SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.

8 Şubat 2014 Cumartesi

KÜÇÜK


KÜÇÜK

Yazan
Sami Berat Marçalı                        
Yöneten
Eyüp Emre Uçaray
Yardımcı Yönetmen
Neslihan Arslan
Dramaturgi
Meltem Özkeklik
Oynayanlar
Barış Gönenen
Veda Yurtsever İpek
Memetcan Diper
Esme Madra
Tuğçe Altuğ

Reji Asistanı
İnci Sefa Cingöz
Dekor/Kostüm
Arzu Koç
Işık
Erkan Kolçak Köstendil
Müzik
Doğacan Oflas, Onur Antik, Deniz Özen
Efekt
Güney Zeki Göker
Teknik Uygulama

Ece Bengisu Erk

Fotoğraf/Afiş
Gizem Bentürk, Alp Babür
Video
Ali Tansu Turhan
Süre
80’

 

“Şiddet” toplumumuzda hemen her türlü yerde gözlemleyebildiğimiz bir olgu. Gelişmişlik düzeyimiz (!) toplumumuzda bol bol nefret ve şiddet uygulanmasına imkân sağlıyor. Kaynaklara göre “bir toplum sağlığı sorunu” olarak değerlendirilen bu kavramı internette araştırdığınızda ne yazık ki ülkemiz barındırdığı bu sorunla oldukça büyük yer kaplıyor. Özellikle kadınlara, çocuklara, LGBT bireylere uygulanan şiddetin pek çok örneğini hemen her gün gazete, tv ya da dijital medya yoluyla hepimiz görüyoruz, görmediğimiz örneklerin ise hiç de az olmadığını tahmin etmek güç değil. Bu bağlamda İkincikat’ın “Küçük” oyunu bir örneği temel alarak çocuk ve gençlerdeki  “şiddet” olgusunu sunuyor bizlere.

SOSYAL PSİKOLOJİK VERİLER: “SİZ NASIL BU HALE GELDİNİZ?”

Oyunda, dört gencin bir seks işçisine yönelik şiddetine tanık olurken, yakın tarihimizdeki çeşitli şiddet örneklerine yapılan göndermelere de şahit oluyoruz:  Münevver Karabulut cinayeti,  Mardin’deki bir düğünde altmış kişinin öldürülmesi… Bu örnekler üzerinden Doğu-Batı örneklemesi de yapılarak şiddet kavramının evrensel oluşunu, yalnızca herhangi bir kültüre atfedilemeyeceği sonucuna da varabiliriz.  Çünkü şiddet evrenseldir ama ne var ki Türkiye’de en üst seviyelerdedir. 

Oyunun ana karakteri Tuğrul (Barış Gönenen), şiddet olgusu bağlamında önemli bir karakter, çünkü “eşcinsel oluşundan” şüphelenilen ve “gerçek” bir erkek olduğunu kanıtlaması beklenen bir genç. “Kibar” onun için olumsuz bir tanımlama.  Esra (Esme Madra) ise Tuğrul “işkence yapmak için korkmayan, cesur bir erkek!” olduğunu kanıtlarsa ve eğer bu işin sonunda kendisiyle beraber de olursa, tüm okula aslında Tuğrul’un “ gay değil, çok sert bir erkek olduğunu, bunu onunla beraber olunca öğrendiği” dedikodusunu yayacağını vaat eder. Bu iki örnek üzerinde duruyorum çünkü uç değil aksine “kadın” ve “gay ya da gay olmasa dahi toplumda beklenen kahraman erkek karakterini oynamayan erkek”lere bakışı yansıtıyor. Seks işçisinin “sen ne olduğunu bilmiyor musun?” sorusunu basit bir soru olarak ele alamayız.

 Küçük bir özel okul- devlet okulu karşılaştırmasıyla beraber “ailenin ilgilendiği tek şey okulun içinde olmak, okulda neler olup bitiyor umurlarında değil” cümlesi, eğitim sistemine dair önemli bir soru işareti.

 Bir yandan seks işçilerine bakışı bir kez daha görürüz:  “Fahişelere kim inanır, sen orospusun!”

