SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.

31 Ekim 2012 Çarşamba

AŞKIMIZ AKSARAY’IN EN BÜYÜK YANGINI


               AŞKIMIZ AKSARAY’IN EN BÜYÜK YANGINI
            
             “En büyük yangınları çıkartan aşktan başka ne olabilir?”

Yazan: Güngör Dilmen
Yöneten: Faik Ertener
Dekor Tasarımı: Osman Şengezer
Kostüm Tasarımı: Mihriban Oran
Işık Tasarımı: Önder Arık
Müzik: Cem İdiz
Müzik Direktörü: Melik Can Zaman
Dans Düzeni: Yeşim Alıç
Yönetmen Yardımcısı: Işıl Dayıoğlu
Asistanlar: Özlem Çakar, Ebru Saçar

Oyuncular:
Artin: Turan Günay
Mahitap: Demet İyigün
Firuz Bey: Ergun Akvuran
Merzuka: Ayşe Tunaboylu
Abidin: Macit Sonkan
Huriye: Işıl Dayıoğlu
Şükriye: Emine Şule Gezgöç
Emine: Lale Gençtürk
Hacer: Ebru Saçar
Bohçacı Bahriye: Özlem Çakar
Genç Kızlar: Eda Demirsoy, Gözde Akın, Kübra Kip, Nermin Koçak, Neşe Ceren Aktay, Nilay Aydınalp, Özge Korkmaz, Tuğba Aydınlıoğlu
Tulumbacılar: Cem Öntaş, Murat Turhan, Oğuz Turgut Genç, Onur Sülen, Ozan Emre Altın, Serdar Aydın, Umut Külen, Ümit Deniz
Nane Şekerci Halis: Emre Akarsu
Erkek Çocuk: Hıdırcan Bal
Kız Çocuk: Okyanus Dayıoğlu

Dün akşam büyük bir hevesle, Güngör Dilmen’in yazdığı ve 1990 yılında İsmet Küntay ödülü almış olan “Aşkımız Aksaray’ın En Büyük Yangını” oyunundaydım. Oyuna büyük bir heyecanla gittim çünkü adı itibariyle beni etkilemişti, acaba nasıl bir aşktı bu? Yerli bir Romeo Juliet gibi mi? İmkânsız mı? Zamansız mı? Ne var ki, geçtiğimiz yaz kaybettiğimiz ve “Ben Anadolu” gibi önemli bir oyunu yazan yazarımıza, Güngör Dilmen’e ait olan bu oyun, beni etkilemek şöyle dursun, en ufak bir heyecan kıvılcımı yaratamadı.

Elbette, bir oyun çıkarılırken bir sürü kişi maddi manevi emek harcamakta, bunu görmezden gelecek değilim ama sahnede daha “ateşli” bir yangın görmek isterdim. Bu yangından kastımı ise açıklayayım:  Firuz Bey’in gençliğine dair keşkeleri vardır, onu istediği gibi yaşayamamıştır, oğlu gibi gördüğü Artin’de kendi gençliğini görür ve onunla gözden düşen cariye Mahitap’ın arasını yapar. Eski İstanbul zamanlarındaki gibi mektuplar yazılır (elbette bu mektuplar sizli hitapla başlar), Artin Müslüman olur ve izdivaç gerçekleşir. Benim burada sorguladığım konu ise, Artin Mahitap’ı gerçekten sevmiyordu, Mahitap’ın da duyguları kesin bir şekilde verilmemişti, dolayısıyla ortada bir yangına sebep olabilecek derecede kuvvetli bir aşk yoktu ya da vardı fakat iyi yansıtılamamıştı. Oyun, “ insana en büyük yangınları çıkartan, en inanılması zor şeyleri yaptıran aşktır” mesajını taşıyordu. Fakat dediğim gibi o aşkı hissedemedim.

Oyunda havada kalan bazı noktalar daha vardı: Örneğin tulumbacıların Artin’i sıkıştırması, aralarındaki gerginliğin yeteri derecede verilememesi sanki oyunun bir parçası olmaktan çok, ayrı bir hikâye gibiydi. Tabi ki, metinde olan şeyler sahneye taşınır, ekleme yapılamaz ama daha önce Adana’da başka bir reji ve ekiple sahnelenen ve çok beğenildiğini duyduğum bu oyunu izlerken “keşke şu şöyle olsa” ya da “bu böyle olmasaydı” diye çok düşündüm. Örneğin Mahitap’ın mahalleye alışması, mahallelinin Mahitap’ı benimsemesi üzerinde durulsaymış hoş olurmuş diye düşündüm.
Oyunculuklara gelince, Kod Adı Kongo, King Kong’un Kızları ve Kırmızı oyunlarından tanıdığım Turan Günay ve Kuzguncuk Türküsü’nde izlediğim Ayşe Tunaboylu dışında yepyeni bir ekiple karşı karşıyaydım. Ne var ki, oyunculuklar daha iyi olabilirdi.

