, yeni şeyler öğrenmekti.” Bu sözüm kurs-oyundan öğrendiklerim. Diğer
kursiyerler ne öğrendi, nasıl algıladı bilemem ama “Yalnızlar Kulübü” beni hem
keyiflendirdi hem de keyiflendirmekten de öte, 21.yüzyıl metropol insanı
yalnızlıkları üzerine derin bir sorguya çektirdi.
Neden o kurstaydım? Kursları ilgi alanıma girdikleri
sürece severdim, evet bu kurs, ilgi alanıma giriyordu, hem de hepimizin
yakından tanıdığı bir konu olunca: Yalnızlık, daha doğrusu “metropol
yalnızlığı.” Hep bir yerlere koşturduğumuz, geç kaldığımız, trafiğe
yakalandığımız, birilerini ihmal ettiğimiz, birilerine fazla değer verdiğimiz
hayatlar yaşıyoruz İstanbul’da. Bu durum diğer kentlerde böyle midir
bilmiyorum, elbette her kentin yalnızlığı başkadır, ama zannediyorum
“İstanbul’da yalnız olmak” fazlasıyla
zor ve karmaşık bir durum. Peki, kurslar bu yalnızlığı aşmaya yardımcı
olabilecek mi? Bu elbette kişiden kişiye göre değişir, sizin ne almak
istediğinizle ilgilidir ama son derece gerçekçi bir karakter olan Demet
Sağlam’ın kursunun ne kadar başarılı olduğu sorusunu oyunu izlemenizi tavsiye
ettiğim için burada yanıtlamıyorum.
Beni oyunda en çok düşündüren soru “ne kadar açığız”
sorusu oldu. Değil karşımızdakilere, kendimize karşı ne kadar açığız? Açık mıyız, değil miyiz? Farkında mıyız?
Bundan ne anlıyoruz? Açık olursak, bizim zararımıza mı olur kârımıza mı? Bir
insana dair ne düşünüyorsak, bunu ona karşı açık açık söylemeli miyiz? Ya da
kendimizi açık açık belli etmeli miyiz? Bu bir artı mıdır eksi mi? “Yapa yapa”
açılır mıyız yoksa? Bu kapalılık mıdır yalnızlığa iten bizleri? Peki, yalnızlık
bir seçim midir, yoksa kader mi? Bunu biz mi belirleriz toplum mu? Ya da
karşılıklı mı? Elbette, bu soruların Türkiye’de, özellikle de İstanbul’da, çok
çeşitli yanıtları var. Benim için “açık olmak”, önce kendimle barışık olmak
anlamına geliyor ve buradan hareketle de çevremle barışabiliyorum. Tabi ki
fazla açık olup da ritm kaçırmanın da manası yok. Yalnızlık ve beraberlik, bir
terazide zor dengelenen ağırlıklar çünkü…
Oyunda sevdiğim bir diğer özellik ise, yerli öğelere
yer verilmesi. Örneğin, Taksim’den bahsedilmesi, Barbaros Bulvarındaki
trafikten bahsedilmesi. Bunların İstanbul yalnızlığının birer parçası olduğunu
düşünüyorum, özellikle de Taksim’in…
Gelelim oyunculuk ve karakterlere, Demet Sağlam, az
önce de bahsettiğim gibi son derece gerçekçi bir karakter. Hatta son zamanlarda
izlediğim yerli yazar oyunlarında karşıma çıkan en “kanlı canlı” karakter diyebilirim. Çoğumuz onu çok iyi
tanıyoruz esasında, mimikleri, jestleri, tepkileri hepimizin bugüne kadar
muhakkak en az birkaç kere karşılaştığı bir insanınkilerle aynı. Hasibe Eren,
rolünü başarıyla yansıtmış, Demet Sağlam’ın kendinden emin görünen ama aslında
ikilemli, düşünceli ve yalnız halini başarıyla vermiş. Kendisini daha önce
Şehir Tiyatroları’nda Arzunun Onda Dokuzu ve Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’da
izlemiştim ve kendisine dair olumlu bir gözlemim de her oyunda değişik bir
biçimde karşıma çıkması. Tabi ki burada fiziksel bir değişim değil söz ettiğim,
oyunculuk adına her karakteri başarıyla yansıttığını düşünüyorum. Demet
Sağlam’ın son derece gerçekçi bir karakter olduğunu söyledim ama diğer
karakterlerin de bizlere uzak olduğunu düşünmeyin, inanın hepsi Türkiyeli,
İstanbullu karakterler. Disosya’da
izlediğim ve yine bu oyunda Disosyadakine göre çok başka karakterleri başarıyla
oynayan Pınar Çağlar Gençtürk (bence iki oyundaki performansını da görmeniz
lazım, Disosya’nın yorumunu yazmıştım ancak iki oyundaki mimik ve tavırları
birbirinden o kadar farklı ki... Bunun da bir oyuncu için en önemli özellik
olduğunu düşünüyorum. Farklı farklı karakterleri kendini hiç tekrar etmeden
verebilmek… Özellikle kurstan çıktıktan sonraki tiradı bence bu oyundaki en
etkileyici sahnesiydi. Komik olduğu kadar acıklı bir sahneydi oynadığı ve
dengeyi çok iyi tutturmuştu, oyundan aklımda kalan önemli sahnelerden biridir)
ve Güçlü Yalçıner (öncelikle ses tonunun çok etkileyici olduğunu söylemeliyim.