 “Televizyonda bunları (işkence) yapıyorlar, kimse ölüyor mu?” repliği ise televizyonlarda yayınlanan şiddet içerikli yayınların bu şiddeti körüklediğinin yeterli bir kanıtı.

Esra,  annesinin kendisine hiçbir zaman “Nasılsın Esra, iyi misin” dememesinden yakınıyor. 

Saydığım bu örnekler, kesinlikle tekil veya hiçbir yerde rastlayamayacağınız olaylar değil, aksine toplumun önemli olguları. Çok önemli sosyal psikolojik veriler sağlıyorlar. Oyunda seks işçisi kadının sorduğu gibi “siz nasıl bu hale geldiniz” sorusu, bu oyunun ana mesajı.  Sevgisizlik, ilgisizlik, anlayışsızlık -bence- bu sorunun cevabıdır. Ama tabi ki derinlemesine çözümleme yapılması toplum adına yararlı olacaktır. Ben bu yüzden bu oyunu çok önemli buluyorum ve bu küçük gözüken “olguları” gözlemleyip bu metinde birleştiren Sami Berat Marçalı’yı tebrik ediyorum.

 
TEATRAL AÇIDAN “SALO YA DA SODOM’UN 120 GÜNÜ”NÜ SAHNEDE İZLEDİĞİNİZİ DÜŞÜNÜN

Tüm bu şiddetlerden bahsetmişken, oyunun 1975 yapımı Pier Paolo Pasolini’nin son filmi “Salo ya da Sodom’un 120 Günü”ne gönderme yaptığını da belirteyim. İtalya’daki faşizmi anlatan “Salo”yu izleyenlerin çoğu, izlenmesi kolay bir film olmadığı konusunda bana hak vereceklerdir. Çeşitli işkence sahnelerinden oluşan bu film, izlediğinden kolay kolay rahatsız olmayan benim gibi bir seyirciyi dahi “rahatsız” etmeyi başarmıştı. Bu “rahatsızlık” Eyüp Emre Uçaray’ın rejisinde de aynı sertlikte mevcut. Fakat bu “rahatsızlık” kavramını şu açıdan önemsiyorum:  İşlenen konu, basit bir “öyle bir metin alalım ve çarpıcı, kanlı bir oyun yapalım” fikri değil. Evet, kanlı ve şiddetli bir oyunla karşı karşıyayız ama bu metnin sahiciliği, bence o sertlikte bir rejiyi gerektiriyor. Durumun vehametinin anlaşılması açısından. Bununla ilgili bir diğer düşüncemi yazımın sonunda ayrıca belirteceğim.

Oyuncu ekibinde Veda Yurtsever İpek’in olması benim için heyecan vericiydi. Daha önce Devlet Tiyatrolarında “Yanık” oyunuyla izlediğim, bu sezon aynı zamanda yine Devlet Tiyatrolarında “Üç Kız Kardeş” oyununda rol alan İpek’i “Tiyatro Tiyatro Dergisi”nin geçen ekim sayısında okumuş çalışkanlığını ve emeğini takdir etmiştim. Oyunculuk okumak isteyen, ilgi duyan herkesin de o söyleşiyi ya da özgeçmişini okuması gerektiğini düşünüyorum, özellikle azimli olma konusunda. Başbakana Devlet Tiyatrolarıyla ilgili yazdığı mektupla da ayrıca takdir ettiğim İpek,  “Küçük”te oynadığı bu “kurban” rolünde,  oyunun başında, konuşma tarzıyla, vücudunu kullanışıyla oldukça etkin bir role sahip.  Metin gereği, oyunun büyük bölümünü yatakta bağlı bir şekilde geçirdiği ve ağırlık da bir süre sonra diğer karakterlere kaydığı için  “keşke daha fazla konuşabilseydi, daha etkin olabilseydi”  diye düşündüm zira oyunculuğundan çok keyif aldım.  Tabi, bunu, metnin işleyişinden bağımsız, Veda Hanım’ın oyunculuğunu beğendiğim için söylüyorum.

Kendi jenerasyonumdan oyunculuğunu çok beğendiğim bir isim de “Barış Gönenen”.  “Limonata” oyunuyla tanıdığım, daha sonra “Nerde Kalmıştık” ve “Uğrak Yeri” oyunlarında da izlediğim Gönenen, izlerken heyecan duyduğum oyunculardan. Tuğrul karakterinin gerektirdiği gel-gitleri çok iyi yansıtıyor.

Oyunun diğer karakterlerine can veren isimlerse Esme Madra, Tuğçe Altuğ ve Memetcan Diper.  Gayet tutarlı oyunculuklar sergiliyorlar. Hepsinin karakterlerini özümsediğini düşünüyorum zira inandırıcılıkları konumunda aksayan hiçbir taraf göremedim.

Dört gencin de kırmızı giyinmesi ise anlamlandıramadığım bir nokta. Kanı ve şiddeti anımsatması düşünülmüş olabilir ama olmasa da aynı etkiyi de yaratırdı düşüncesindeyim.

Önemli bulduğum bu metin, sert bir reji ve bu sert rejiye uygun düşen oyunculuklarla bütünleşince, oyunun mesajı ortaya konmuş oluyor.

PEKİ, MESAJ YERİNE ULAŞIR MI?

Burada bir parantez açıp şunu da belirtmek istiyorum: Ben Türkiye’yi anlatan, buranın derdinden bahseden ve bu meseleleri göz önünde tutan oyunları  -evrensel bir konudan bahsetmediği sürece- yabancı oyunlardan daha fazla önemsiyorum. Çünkü bunların bir çözüm bulmanın yanında, işlenmesi, unutturulmaması gerektiği inancındayım. Ne var ki, sıkıntılı bir hayat yaşayan ve tiyatroda hoşça vakit geçirmek, komedi izlemek, ya da dramsa da “arada gülmeli” aşk hikâyesi izlemek isteyenler de olacaktır. Onlara da hak veriyorum. Yazımın başında belirttiğim gibi Türkiye, şiddetin tavan yaptığı ülkelerden. Aileden başlayıp ömür boyu süren türlü fiziksel/ruhsal şiddetlere maruz kalan bireylerimiz var. Bu açıdan bakıldığında hakikaten bu kişilerin tiyatroda “hafif” şeyler izleme istekleri göz ardı edilmemeli. Bir yanıyla katıldığım “Tiyatro sadece güldürmez, düşündürmeli, bir fikir öne sürmeli, tartışmalı, iz bırakmalıdır” fikri toplumsal koşullarımızı düşününce yüzde yüz haklılığını teslim edebildiğim bir düşünce olmuyor. Evet, tiyatro,  olmuş ya da olmakta olandan bahsetmeli, gündemi takip etmeli, bir olayı ya da olguyu sunmalıdır ama bu, “seyirci tarafından nasıl karşılık görür” sorusunu ortaya koyuyor. Bunu yalnızca bu oyun özelinde değil, genel anlamda sorguluyorum, bekleyip göreceğiz. Tiyatro kurumu her ne kadar “farkındalık” işlevini sunup, payına düşeni yapsa da oyunun mesajı ilgili kişilere ulaşmadıkça, işlevini tamamlamış sayılmamalı.

Bu noktada ise karşı tarafa, oyunun “ alıcısına” önemli bir görev düşüyor.  Bu oyunu özellikle sosyologların ve psikologların izlemesi gerektiğini düşünüyorum. İkincikat, bu önemli sorunu tüm gerçekliğiyle önümüze sunmuş. Duyarlı seyirciler, elbette bu şiddete tepki göstermek gerektiği bilinciyle çeşitli eylemlerde bulunurlar. Ancak bu tepkilerin çoğu bireysel olacaktır. Daha ciddi önlemler alınması ve bu olgunun çözümlenmesi konusunda disiplinli bir çalışma yapacak kişiler, sosyal psikologlar ve halkı bilinçlendirme konusunda yetki sahibi diğer ilgili meslek mensuplarıdır. “Küçük”ü özellikle onların izlemeleri ve üzerine düşünmeleri gerektiğine inanıyorum. Bu oyunun sunulan mesajı, ancak gereken taraf tarafından idrak edildikten ve çözümlenmeye karar verildikten sonra yerine ulaşmış olur.