Daha önce de belirttiğim gibi, yeni ve değişik metinleri çok seviyorum fakat artık Türk Klasikleri arasında sayılması gerektiğini düşündüğüm oyunları da görmek hoş oluyor, ben bu oyunu da Türk Klasikleri arasında görmek isterdim. 
                   
                                                  
                                                

21 Ekim 2012 Pazar

“ARDA AYDIN VE MESUT İNSANLAR FOTOĞRAFHANESİ”


        “ARDA AYDIN VE MESUT İNSANLAR FOTOĞRAFHANESİ”

Dünyada her insan az çok bir felakete uğramış olabilir. Bunun için büsbütün kötümser olunur mu? Felaketler yerine saadetleri, ölmüşler yerine doğacakları, geçmişler yerine gelecekleri düşünmeliyim.”


                                               

YAZAN:  ZİYA OSMAN SABA

 OYUNLAŞTIRAN: HİLMİ ZAFER ŞAHİN

YÖNETEN:  CAN DOĞAN

DRAMATURJİ   : HİLMİ ZAFER ŞAHİN

MÜZİK: MERTOL ŞALT

SAHNE TASARIMI: MEHMET EMİN KAPLAN

IŞIK TASARIMI: FATİH MEHMET HAROĞLU

KOSTÜM TASARIMI: EYLÜL GÜRCAN

YÖNETMEN YARDIMCISI: ÜMRAN İNCEOĞLU- SAMET HAFIZOĞLU-ÇAĞLAR POLAT

SÜRE: 1 SAAT 10 DAKİKA / TEK PERDE

OYUNCULAR:

CAN DOĞAN, UĞUR ARDA AYDIN, SAMET HAFIZOĞLU

Yazıma başlarken bilmiyorum tiyatroyu ne kadar sevdiğimden bahsetmeme gerek var mı… Bir oyun seçerken kıstasım beni düşündürmesi, sanatsal açıdan yenilikçi olmaya çalışması, komedi bile olsa derinliği olmasıdır. Bunların yanında bir de “özel oyuncularım” vardır. Elbette, bu oyunları onların yerine başka oyuncular,- örneğin yeni mezun olmuş ve ilk oyunlarını oynayan yetenekler-  oynasa da izlerim ve bu yeni yeteneklerle tanışmak isterim, fakat insanın sevdiği oyuncuları sahnede seyretmesi, onlarla göz göze gelmesi, sesinde hayat bulan karakteri çözümlemeye çalışması, kimi zaman gülüp, kimi yerde duygulanması çok anlamlı duygulardır. Dediğim gibi tiyatro benim hayatımda çok ayrı ve önemli bir yerde. Sadık bir seyirci, yazı konusunda ustalaşmak isteyen bir kalem, mezun olmaya hazırlanan bir çevirmen ve dramaturji yüksek lisansı yapmaya hevesli bir genç olarak söyleyebilirim ki,  tiyatro ile aktif olarak ilgilendiğim dört seneden beri izlediğim pek çok oyunda beni etkileyen pek çok isimle tanıştım ve onların teatral çalışmalarını takip ettim, yeni oyunlarını seyrettim, yetenekleriyle beni oldukça etkileyen isimler oldu. Bunların başında da Uğur Arda Aydın gelir. Kendisini ilk olarak 2006 sonlarında okuduğum lisenin bizleri dönemce götürmesiyle “Keşanlı Ali Destanı”’nda izlemiştim. Fakat bilinçli olarak izlediğim ilk oyunu geçen sezon seyretme şansı bulduğum ve bugün izlediğim Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’ne kadar bana en çok etkileyici gelen performansıyla “Buluşma Yeri” adlı oyunudur. Özellikle “profösör” kelimesini tonlamasıyla oyundaki karakterine nasıl başarıyla büründüğüne tanık olmuştum. Düşünsenize sadece bir kelimeyi tonlayışla… (Şan çalıştığım hocam, düzgün telaffuz için bir kelimenin üzerinden belki yüz kere geçmem gerektiğini söylemişti. Bunun yararını bir kere daha anlıyorum.) Ardından Lüküs Hayat’ı izledim. “Hanımefendi acaba bana ayırabilecek bir dakikanız var mı?” ve –pek çok kişi tarafından beğenilen- “o yanak buraya gelecek” replikleriyle bir kez daha dikkatimi çekmişti.  Geçen sezon sonuna geldiğimizde ise, çok ciddi bir aktörlük bilgisi ve yeteneği gerektiren felsefik bir oyunla, Sartre’ın Nekrassov’uyla sahnedeydi Aydın. Üç saat boyunca temposu hiç düşmeden oynamıştı. Keşanlı Ali Destanı hariç bilinçli olarak kendisini izlediğim tüm bu oyunlar içerisinde dediğim gibi “Buluşma Yeri” benim için ayrıydı. Fakat  “benim için ayrı oyuncuların benim için ayrı oyunları” sıralamasında Buluşma Yeri, yerini bugün izlediğim Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’ne bıraktı. Elbette oyunlar birbirinden çok farklı, karşılaştırma yapmak çok doğru olmayacaktır ama dediğim gibi “benim için ayrı oyuncular” kategorisindeyiz. Tabi ki, bu kategoride olmak sevdiğim oyuncuların sevmediğim performanslarını ve oyunlarını bile beğeneceğim anlamına gelmiyor. Ne var ki Uğur Arda Aydın’ın bugüne kadar kötü bir performansına hiç tanık olmadım ve bugün sahnede Ziya Osman Saba’yı canlandırırken, kendini karakterine ne kadar adadığına bir kez daha şahit oldum… Oyunu, en önden izlediğim için tüm mimiklerini yakından görebildim. Dekor arasında gezerkenki temposu, dekorları değiştirirkenki canlılığı rolünü çok sevdiğini hissettirdi bana. Antre ve finaldeki kısa rollerini saymazsak oyunda fotoğrafçı dışında bir tek kendisi vardı ve sahneyi başarıyla doldurduğunu söyleyebilirim.  

                                               

Burada sözü kesip, başka bir noktaya değinmek istiyorum. Arda Aydın, resmi twitter hesabından kendisi ile ne zaman iletişime geçsem beni hep yanıtladı. Bu, benim bir oyuncunun yeteneğini beğenip takdir etmenin yanında, gözümdeki insani değerini arttıran ve kendimi yakın hissettiren bir özellik. Bu sebeple bir gün kendisi ile tiyatro üzerine söyleşmeyi çok istediğimi de belirtmek isterim.

Biraz da oyundan bahsedeyim: Ziya Osman Saba deyince aklıma her şeyden önce “Bir Oda, Bir Saat Sesi” adlı Ezginin Günlüğünden de “Eski Günlerimiz” adıyla şarkı olarak dinlediğim şiir gelir. “Beni maziye götüren bir el” der Saba bu şiirde, tıpkı oyunda da İstanbul’a duyduğu özlemi dile getirdiği gibi… Hüzün hâkimdir bu şiire. Oyunda da, genel olarak bu hüzün havasını hissettim. Sanki eski bir anı defterinin belli sayfaları arasında geziniyor gibi… Fonda ise İstanbul, Haliç Köprüsü, Boğaz, Kadıköy, İstiklal… Dükkânların parayla mutluluk satmaları, o zamanlar çok değerli olan “fotoğraf çektirmek âdeti” ve bu fotoğraflarda herkesin yapma bir güleryüzlülükle objektife gülümsemelerinin karşısında Saba’nın yalnızlığı bu anı defterinden parça parça kareler… Bir diğer önemli nokta ise Saba’nın beyefendiliğinin, İstanbulluluğu’nun bir dönemi temsil ederek, bize o yılların yaşantısını göstermesi. Bir nevi belge niteliği taşıması, “bizi maziye götüren bir el olması.”  “Bu basabilmek saadetine erdiğiniz kaldırımlara hiç tükürülür mü?” sözünün ne demek istediğimi özetleyeceğini düşünüyorum. Dekoru ve özellikle barkovizyon gösterilen tabloların sonradan köprü olmasını çok sevdim. Oyun boyunca oyuna eşlik eden ve çok naif ve etkileyici olan oyun müzikleri ise, kendisini daha önce Harun Kolçak’a verdiği “Yeminliyim” bestesinden tanıdığım, Mertol Şalt’a ait. Burada bir düşüncemi daha yinelemek isterim, bu güzel tiyatro müzikleri cd olarak oyun broşürünün yanında verilebilse ya da hiç değilse meraklısı için şehir tiyatroları web sitesinden indirilebilse ve kaybolmasa ne hoş olur, değil mi? Oyunda ayrıca Arda Aydın üç tane şarkı da söylüyordu ve birinde keman kullanılmıştı, melodiyi şu an hatırlayamıyorum ama beni çok etkiledi, bu melodinin hayatımda bir şekilde yer almasını isterdim. Oyunu izlerken, aklıma iki sezon önce seyrettiğim “Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye” adlı Sait Faik oyunu geldi… O da eski zamanların İstanbul’unu biraz daha detaylı olarak işliyordu.

                                                   

Bugün zamanda böyle hoş bir yolculuk yaptım, eğer geçmiş zamanlara ve Türk Edebiyatı’na az da olsa meraklıysanız ve mükemmel bir performans görmek istiyorsanız “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi”’ni kaçırmayın derim, saadet dolu günler efendim! Flaş.

                                          

Sondan sonra ekleme no: 1
Bahsettiğim “Eski Günlerimiz” adlı Ziya Osman Saba’nın “Bir Oda, Bir Saat Sesi” adlı şiirinden uyarlanan Ezginin Günlüğü şarkısı için:

Sondan sonra ekleme no: 2
Meraklısı için Arda Aydın’dan çok sevdiğim bir Beatles yorumu:

Kimbilir belki Arda Aydın’dan ilerleyen zamanlarda bir “tiyatro şarkıları” albümü projesi duyabiliriz… Ne kadar hoş olur değil mi?

20 Ekim 2012 Cumartesi

OYUN


                                OYUN

        “Belki anlam olmayan yerde anlam arıyorum…”


Yazan: SAMUEL BECKETT
Çeviren: LEVENT MOLLAMUSTAFA
Yöneten: ŞAHİKA TEKAND
Sahne Tasarımı  : ESAT TEKAND
Işık Tasarımı: ŞAHİKA TEKAND
Kostüm Tasarımı: AYŞEN AKTENGİZ
Yönetmen Yardımcısı: OZAN GÖZEL-GÖKSEL ARSLAN
Süre  : 55 DK

OYUNCULAR :

ALİ GÖKMEN ALTUĞ, ALİ MERT YAVUZCAN, ASLI AYBARS, ASLIHAN KANDEMIR, BUKET YANMAZ KUBİLAY, BURÇAK ÇÖLLÜ, ÇAĞLAR YİĞİTOĞULLARI, ELİF ÖZGE ÖZDER, ESİN UMULU, MEHMET OKUROĞLU, NURDAN KALINAĞA, OZAN GÖZEL, ÖZGÜR KAYMAK TANIK, PELİN BUDAK, SEDA FETTAHOĞLU, SELEN KARTAY, YELİZ GERÇEK, YEŞİM KOÇAK

Dün gece geçtiğimiz mayıstaki tiyatro festivalinde ilk gösterimi yapılan ve bilet almama rağmen rahatsızlanıp gidemediğim “Oyun” adlı Şehir Tiyatroları oyunundaydım. Oyunun afişinden alışılmadık bir oyunla karşı karşıya olacağımı tahmin ediyordum ve yanılmadım da.

Şahika Tekand’ın Samuel Beckett’in bu kısa oyununa modern bir bakış açısı getirdiğini düşünüyorum. Oyun, bir aşk üçgeni etrafında şekilleniyor. Üç kişi ile klasik bir dekorda da oynanabileceğini düşündüğüm bu oyun daha fazla oyuncu ile alışılmadık bir dekorda sahneleniyor. Bu yenilikçi yaklaşım benim oyunu beğenmemdeki önemli bir unsur. Üç katlı kül küpleri, bu aşk üçgenini temsil ediyor, alt ve üst katlarda kadınlar, ara katta sıkışmış, kafası karışık erkekler… Gerek tekrarlarla gerek değişik vurgularla anlatılan bir aşk hikâyesiyle karşı karşıyayız. Hemen herkesten duyabileceğimiz bu aşk öyküsü, Tekand’ın yorumuyla sanatsal bir şölene dönüşmüş.

Kadının “beni düşünen var mı?” sorusuna karşılık erkeğin “buna verilecek yanıt yoktu” veya “pardon” cevapları, erkek-kadın ilişkilerindeki değişmez temelleri oluşturur. “Oyun” da bunun üzerine kurulmuş. Işık ve efektlerle de “alışılmadık” bir yorum almış. Oyunculuk anlamında ise tüm oyuncuları tebrik etmek gerekiyor. Zamanlama ve oyunculuk konusunda çok büyük bir çaba gerektiren bir oyun çünkü. Tüm oyuncuların performanslarının en üst düzeyde olması ve birbirleriyle tamamen eşit bir oyunculuk düzeyi sergilemeleri ise çok önemli bir artı.

Sanatsal değeri yüksek, yenilikçi, alışılmadık oyunlar beni her zaman cezbeder. Yine Şehir Tiyatrolarında geçen sezon izlediğim Abdul Mounem Amayri’ye ait Kargaşa oyunu, benim bu “alışılmadık tiyatro” anlayışımı açıklayan bir diğer oyundu. Bu iki oyunun belki yakın olarak bir benzerlikleri yok ama benim tiyatro zevkimce bu tür oyunların benim için ayrı bir yerde olduklarını söylemeliyim, dilerim bu kategoriye daha bir sürü oyunlar ekleyebilirim.

Eğer sanatla gerçekten ilgileniyorsanız, tiyatro/oyunculuk/yorumlama üzerine derinlemesine düşünüyorsanız, “Oyun” size yeni kapılar açabilecek bir cevap olabilir, görmelisiniz.

                                                

14 Ekim 2012 Pazar

PANDALARIN HİKÂYESİ


                       PANDALARIN HİKÂYESİ

       “Bedenlerimize ihtiyacımız olduğunu mu düşünüyorsun?”

Yazan: Matéi Visniec
Çeviren: Omid Darvishi
Yöneten: Kemal Aydoğan
Sahne Tasarımı: Bengi Günay
Müzik: Tolga Çebi
Işık Tasarımı: İrfan Varlı
Animasyon: Mertcan Mertbilek/Hande Öztürk

Oynayanlar:
Kadın: Ebru Özkan
Erkek: Caner Cindoruk

Saksafon, A,El, TeleSekreter, Saat- Çalarsaat, Kuş, Dil, Şarap, Birlik… Bu sözcükler Oyun Atölyesinde seyrettiğim “Frankfurtta Kız Arkadaşı Olan Bir Saksafoncu Tarafından Anlatılan Pandaların Hikâyesi” adlı oyunun özenle hazırlanmış kitapçığından benim seçtiğim başlıklar… Başka başlıklar olmasına rağmen bunları seçtim çünkü oyundan bahsederken aklıma ilk gelen bu terimler oldu.

Kendini kolay ele vermeyen bir sürreel oyun “Pandaların Hikâyesi”. Oyun sırasında keyif almakla beraber, çözümleyemediğim noktalarla, kafamda soru işareti oluşturan unsurlarla da karşılaştım. Fakat tüm bu unsurlar bende hoş bir tat bıraktı.

Simgeler üzerinden düşünecek olursak, oyunu çözümlememiz kolaylaşır. Zira oyunun düz bir mantıkla anlanabileceğinin zor olacağı kanaatindeyim. Bizler biriz, bağlıyız, kuşlar gibi özgür olmak isteriz ama ağaçlar misali derin köklerimiz vardır yerde, elimizi uzatırız, unuturuz, uyanırız, yine tanışırız, bazen ne yaptığımızı bile bilmez, kendimize şaşırırız. 
Kafeslerdeyizdir, böyle böyle üreriz, üstü kapalı kafeslerde, ta ki özgür bir kuş olmayı seçene kadar,(kaldı ki yerdeki köklerimizi unutup olabilecek miyizdir) saatler geçmektedir çünkü… Saatler konusu açılınca aklıma direk Ömer Kavur filmleri gelir, Gizli Yüz, Akrebin Yolculuğu… Özellikle Gizli Yüz… Sadece a harfiyle bile anlaşabiliyorken, neden özgür olunmasın ki? Bedenlere ihtiyacımız mı vardır? Bedenlerin buna üzüleceğini mi düşünürüz? Sessizliği bilir miyiz? Sessizliği dinler miyiz? Başkalarını mutlu etmekten hoşlanır mıyız? Peki, onları mutlu edebilir miyiz? Ediyorsak da hala kafesteyiz mi demektir?

Bu derin soruları bana sorduran, geçtiğimiz tiyatro festivalinde seyrettiğim ve bu sezon Devlet Tiyatroları’nda tekrar sahnelenecek Çehov Makinesi adlı oyunun da yazarı olan Matéi Visniec. Çehov Makinesi de dolu, hemen anlaşılması zor olan bir oyundu, Pandaların Hikâyesi için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Kendi adıma, Visniec’in yazdığı ve yazacağı diğer oyunları da merakla okumak istediğimi söyleyebilirim. Oyunun yönetmeni olan Kemal Aydoğan’dan daha önce “ 7 Şekspir Müzikali” ve “Antonius ile Kleopatra” oyunlarını seyretmiştim. Bu oyunda da geçişleri çok sevdiğimi söylemeliyim. Özellikle seyirciyi de içine alan “ sessizliği dinleme” sahnesini… Bengi Günay’a ait olan sade sahne tasarımını, oyuna uygun buldum. Çünkü burada bireyler ön planda olmalı, dekor onların önüne geçmemeliydi ve bu bireyler ise Ebru Özkan ve Caner Cindoruk tarafından başarıyla canlandırılıyorlardı. Ebru Özkan’ın sakin sesi, oynadığı karakterle örtüşmüş ve erkeği hareket ettirecek gücü yansıtabilmeyi başarmıştı. Caner Cindoruk ise bu gücün farkına varış sürecini, başlarda şaşkınlıkla fakat sonra gayet yerinde ve farkında olarak yansıttığını düşünüyorum. Karakteri başlarda bulunduğu durumdan ötürü şaşkınlık yaşıyordu fakat daha sonra kadının etkisiyle “bireysel gücü”nün farkına varmıştı, bu değişimi Cindoruk’un başarıyla oynadığını düşünüyorum ve Cindoruk ile Özkan’ın başarılı bir oyun temposu yakaladıklarını… Oyun Atölyesi deyince aklıma her şeyden önce benim için önemli bir isim gelir: Tolga Çebi… Kendisini bugüne kadar Oyun Atölyesi için yaptığı müziklerle tanımaktayım ve gerek izlediğim oyunlardan, gerekse geçtiğimiz aylarda çıkan “Sahne Müzikleri” albümünden dinlediğim kadarıyla yaptığı müzikleri çok beğendiğimi söylemeliyim… Bu düşüncem, bu oyun için de geçerli olmakla birlikte, dilerim içinde bu oyunun müziklerinin de yer aldığı bir “Sahne Müzikleri 3-4” albümünü yakın zamanda dinleme şansımız olur…

Son olarak oyun kitapçığından bir Mevlana sözü alıntılamak isterim ve bu söz sanırım anlaşılmak/kavramak kavramları üstüne yeterince söz söylemekte: “İki parmağının ucunu gözüne koy. Bir şey görebiliyor musun dünyadan? Sen göremiyorsun diye bu dünya yok değildir…”

                                               

13 Ekim 2012 Cumartesi

YAĞMUR DURDUĞUNDA



                                 YAĞMUR DURDUĞUNDA




Yazan: Andrew Bovell
Çeviren: Ezgi Yentürk
Yöneten: Hakan Çimenser
Dekor Tasarımı: Zehra Uzunali
Kostüm Tasarımı: Müge Orhan
Işık Tasarımı: Akın Yılmaz
Dramaturg: Günay Ertekin
Asistan: Demet Başkaya

Oyuncular:
Henry Law: Okday Korunan
Elizabeth Law 1: Rüçhan Çalışkur
Gabrieller York 1: Şebnem Dilligil
Joe Ryan: Ali İpin
Gabrielle York: Levent Güner
Elizabeth Law 2: Ezgi Yentürk
Gabriel Law: Eray Cezayirlioğlu
Gabrielle York 2: Burcu Aslan
Andrew Price: Kemal Doğantan
Şemsiyeliler: Demet Başkaya, Şeyda Pektok, Selda Soylu, Kerem Kurt

“Yağmur Durduğunda” oyunu için söze oyunda da geçen “belki de insanın söyleyecek bir şeyinin kalmaması, söyleyecek birçok şeyi olduğunu söylemenin bir başka yoludur” sözüyle başlamak istiyorum. Oyunda, bu cümle gibi beni çok etkileyen ve durup not almak ihtiyacı hissettiren ve bir sürü mesaj içeren replikler vardı, her ne kadar bunları not alamasam da,  Andrew Bovell’a ait olan bu metni kısa zamanda edinmek ve tekrar tekrar okumak istiyorum. Oyunun içeriğinden fazla bahsetmemek adına, genel hatlarıyla size anlatmayı tercih ediyorum.

Oyun tek bir dekorda, Avustralya ve Londra’da farklı zamanlarda geçmekte ve aynı karakterlerin gençlik ve yaşlılık dönemlerini bizlere farklı karakterler üzerinden sunmakta. Oyunu izlerken, aile, insanlık, iyilik, kötülük kavramlarını sorguluyoruz.

Oyuna dair söylemem gereken en önemli nokta ise bu oyunun “gerçek tiyatro seyircisi”ne hitap ettiği, bu sözümle ne demek istediğimi açıklayayım: Oyun, karakterlerin birbirine bağlanması, geçişlerin algılanması, çözüme ulaşılabilmesi açısından “hadi bu akşam bir değişiklik yapalım tiyatroya gidelim, en son ne zaman gittiğimi hatırlamıyorum bile” diyecek seyirci için fazla ağır kaçabilir. Tiyatroya dair düşüncelerimi önceki yorumlarımda da paylaştığım için sizleri sıkmamak adına tekrarlamak istemiyorum. Fakat bu oyunun düzenli olarak tiyatroya giden, okuyan, sorgulayan seyircilere daha fazla hitap edeceğini düşünüyorum. Zira oyun ilk perdede kendini ele vermiyor, içine girmek için ikinci perdeyi beklemek ve dikkati en yüksek seviyede tutmak gerekiyor. Yani, olması gerektiği gibi seyirciye de iş düşüyor, ki ben seyirciyi de aktif hale getiren oyunları daha çok seviyorum, oyun beni düşündürmeli, her şeyi bana hazır olarak vermemeli. Elbette, uzun zamandır tiyatroya gitmeyen seyirciler de bu oyunu görmeli ama anlamadığı takdirde, ekibi ya da metni veya tiyatroyu suçlamamalı.

Oyunculuklar konusunda, öncelikle Rüçhan Çalışkur ve Şebnem Dilligil’in oyunculuklarını çok sevdiğimi söylemeliyim, hiç abartısız bir oyunculuk sergiliyorlardı. Rüçhan Çalışkur, Zenne ve Türkan gibi önemli filmlerde rol aldığı için, benim için önemli bir oyuncudur. Şebnem Dilligil’i ise Karanlıktakiler filminde seyretmiştim. Fakat hem Çalışkur’u hem de Dilligil’i tiyatro sahnesinde ilk defa seyrettim ve bu oyunda beni en çok etkileyen oyuncular oldular. Ayrıca, oyunun çevirmeni de olan ve ikinci perdedeki oyunculuğunu daha çok sevdiğim Ezgi Yentürk, Eray Cezayirlioğlu ve Burcu Aslan beni oyunda etkileyen diğer isimler oldular…

Oyunu izlerken, aklıma Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” romanı geldi. Uzun yağmurlar sebebiyledir belki de… Ayrıca oyunun içine alması ve etkisi bana Yanık oyununu anımsattı. Yanık’tan da aynı bu oyundan etkilendiğim gibi etkilenmiştim.

Dünyayı değiştirebilirsin, bu kitabı oku. Dilini bilmiyorsan öğren!”

Evet, dünyayı değiştirebiliriz, öğreneceğimiz çok şey olsa da, ben bunu dün akşam Yağmur Durduğunda’yı izlerken bir kez daha öğrendim…


                                       

                                                

3 Ekim 2012 Çarşamba

ÇİRKİN


                           
                                         ÇİRKİN


 Yazan: Marius von Mayenburg
 Çeviren: Serdar Biliş
 Yöneten: Metin Belgin
 Dramaturg: Selen Korad Birkiye
 Dekor-Kostüm: Medine Yavuz
Işık: Önder Ay
 Oyuncular: Tolga Evren
                    Simay Tuna
                     Nişan Şirinyan
                     Şamil Kafkas

Sıkı bir tiyatro seyircisi olduğumu düşündüğüm son üç seneden beri tesadüfî bir şekilde her sene Devlet Tiyatroları sezonunu hep Beyoğlu Küçük Sahne’de açmışımdır… Bu salon,- her ne kadar İstiklal’in gürültüsünü içine alsa da- bana tarihi dokusuyla, korunmuşluğuyla hep ilgi çekici gelmiştir. Fakat “eskilik” temizlik anlamında bir sorun yaratmakta: Elbette ki görevliler bu konuda hassaslardır fakat kuzenim astım krizi tuttuğu için buradaki bir oyundan yarıda çıkmak zorunda kalmıştı, dün akşam oyuna beraber gittiğim arkadaşımınsa toz yüzünden alerjisi başladı. Bunu oyuna dair yorumlarımdan önce söylemek istedim çünkü Devlet Tiyatroları’nın Üsküdar, Kartal, Cevahir gibi modern sahnelerin yanında, Küçük Sahne gibi nostaljik salonlara sahip olması çok hoş fakat bu sorunun önemli bir nokta olduğunu düşünüyorum…

Çocukluğumuza dönelim, ilkokul yıllarına, henüz masumiyetimizin bozulmadığı o yıllara… Benim bu dönemlerden özellikle hatırladığım iki kavram var: Güzellik ve çirkinlik… Önceleri oyunu oynanırdı, fakat büyüdükçe iş bir “oyundan” çok giderek bir suçlamaya, insanları sınıflandırmaya dönüşmeye başladı. A güzeldi, B yakışıklıydı fakat z hiç güzel değil, x ise çok çirkindi… “Aslında çok iyi biri ama şey… Biraz çirkin, yani çok güzel/yakışıklı değil, yani bayağı bir çirkin…” Siz, hayatınızda bu sözlere ne kadar tanık oldunuz bilemiyorum ama şahsen bugüne kadarki yaşamımda bu sözün veya benzerlerinin söylendiğine çoğu kez tanık olduğumu söyleyebilirim. Güzellik ve yakışıklılık ne kadar bir artıysa, çirkinlik de o kadar eksiydi, olumsuzluktu. Büyüyüp iş hayatına girmek istediğimizde ise, özgeçmişimizde “presentable” olmamız isteniyordu bizden. Elbette iş görüşmelerinde, sunumlarda veya çalışırken “pasaklı” bir görüntü çizilmemeli, iş hayatına “özen” hâkim olmalı fakat iş hayatının kurallarını da fiziksel özellikler belirlememeli… Önceliği iş yetisi ve zekâ almalı… İşte “Çirkin” tam da burada başlıyor… Belki bu eksikliğiniz defalarca yüzünüze vurulmuştur ama oyundaki gibi çirkinliğinizle daha evvel hiç yüzleşmemiş de olabilirsiniz… Zaten yüzleştiyseniz, ya kabul eder, yaşamınıza devam edersiniz ya da başka çözümler üretirsiniz… İşte “çirkin” kahramanımız da bu çözümü “estetik”te buluyor ve kendi “özgün” yüzünü kaybetmek pahasına başka bir yüzü kendi yüzüne kabul ediyor. Burada ister istemez aklıma, popüler dünyada –çeşitli nedenlerden- estetik yaptıran ünlüler geldi. Ne acıdır ki fiziksel olarak giderek birbirlerine benzemeye başlıyorlardı, bunun farkında mı değillerdi yoksa umursamıyorlar mıydı? Yeter ki eski yüzleri unutulsun muydu? Burada aslında, çok derin ruhsal bozukluklar veya yetersizlikler bulunduğunu düşünüyorum. Elbette çeşitli durumlarda estetik yaptırılmalıdır, örneğin kaza geçirirsiniz, yüzünüz parçalanabilir veya fiziğinizle ilgili bir fiziki rahatsızlığınız vardır ama sadece toplum tarafından güzellik beğenisi sınıflamasında çok aşağılarda kaldığı için bıçak altına yatmaya gelince, derinlemesine düşündüm. İnsan, çirkin olsa bile, - kaldı ki matematik hesabından bahsetmiyoruz, kişiye göre değişen bir dereceleme sistemidir söz konusu olan- gerek insani özellikleriyle gerek zekâsıyla sosyal hayatta gayet başarılı olabilir. Fakat görselliğin öneminin ve yaşamın hızının artmasıyla insanlar sanırım artık başkaları hakkında derinlemesine düşünmekten çok bir an önce kesin bir yargıya varmak istiyorlar ki bu hiç de tasvip etmediğim bir durum.

Oyundan alıntılayacak olursam yüzünü değiştiren kahramanımız daha önce hiç karşılaşmadığı özgüveniyle, estetik olduktan hemen sonra tanışır ve artık toplum tarafından yakışıklılığı onay gördüğü için çok da dikkat çekici hale gelir. Bu da onun bir özgüven patlaması yaşamasını sağlar. Ne var ki bu özgüven yanıltıcıdır, özden gelmediği sürece ne kadar sağlam olursa olsun güveni tamamen kazanamayız. Özgüven sahibi insanlar bile, hayatlarında özgüvensizliğe düşerken, insan kendini nasıl birkaç metal aletin garantisine bırakabilir ki? Görüldüğü gibi psikolojik açıdan çok da sağlıklı bir ruh yapısı ile karşı karşıya değiliz ve bu durum takıntıdan çok büyük ruhsal rahatsızlıklara kadar gidebilir. Bunun için de estetisyenlerden önce psikologlarla görüşülmesi taraftarıyım.

Görüldüğü gibi Çirkin, size güzellik, çirkinlik, estetik kavramlarını sorgulatıyor, hem de büyük emekle çalıştığı hissedilen bir ekiple. Oyunun yönetmeni, geçen sezon izlediğim Kontrabas ve Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni oyunlarından tanıdığım Metin Belgin… Oyuncularsa, Karanlık İşler ve At oyunlarında seyrettiğim Tolga Evren, ki oyunun baş kahramanı olarak az evvel bahsettiğim özgüven patlaması ve devamında gelen süreci çok iyi yansıttığını düşünüyorum, temposunu hiç düşürmedi ve karakterini ne kadar iyi çözümlediğini oyunculuğuyla gösterdi. Bu oyunla beraber kendisini tanıdığım Simay Tuna, geçen sezon Opera Komik’te izlediğim Nişan Şirinyan ve daha önce “Anita’nın Aşkı” oyunundan hatırladığım ve bu oyunda birden çok karakteri başarıyla yansıttığını düşündüğüm Şamil Kafkas ise “Çirkin”’in etrafındaki karakterler. Bu karakterler birden fazla rolü oynadığı ve geçişler de çok iyi sağlandığı için oyunu dikkatiniz dağılmadan izleyebiliyorsunuz.

Benim oyuna dair tek olumsuz eleştirim, metne dair: İlk defa Marius Von Mayenburg’a ait bir oyun izledim ve metnin çok daha vurucu olabileceğini düşündüm, elbette bu yazarın seçimidir, bana daha derinlemesine yazılabilir ve incelenebilirmiş gibi geldi… Belki o zaman daha vurucu olabilirdi “Çirkin…”