Ayrıca oyundaki karakterinin kıskançlığını, sinirli hallerini başarıyla
yansıttığını düşünüyorum. Türk toplumunda sıklıkla karşılaşabileceğimiz bir
karakter Kerem), geçen sezon izlediğim en etkileyici oyunlardan biri olan Limonata’da
izlediğim ve o oyundaki performansından etkilendiğim Tevfik Şahin, bu oyunda Türk
toplumunda sıklıkla karşılaşabileceğimiz bir karakteri, Nazım’ı, canlandırıyor.
Nazım, kendini “çok açmayan” , seyircinin kafasında soru işaretleri uyandıran bir
karakter. ( Bu noktada bir konuyu belirtmeliyim, oyunun yazarı Sami Berat
Marçalı, kursiyerlerin geçmişlerini derinlemesine vermiyor-ki oyunu alışılmadık
yapan bir özellik bu-, elbette onların hayatlarının bir bölümüne tanıklık
ediyoruz, havada kalan bir kısım olmuyor, sadece onların hikâyelerini biz
düşünüyoruz, bize düşünme payı bırakması da oyunun önemli bulduğum bir diğer
noktası. Oyunun en karanlık, kendini belli etmeyen karakteri de Nazım) Bunun
bir oyuncu için zorlu bir özellik olduğunu tahmin ediyorum ama Şahin, bazen çekingenliğiyle,
bazen kızgınlığıyla bizlere Nazım’ı yaşatıyor. Yine Limonata’daki kısa ama
akılda kalıcı rolüyle hatırladığım Heves Duygu Tüzün ise, bu oyunda Emel
karakteriyle karşımızda. Kerem nasıl aşk ilişkisinin maskülen tarafını
simgeliyorsa, Emel de feminen tarafını simgeliyor. Emel’in dişi ve kimi zaman
da hoppa olabilen tavırlarını Tüzün başarıyla canlandırıyor. Oyunun en naif
karakteri ise Bedir Bedir’in canlandırdığı Mehmet. Üç sezon önce Devlet
Tiyatrolarında “Kül Bellek” adlı oyunda izlemiştim kendisini, önemli bir oyundu
ve oyunda sesini ve diyaframını kullanmasıyla aklımda kalmıştı, bu oyunda da
yeri gelince fısıltıyla, yeri gelince ise yüksek perdeden ve sesini hiç düşürmeden
Mehmet’i canlandırıyordu.
“Yalnızlar Kulübü” kursunda gülebilirsiniz, ben de
güldüm diğer kursiyerlerle beraber ama oyundan çıktığımdan beri hala İstanbul
insanı ve yalnızlığı üzerine düşünüyorum ve bu kurs-oyunun kişisel gelişimime,
farkındalığıma katkısı olduğunu da belirtmeliyim. İyi ki yazılmış bir oyun “Yalnızlar
Kulübü”. (Aynı önemi Limonata için de
söyleyebilirim) Modern Türk Tiyatrosu açısından da büyük önem taşıdığını
düşünüyorum.
Yazımı sonlandırırken, İkincikat ile ilgili benim
için çok önemli olan bir düşüncemi paylaşmak istiyorum: Pek çok mekânda tiyatro
izlemiş bir seyirci olarak, İkincikat’ın seyircisine değer veren bir tiyatro olduğunu
söylemeliyim. Oyun çıkışında ekiple sohbet etmek, onlarla oyunu ve tiyatroyu konuşmak
benim büyük zevklerimden biri ve üstelik bunun için kulis kapılarında
görevlilerle içeri girmek için tartışmanıza bile gerek kalmıyor. Bu insancıl
yaklaşım için İkincikat’a bir teşekkür daha!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder