SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.

14 Ekim 2013 Pazartesi

“80’LERDE LUBUNYA OLMAK”


                                     “80’LERDE LUBUNYA OLMAK”


Konsept-Kurgu-Yönetim: Ufuk Tan Altunkaya   

Metin: Siyah Pembe Üçgen Derneği İzmir

Proje Koordinasyon: Didem Kaplan

Proje Asistanı: Ömer Kaan Aydın

Video Tasarım: Çağla Çağlar

Tema Müzik: Emre Akad

Proje Danışmanı: Ozan Ünlükoç

Teknik Yönetim: Ahmet Özer

Oyuncular: Ayşe Gülerman, Burcu Şeyben, Elit Çam, Gözde Seda Altuner, Neşem Akhan

 
Sezon açılmadan bir süre önce alternatif  (bağımsız) tiyatrolar kapsamında, ekim ayında “AltFest ‘13” (Alternatif Tiyatro Festivali) adında bir festival düzenleneceği duyuruldu. Bu festival, çalışmalarını ilgiyle takip ettiğim bağımsız tiyatroların oyunlarını içeriyordu. Kendim de dâhil olmak üzere bu alternatif tiyatroların pek çok sadık seyircisi olduğunu biliyorum ama festivalde yer alan grupların oyunlarına ve yerli metinlere dikkat çekmek adına böyle bir festival oluşumu beni heyecanlandırdı.  Zira sansüre uğramadan, bağımsızca tiyatro yapabilmek Türkiye’de, daha doğrusu İstanbul’da kolay değil. Söz konusu tiyatroları ( yazımın sonunda vereceğim linkte bu tiyatrolar hakkında geniş bilgi sahibi olabilirsiniz) her şeyden önce cesaretleri için takip ediyorum. Türkiye’ye dair küçük çaplı bir belgesel olarak da alabiliriz bu sahnelerin oyunlarını.  Festivalden örnek vermem gerekirse  “Gezerken”,  “Bir Kadın Uyanıyor”, “80’lerde Lubunya Olmak”, “Obeb”… Toplumsal duyarlılığı yansıtıyorlar.
 
Festival repertuarı açıklanmaya başlayınca ilk gözüme çarpan “80’lerde Lubunya Olmak”  oyunu oldu. Oyunun metni, 2012 yılında İzmir’de Siyah Pembe Üçgen Derneği’nin 80’li yıllarda Türkiye’de yaşamış çeşitli translarla yaptığı söyleşilerden oluşan kitaba dayanıyor. Bu kitabı pdf formatında internet üzerinde bulabilirsiniz.
Mekân Artı da bu alternatif tiyatro mekânlarından. Harbiye’de Hilton Oteli’nin karşısındaki sokakta 2010 yılında bir oto-garajının dönüştürülmesiyle oluşturulmuş. Bir mahalle arasında böyle bir tiyatro olması çok kıymetli. Takip edebildiğim kadarıyla alternatif sahneleme örnekleri de verdiler. Cumartesi Anneleri’ni ve gözaltı kayıplarını konu alan “Bizde Yok” oyununda oyunun yarısına kadar seyirci oyunu gözleri bağlı bir şekilde izliyordu. Bir konsept yaratarak tek seyircilik oyunlar da oynadılar.
Oyuna belli bir süre kala oyunun tanıtım videosu internette paylaşıldı. Oradan hareketle nasıl bir oyunla karşı karşıya olacağımız hakkında bir fikrimiz de oldu. Nitekim kapılar açılınca sahnenin bir pavyona dönüştürüldüğünü gördük. Pavyonlardaki gibi ön sırada masalar (ki oyun başlamadan garsonun masa masa dolaşıp “milli içkimizi” servis etmesi manidardı), arka sırada ise seyirci koltukları vardı. Oyun, pavyonda geçtiği için bol müzik kullanılmış. Temelde iki transın hikâyesi odaklı oyunda, şarkı+ hikâye, hikaye+şarkı sıralaması yapılmış.
Oyundan çıktığımda kafamda söyleşilerin yer aldığı metne ve oyuna dair pek çok soru vardı. Öncelikle metni internet üzerinde buldum (yazımın sonunda bu linki paylaşacağım) ve hepsini dikkatle okudum. (Bu söyleşiyi, yalnızca tiyatroyla ilgili olan kimselerin değil “bu ülkede translar nerede?”,  “geçmişte ne olmuş?” sorularını soran herkesin okumasının gerekli olduğunu düşünüyorum) Söyleşilerin yer aldığı metin, oyunda kısaltılarak kullanılmış ve metinle oyunu karşılaştırınca “keşke şurası da oyunda olsaymış” dediğim noktalar oldu.
İkinci olarak, “ evet, bu hikâyeler gerçek ve çok acıklı ama sahneleme olarak daha farklı olamaz mıydı” diye düşündüm. Söyleşilerde de görebileceğimiz gibi pavyonlar, gece kulüpleri trans bireyler için yabancı mekânlar değil ancak oyunda hikâye odaklı bir anlatım sanki daha vurucu olurdu.  Mesela mekân, pavyon sahnesi yerine pavyonun kulisi olsaydı ve yine arka planda “az sonra sahne alacak” havası verilseydi ve biz hikâyeleri bu şekilde dinleseydik, seyirci üzerinde daha sağlam bir etkisi olurdu. Bu etkiyi, vuruculuğu şu açıdan önemsiyorum, trans bireylerin yaşadıkları hiç kolay hazmedilir şeyler değil ve bu yaşananlara herhangi bir şey eklemek dahi düşünülemez, çünkü tecavüz ve işkenceyi görüyorsunuz ama diğer yanda sahnede o hikâyeyi dinlerken bir anda şarkıya geçiliyor, işte o zaman o hikâye, şarkılarla bölünmüş oluyor. Bu tabi ki benim düşüncem, söyleşilerdeki trans bireylerin fikirleri nasıl olurdu açıkçası onu da merak ediyorum. Oyunu izlerken, elbette anlatılanlardan içim acıdı, aksi, insani özelliklerini kaybetmemiş kimse için düşünülemez ancak “aman bu kasvetli hava dağılsın” denerek müziğe girildiği zaman o hikâye yarım kalıyor. Her ne kadar şarkılar o acıları yansıtabileceği düşünülen arabesk müziklerden oluşmuş dahi olsa. Öbür türlü sadece hikâyeye dayalı olsaydı o zaman tam bir trajedi olurdu gibi düşünülebilir ama zaten burada o trajedi aynılığıyla yansıtılması gereklidir diye düşünüyorum.
Oyunculuk anlamındaysa, -karşılaştırmak doğru olmasa bile- “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi” oyunundaki rolüyle Sumru Yavrucuk’u aradım. Daha doğal olabilirdi düşüncesindeyim.
“80’lerde Lubunya Olmak” oyununu da “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi” oyununu da bir dönem LGBT’de çalışmış ve pek çok trans birey tanımış bir arkadaşımla izledik, Sumru Hanım’ın oyunundan çok etkilenerek çıkmıştık. Bu oyundan çıkınca ise “bu daha iyi olamaz mıydı ya da şu şöyle mi olmalıydı” diye düşündük. Arkadaşım “ilk transın kostümü bir trans için uygundu ama diğer kostümler daha göz alıcı olabilirdi” dedi.
Türkiye’de transeksüelliği biraz olsun araştırmış biri, zaten konuya hâkimdir, hâkim olmasa bile yaşanan ve yaşanmış olan transfobik kıyımdan içi acımıştır, bu kıyımlar hesaplaşılması gereken sonuçlar doğurmuştur. Bunu, her şeyden önce, bu ülkenin (hele de demokratik olduğunu ifade ediyorsak) bir vatandaşı olarak kabul edip belirtmek zorundayız. Bu nedenle, metni oluşturan söyleşileri çok önemsememe rağmen oyundan aynı etkiyi alamasam da, transeksüelliği göz ardı etmemesinden, gündemde tutmasından dolayı Mekan Artı'yı ve bağımsız tiyatroları önemsiyorum. Ben bu oyunu, teatral açıdan bakınca eksik buldum, tatmin etmedi ama şunu unutmayalım ki burada önemli olan bir diğer nokta ise transseksüelliğin “sahnelenebilir” olma imkânı. Bağımsız sahneler olmasa ancak fars olarak izleyebilirsiniz, tabi bu durum eşitliği savunan aydın seyirciyi tatmin etmek bir yana, toplumsal transfobiye katkı sağlayacaktır.
 
İlgili olarak:
1)    “80’lerde Lubunya Olmak” kitabı linki: http://www.siyahpembe.org/80lerde-Lubunya-Olmak-Web.pdf
 
2)    Bu sene yayımlanan “90’larda Lubunya Olmak” kitabı Siyah Pembe Üçgen Derneği’nden temin edilebiliyor.
 
 
3)    AltFest ve Alternatif Sahneler ile ilgili olarak: http://www.altfest.org/
 
                
           
    

6 Ekim 2013 Pazar

"YOKUŞ AŞAĞI EMANETLER"


                             “YOKUŞ AŞAĞI EMANETLER”

     ALTIDAN SONRA TİYATRO& LOKOSTOFF! ORTAK YAPIMI

 
Yönetenler: Yaman Ömer Erzurumlu – Wilhelm Schneck

Teknik Sorumlu: İhsan Dehmen     

Teknik Asistan: Onur Kiraz

Ses Tasarım: Onur Kahraman

Fotoğraflar: Erhan Yürük

Afiş Tasarımı: Alper San

Oyuncular: Gülşah Fırıncıoğlu, İsmail Sağır, Kathrin Hildebrand (konuk oyuncu), Selen Şeşen, Sinem Öcalır, Yaman Ömer Erzurumlu
 
 
                              
Haziranda sezonun kapanmasından bu yana tiyatro ile ilgili pek çok oyun kitabı, makale ve deneme okudum. Tüm bu okumalar tiyatroya dair ilgim ve birikimimi geliştirmemi sağlarken, aynı zamanda her zaman “acaba daha farklı bir tiyatro nasıl yapılır” sorusunu düşündürdü. Lisans tezim için seçtiğim oyunu çevirirken Fransa tiyatrosunu tanıma fırsatım olmuştu ve İtayan sahne anlayışının yanında pek çok alternatif tiyatro örneği bulunduğunu görmüştüm. Bu tiyatroların oyunları, kimi zaman bir çatı katında, kimi zaman bir ormanda, kimi zamansa bir çöp konteynerında oynanabiliyordu. İstanbul’da da oyunlarını, tiyatro anlayışlarını çok önemsediğim alternatif tiyatrolar var (ve iyi ki de var, artık kıymetlerini çok daha fazla bilmemiz gerekiyor).  Ancak bugüne kadar hiç tiyatro salonu dışındaki bir mekânda (“Yokuş Aşağı Emanetler”, Gönül Sokak, İstiklal Caddesi ve Kumbaracı Yokuşunda geçiyor) geçen bir oyun izlemediğim ve “daha değişik ne olabilir” düşünceme yanıt verdiği için “Yokuş Aşağı Emanetler” farklı bir deneyim oldu. Oyunun ortak yapımcısı Alman Lokostoff! Tiyatro topluluğu ise on iki yıldır oyunlarını tiyatro salonu dışında sergiliyormuş, bir tramvayda “Hamlet” oynamışlar. Başarılı ya da başarısız olsun, deneme cesaretini göstermek bile bence çok önemli. Ki bu cesaretin tiyatronun dinamizmini sağlayacağına inanıyorum.
Oyunun teması “kentsel dönüşüm”. Oldukça geniş olan bu temayı beş karakter üzerinden izliyoruz. Her yemeğin bir hikâyesi olduğunu söyleyen Rum aşçı Dudu (Gülşah Fırıncıoğlu), fiziki anlamda sağ kolu olmayan ama başkasının “kolu olmuş” anahtarcı (Yaman Ömer Erzurumlu), bir palyaço (Selen Şeşen), bir kâğıt toplayıcısı ( İsmail Sağır) ve oyunun en başından beri seyirciye eşlik eden en aktif karakter kibritçi kız (Sinem Öcalır). Oyun, Gönül Sokak’ta başladığında size “abla/abi kibrit alır mısın” diye soruyor. Tıpkı kâğıt toplayıcısı Yusuf’un Kumbaracı yokuşunda kendi hikâyesini anlattığı zamanki gibi, oyunculuk konumunda en ufak bir abartı görmüyoruz. Gerçekçi karakterler ve sade oyunculuklar. Fakat burada Palyaço ve Dudu’ya biraz daha yer verilemez miydi diye düşündüm. Gerçi Dudu bize hikâyesini anlatıyor ama Palyaço’ya dair bir bilgi öğrenemedik. Bu karakterlerin dışında Anahtarcı da hikâyesini anlatıyor ama beni en çok etkileyen karakterler Kibritçi Kız ve Yusuf.   Bu etkilenme durumunu ise oyunculuktan ziyade bu iki karakterin baskın tutulmasına bağlıyorum. Oyundaki rollerin ağırlığı bana göre 1) Kibritçi Kız, 2) Yusuf, 3) Anahtarcı, 4) Dudu ve 5) Palyaço şeklinde. Seyrederken aynı zamanda yoldan geçen bilet almamış seyircinin tepkilerini de gözledim, bu açıdan bakıldığında Palyaço ilgi uyandıran bir karakterdi. Tabi bu seyirci nüfusunu arttıran diğer nokta ise Palyaço’yu İstiklal’de izliyor oluşumuzdu. İnsanlar merak ediyor, ilgi gösteriyordu. Yusuf’un hikâyesini dinlerken ise yokuşa indiğimiz için sadece biletli seyirci ve arada yoldan geçen birkaç kişi vardı. Yusuf’un sahnesi bence bu oyunun oyunculuk anlamında en zor sahnesiydi. Hem karakterin hareketini yansıtmak, hem öyküsünü anlatmak, bir yandan sırtında kocaman kâğıt toplama torbası varken yoldan geçen arabalara yol verip (hatta kimisinde “geç abicim” diye takılarak) seyircinin de ilgisini bir an kaybetmeden oyunu devam ettirmek kolay olmasa gerek. Bunun için İsmail Sağır’ı tebrik ediyorum.
Beş karakter izlesek de “kentsel dönüşüm” adı altında dönüştürülmeye, hikâyelerinden koparılmaya, uzaklaştırılmaya çalışılan bir toplum ve öğeleri arkaplanda sözü edilen.  Oysa Dudu’nun dediği gibi hikâyesiz yemek olur muydu? “Kırk yıllık hatırı olduğu söylenen bir fincan kahveyi bir masa etrafında beraberce içmek” kendi arzumu da dile getirmesinin yanında, oyundan aklıma kazınmış önemli bir söz.
“Yokuş Aşağı Emanetler” ekim ayında sadece 23’ünde oynayacak. Kasımda oynar mı bilmiyorum ama kış nedeniyle bahara kadar olmayacak. Oyunun bir sene önce prömiyer yaptığını da varsayarsak, geç kalmadan izlemenizi isterim. Oyunu –tabi biletinizi aldıktan sonra- Sultanahmet Köftecisi’nin yanındaki Gönül Sokak’ta Propaganda’nın yanında kurulmuş standtta kimliğiniz karşılığında kulaklık alarak izleyebiliyorsunuz. Tüm sahne geçişleri, mekân değişiklikleri ve ses sistemi sorunsuz işledi, seyircinin dikkati dağılmadı, aksine gitgide daha da ilgi duydu, güvenlik konusunda da bir sıkıntı yaşanmadı. Dilerim bundan sonra bu tarz dış mekân oyunları artar. Ki artması yepyeni bir tiyatro seyircisi sağlayacağı inancındayım.
Son söz: Gezi Direnişinden sonra içlerinde Kumbaracı50’den Yiğit Sertdemir’in de yazarı olduğu dört yazar dört farklı hikâye ve oyuncuyla “Gezerken” adlı oyunu sahnelemeye başladılar. Bu oyun haziran ayından beri İstanbul’un pek çok parkında sergilendi. Henüz izleyemesem de dış mekânda oynanan bir diğer oyun olarak örnek gösterilebilir. Altfest adı verilen yeni metinlere dayalı tiyatro festivali kapsamında yarın akşam ilk olarak bir kapalı mekânda (Maya Cüneyt Türel Sahnesi) sahnelenecek.
 
                                          
 
                                        

30 Mart 2013 Cumartesi

“İSTANBUL EFENDİSİ”


                        “İSTANBUL EFENDİSİ”


Yazan: MUSAHİPZADE CELÂL                  

Yöneten: ENGİN ALKAN

Dramaturgi: SİNEM ÖZLEK

Koreografi: SENEM OLUZ

Sahne Tasarımı: BARIŞ DİNÇEL

Işık Tasarımı: MURAT İŞÇİ

Kostüm Tasarımı: DUYGU TÜRKEKUL

Yönetmen Yardımcısı: ZAFER KIRŞAN, VOLKAN AYHAN, ASLI NİMET ALTAYLAR, SELİM CAN YALÇIN

Süre: 2 SAAT 45 DK. 2 PERDE

 

OYUNCULAR

BERNA ADIGÜZEL, CİHAN KURTARAN, ÇAĞLAR ÇORUMLU, ÇIĞDEM GÜREL, DERYA ÇETİNEL, EMRAH ÖZERTEM, ENGİN ALKAN, HAMİT ERENTÜRK, HÜSEYIN TUNCEL, MURAT ÜZEN, REYHAN KARASU, SELİN TÜRKMEN, SENEM OLUZ, SERKAN BACAK, SEVİL AKI, SEVİNÇ ERBULAK, TANKUT YILDIZ, TUĞRUL ARSEVER, ÜMİT DAŞDÖĞEN, VOLKAN AYHAN, ZAFER KIRŞAN

 

Geçen sene bu zamanlarda  “Lüküs Hayat”’ın önemine dair bir yorum yazmıştım, neredeyse dört saat (üç perde) süren bu klasik müzikal, Türk kültürünün en önemli müzikalleri arasında. Fakat ben bu klasik müzikalimizin yanında “İstanbul Efendisi” oyununun da önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. 2008 Ekiminde prömiyerini yapan oyun, farklı oyuncularla beşinci sezonunu kapatıyor.

Müzikaller ve müzikli oyunlar, güncel Türk tiyatrosunda az yer kaplıyor. “İstanbul Efendisi” bu sezon izlediğim 50. oyun, ama bu sezonda izlediğim dördüncü müzikal. DevletTiyatrosu’nun “Sidikli Kasabası Müzikali” dışında izlediğim tüm müzikaller Şehir Tiyatroları’na ait: “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”, “Kabare”, “Şark Dişçisi,” “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” ve yakın zamanda prömiyer yapacak “Hıdrellez”. “Sidikli Kasabası Müzikali” oyuncuları itibariyle genç ve yetenekli oyuncular barındırıyor (özellikle Nebi Birgi’nin oyunculuğunu çok sevmiştim), onların çabasını ve emeğini hissediyorsunuz ama ben metni ve rejiyi çok beğendiğimi söyleyemem. Şehir Tiyatrolarında izlediklerim arasında ise “Kabare” hariç tüm müzikaller bizim kültürümüze ait. Elbette beğeni kıstasımı kendi kültürüm oluşturmuyor, örneğin Zuhal Olcay’dan “Evita”’yı izlemek çok hoş olurdu ya da batı kaynaklı başka müzikalleri…

“İstanbul Efendisi” benim çok severek ve gülerek izlediğim bir oyun oldu. Bunda Engin Alkan rejisinin, tüm oyuncuların ve orkestranın da çok önemli payı olduğunu düşünüyorum. Sahnede “daimi” bir başrol görmüyor, her karakterin yaşantısına tanık oluyoruz. Ayrıca işin müzikal yanıyla ilgili söylemem gereken bir nokta da her oyuncunun sesinin kusursuz olması. Hiç kimse ne oyunculuğuyla ne şarkı söylemesiyle bir diğerinin önüne geçmedi.
 
                                            

18. Yüzyıl Osmanlı yaşamının bir parçasını görüyoruz, “Bu Akşam Gün Batarken Gel”, “Çile Bülbülüm”, “Kalenin Bedenleri” gibi güzel şarkılar barındıran bir repertuar eşliğinde. Özellikle “Kalenin Bedenleri”nin üç ayrı dilde söylenmesi, oyunun bence ayna özelliği gösteren önemli bir sahnesi, kültürel açıdan…

Ben bu oyunu büyük keyifle izledim, size de tavsiye ederim, yeter ki “geç kalmayın, erken gidin.”
 
Meraklısına "İstanbul Efendisi Ardiyesi": http://istanbulefendisiardiyesi.tr.gg/ANA-SAYFA.htm
                                       


 

27 Mart 2013 Çarşamba

“EVARİSTO”


                                 “EVARİSTO”

“İnsanların yaptıkları kötülükler yıllar boyunca hatırlanır ama yapılan iyilikler kendileriyle mezara gömülürler…”

“İnsanlık tarihi dediğin nedir ki çuval çuval kül…”

 


Yazan: Civan Canova                                 

Yöneten: Nihal Koldaş

Oynayan: Ayşenil Şamlıoğlu

Mekân ve Kostüm Tasarım: Başak Özdoğan

Işık Tasarımı: İsmail Sağır, Onur Kiraz

Asistan: Sinem Öcalır

Fotoğraf: James Hughes

 

Kumbaracı50’nin “6 Üstü Oyun” Projesi’nin ilk oyununa birkaç hafta önceki yazımda değinmiştim: “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi” adlı bu oyun, çok önemli bir konuya, toplumumuzda transseksüellerin yerine değinmekte… Gerek konusu gerek Sumru Yavrucuk’un sahnede devleşmesiyle bu sezon izlediğim oyunlar arasında önemli bir yer almıştı “6 Üstü Oyun /1”…
                          

 O zaman da değindiğim gibi “ 6 Üstü Oyun” projesi altı farklı yazarımızın yazdığı, teması “bugün” olan tek kişilik oyunlar. İlkinin heyecanından sonra ikincisi “Evaristo”’yu da merakla bekliyordum. Bu merakın kaynağı da metnin yazarı Civan Canova’nın tiyatroya ilgilenmeye başladığım zamanlarda okuduğum ilk yazarlardan olması. Aynı zamanlarda izlediğim “Ful Yaprakları” oyunu benim için çok özeldir. Bu sezon Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenen “Düğün Şarkısı”’ ise bana çok hitap etmedi. Bununla beraber “Evaristo” oyununu gerek metin gerek reji gerek oyunculuk gerek de ışık ve mekân tasarımı açısından çok beğendim.

Kendini ilk bakışta ele vermeyen bir oyun “Evaristo…” Çöp ev benzeri bir sığınakta geçmekte. Sığınağa uygun loş ışıkta “Evaristo”nun hikâyesine tanık oluruz ve öykü ilerledikçe taşlar yerine oturur. Tabi bu arada, her repliğin altını çizmek lazım. Özenle hazırlandığı belli olan bu oyuna hakkını teslim etmek için büyük bir dikkatle takip etmek gerekiyor. Girişte yazdığım gibi “insanlık tarihi dediğin nedir ki, çuval çuvak kül” repliği oyunun önemli bir mesajı. Her ne kadar temel olarak 2. Dünya Savaşı yıllarını konu alsa da, Evaristo bugünden de bahsediyor. “Vietnam’dan Sırbistan’a kadar pek çok yerde savaş oldu” repliği 1940’lardan günümüze kadar olan savaşlara gönderme yapıyor. Bu açıdan bakıldığında oyun broşüründe de değinildiği gibi karanlık ( ki loş ışığın bu karanlığı yansıtmada çok önemli olduğunu düşünüyorum) ve sert bir oyunla karşı karşıyayız. Fakat bu sertlik Ayşenil Şamlıoğlu’nun, karakterini yansıtırken geçirdiği anlık değişimler ve dönüşümlerle mizahi bir anlatıma da göz kırpıyor. Oyunculuk açısından ele alırsam, “Evaristo” her zaman her yerde karşılaşılmayacak bir karakter olduğundan seyirciyle arasına koyduğu mesafeyi başarıyla hissettiriyor. Karakterle bağdaşmamanın da seyirciye düşünme ve tanıma fırsatı verdiğini düşünüyorum. Bu açıdan Nihal Koldaş’ın rejisini ve Ayşenil Şamlıoğlu’nun oyunculuğunu çok başarılı buldum.
                                          

Oyun, sizi belki hemen içine almıyor, bu açıdan seyirciye de görev düşüyor, ne var ki oyunu algıladıktan sonra, böyle bir oyun izlemenin hazzını da yaşıyorsunuz. Ben, “6 Üstü Oyun Projesi”’nin iki oyununu da çok sevdim, diğerlerini de merakla beklemekteyim… İlk durak “6 Üstü Oyun/3: Tık Tıkıdı Tıkılap”.
                                        

 

26 Mart 2013 Salı

“SANAT” DEYİNCE…


                            “SANAT” DEYİNCE…

 

Yazan: Yasmina Reza                     

Çevirmen: Gencay Gürün

Yöneten: Atilla Şendil

Dekor Tasarım: İlayda Çeşmecioğlu

Işık Tasarım: Sema Öztaş

Kostüm: Seval İşgören

Müzik: Server Acim

Oyuncular: Bekir Aksoy, Hakan Gerçek, Rüzgar Aksoy

 

Başıma çok gelmiştir. “Aman Onur bu film de ne anlatıyor, bu kitap çok ağır, sen de ne anlıyorsun bundan, boşver bunları…” diyenlerin sayısı -ne yazık ki- hiç de az değildir. Sanat yapıtlarını özümsemek elbette her zaman kolay olmayabilir ve olmamalıdır da ki bize de kendimizi ve zekâmızı geliştirme imkânı versin…

Ben artık bir yapıta direk “sevdim”  ya da “sevmedim”  diyemiyorum. O yapıtı izlerken ilk aşamada sıkılsam bile sonradan düşününce aslında ne kadar dolu ve verici bir eser olduğunu algılıyorum. Bence bir eserin önemi de buradadır. Düşünme payı bırakması. Şayet bırakmıyorsa yüzeyselliğe kaçmıştır.

“Sanat” oyununun çıkış noktası ise Serge’in (Hakan Gerçek) beyaz üzerine beyaza çok yakın tonlarla çizilmiş bir tabloya iki yüz bin değerinde bir rakam ödemesinin Marc’ı ( Bekir Aksoy) rahatsız etmesi. Marc bu duruma büyük bir tepki gösterir. Burada sorgulamamız gereken çeşitli noktalar var:  “Bir sanat eseri, neye göre değerlenir?” , “arkadaşlarımızın zevklerine nereye kadar karışma hakkımız vardır?”…

Oyundaki tablonun abartısının durumun önemini anlatmakta önemli olduğunu düşünüyorum.  Zira “arkadaşlık” kavramı özünde sevgiden de önce saygıya dayanmalıdır. Ne var ki, bu her zaman böyle olmaz. Dostlarımız, bizim zevklerimizi anlamadıkları için önemsemezler, bizi yönetmeye çalışır, bize kendi zevklerinin en doğru olduğunu benimsetmeye çalışırlar, belki bilinçsizce yapılır bu davranış ancak kendi zevklerinin üstünlüğünü kabul ettirmek, anlamadan yargıladıkları sanat eserlerini incelemekten ( sevmek demiyorum) daha kolaydır. Burada bir sevgisizlik değildir söz konusu olan. Marc, Serge’i sevmese onunla vakit geçirmek istemezdi. Ne var ki önemini yitiren, saygı ve anlayış kavramlarıdır. İşte bu noktada “arkadaşlık” kavramını sorgulatır oyun bizlere, Ivan’ın (Rüzgar Aksoy) da katılmasıyla, hesaplaşma başlar.

“Van Gogh” ve “Üstü Kalsın” oyunlarından bildiğim Hakan Gerçek, “Ay Tedirginliği” oyununda izlediğim Bekir Aksoy ve ilk defa bu oyunda izleyip performansını beğendiğim Rüzgar Aksoy, sade oyunculuklarla, hikayeyi gerçekçi kılıyorlar. Yasmina Reza, 2010 yılında Devlet Tiyatrosunda izlediğim “Vahşet Tanrısı” oyunun yazarı. Bu metin, 2011 yılında Roman Polanski tarafından filme de alınmıştı. Özlerinde aynı sorunu anlatıyor metinler: Çevremize nasıl davrandığımız, nasıl bir insan olduğumuz ve saygı kavramına yaklaşımımız. Oyunda, metnin ve oyunculukların birbirini tamamladığını düşünüyorum, birbirlerini geçme derdinde değiller. Metin, oyunculara iyi bir deneyim sunarken, oyuncular da bu deneyimi başarıyla değerlendiriyorlar. Oyunun rejisi ise “Michelangelo”  adlı oyundan bildiğim (bloğumda yazmıştım ama yine tekrarlayayım, kaçırmayın, bilet bulunmuyor) Atilla Şendil’e ait. O oyunda başroldeydi. “Sanat”’ı seyirciyi sıkmadan, ona düşünme payı bırakacak şekilde yönetmiş Şendil. Metnin kusursuz çevirisi ise Gencay Gürün’e ait.

Sözlerime ek olarak şunu söylemek isterim ki sanat hayatımızın önemli bir noktasıdır, iyi ki de öyledir, ne var ki biz bu sanatı, günlük yaşamımıza da uygularsak, yaşamımız daha keyifli olacaktır. Hayatı, sanat gibi yaşamak dileğiyle…
                                    

15 Mart 2013 Cuma

TARANTİNO FİLMLERİ TADINDA “INISHMORELU YÜZBAŞI”


     TARANTİNO FİLMLERİ TADINDA “INISHMORELU YÜZBAŞI”

Yazan: Martin McDonagh               

Çeviren: Mehmet Ergen

Yöneten: Murat Karasu

Dekor Tasarımı: Ethem Özbora

Kostüm Tasarımı: Yıldız İpeklioğlu

Işık Tasarımı: Akın Yılmaz

Müzik: O. Enes Kuzu

Yönetmen Yardımcısı: İlkay Akdağlı

 

 Oyuncular:

 Donny: Cengiz Baykal

 Davey: Engin Şahin

 Padraic: Reha Özcan

 Mairead: Deniz Elmas

 Christy: Hakan Şahin

 James: Can Öztopçu

 Brendan: İlkay Akdağlı

 Joey: Orkun Gülşen

 

Sahne Amiri: Reşit Arslan

Kondüvit: Ersin Sönmez

Işık Kumanda: Gökhan Gülçebi

“Inishmorelu Yüzbaşı” oyunu Martin McDonagh’ın izlediğim ikinci metni. Birkaç hafta önce Asmalı Sahne’de izlediğim fakat vakitsizlik sebebiyle bloğumda değerlendiremediğim “Yalnız Batı” oyunu, birkaç sezon önce sahnelenen ve izleyemediğim için üzüldüğüm, “acaba nasıldı?” dediğim  “Yastık Adam”  ve  “Leenane'in Güzellik Kraliçesi” oyunları da diğer önemli eserleri.
                          

Örgüt başı Padraic  “hayattaki tek arkadaşı” kedisi Arap öldürülünce çılgına döner ve babasıyla, babasının yardımcısını kurşuna dizmek ister. Ben metindeki - oyunun kitapçığında da belirtildiği üzere - kedi simgesini “vatan”, “namus”, “kutsal değerler” olarak ele alıyorum. Terörün sıradanlaştığı, her gün bir yerlerin patladığı, tarandığı zamanlardan geçiyoruz, bu belki hemen evimizin önü değil ama birkaç mahalle ötesi bile olabilir. Silahın varsa güçlüsündür, yoksa zayıf ve o silah bir gün sana da dönebilir. Bir kedi yüzünden, daha doğrusu “birisi için çok büyük önem taşıyan herhangi bir şey veya biri”  yüzünden hayatınızdan olabilirsiniz. Masumsanız bile (olmasanız bile cezası ölüm müdür, o da ayrı konu)…  Oyunda ayrıca cinsiyetçi bakış açısını da çok net görebiliyoruz, uzun saçlı erkeklere “karı kılıklı” ya da kısa saçlı kadınlara “oğlan çocuğu” denmesi gibi.

Oyunda silahlar patlar, yapma etler gösterilir, kan gövdeyi götürür… Bunlar elbette oyunun bir gereğidir. Bu sahnelerde çıkan seyirciler olduğunu duymuştum ve oyunu izlerken bizzat şahit oldum, elbette o seyircilere bir lafım olamaz, yalnız oyunu savunduğum nokta herhangi bir şiddet olmadan da böyle bir oyunun aynı sert etkiyi yaratamayacağı yönünde… Elbette şiddet yanlısı değilim, hele bu oyundan önce tiyatroda silah patlamasına son derece karşı olduğumu da belirteyim, ne var ki oyun gereği böyle olması gerekiyorsa da silah patlamalı. Hem o silahlar yan sokağımızda patlayınca oralı olmuyoruz da oyunda ateşlendiği zaman niye tepki gösteriyoruz? Belki düşünmeye buradan başlamak gerekiyor. Bu açıdan önemli bir metinle karşı karşıyayız.

Oyunun başarılı çevirisi ise severek takip ettiğim Mehmet Ergen’e ait. (Yönettiği “Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi” oyununu özellikle tavsiye ederim.)

Oyunculuklar açısından da doyurucu bir oyun “Inishmorelu Yüzbaşı”. Özellikle Reha Özcan’ın oyunculuğunu çok beğendim. Bloğumu takip edenler hatırlayacaklardır, geçen sene yorumumu yazdığım “Sezuan’ın İyi İnsanı” adlı oyundaki oyunculuğunu da çok beğenmiştim. Kendisini ilk defa birkaç sezon önce yine Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenen “Bedensiz Kadın”’da seyretmiştim ve bu oyunlardaki karakterleri birbirinden çok farklıydı. Yine de zannediyorum bu üç oyun içerisinden bu oyundaki performansı, şimdiye kadarkiler arasında en unutulmaz performansıydı.
                                     

Ayrıca Deniz Elmas’ı da performansından ötürü tebrik etmek isterim. Kendisini ilk defa geçen sezon “Aşkın Sıradanlığı” oyununda seyretmiştim ve bu oyundaki oyunculuğunda gördüm ki farklı karakterleri başarıyla canlandırıyor.

Oyunun dekor tasarımı ise Ethem Özbora’ya ait. Kendisini “Sezuan’ın İyi İnsanı” oyunundaki dekor tasarımından biliyorum. Hatta mavi arka fonu görünce oyunun “Sezuan’ın İyi İnsanı” ile bir bağlantısı olacak mı diye düşünmedim değil ama iki oyun birbirinden çok farklı.

Yorumları okuyunca bu oyun için “Quentin Tarantino filmleri tadında” denmiş, buna ben de katılıyorum. Bu sene Devlet Tiyatrolarında izlediğim en güzel oyunlar olan “Sessizlik” ve  “Yağmur Durduğunda”’ya “Inishmorelu Yüzbaşı”’yı da ekliyorum.

Güzel metin, başarılı reji, sağlam oyunculuklar, izlenmeli…
 
                                 

14 Mart 2013 Perşembe

“İNTİHAR MI CİNAYET Mİ?”


                        “İNTİHAR MI CİNAYET Mİ?”

      “Hayatı boyunca, soru sormayan bir kadının, tek soruyla hayatı değişebilir mi?”

 
 Yazan-Yöneten: Evrim Yağbasan

 Oynayan: Merve Engin

 Sahne ve Kostüm Tasarımı: Bahar Uyandıran

 Asistan: Enis Alper Yapıcı

 
Toplumsal duyarlılığı yüksek oyunları seviyorum. İçinde bulunduğumuz toplumu bireysel olarak nasıl geliştirebileceğimizi sorgulattığı için. Evet, belki var olan sorunlara bir oyun sayesinde “net” bir çözüm bulmak kolay olmayabilir ama sanatın dönüştürücü gücünü de gözardı etmemek gerek.

Dün akşam izlediğim “İntihar Mı Cinayet Mi” adlı oyun bana toplumumuzda kadının yerini bir daha düşündürdü. Eğitimleri önemsenmeyen, görücü usulüyle, büyüklerinin hatırına, fikri sorulmadan evlendirilen, yeteneklerini sadece kadınlar arasında yapılan “günlerde” gösterebilen, aldatılan, şiddet gören kadınlar…

Kahramanımız Aysel arafta beklemektedir. Bize hikâyesini anlatırken/Hikâyesini Allah ile paylaşırken onu tanıma imkânı buluruz. Eğitimini tamamlamadan evlendirilmiştir. İki çocuk annesidir. Genelde ses çıkarmaz, hesap sormaz. Henüz Aysel hakkında fazla bilgi vermedim ama bu kısa bilgiler bile ne kadar tanıdık değil mi? Elbette detaya girmeyeceğim ancak sonrasını da gazetelerden ya da haberlerden tahmin edebileceğiniz gibi toplumumuzda sıkça karşılaşacağımız bir öyküye sahip Aysel… Ayşe’den, Selma’dan,  Meral’den hiç farkı yok. İçine atar yaşadıklarını, susar, ta ki artık ses çıkartması gerektiğini fark edene kadar… İlk günden, en başından ses çıkartsaydı çok daha farklı olurdu elbet, olmasa bile denemeye değerdi…

(Aysel’in arafta olmasının nedeninin intihar mı cinayet mi olduğunu henüz öğrenmemişizdir)Aysel, intiharın büyük günah olduğunu belirtir, fakat arafta beklerken farkına da varır, onu o noktaya getiren, gözünü dönmesine sebep olan tüm o nedenler günah değil midir? Tek suçlu kadın mıdır? Bunu beklerken Allah’a da bunu sorar? Sessiz Aysel, her şeyi düşünür ve sorgular… Aysel araftadır, evet, fakat hala hayatta olan ve kurtarılması gereken kadınlar vardır, Aysel’le aynı kaderi paylaşacak kadınlar vardır, aynı olayların tekrarlamaması adına, kadınlarımızın eğitim alıp, özgürce yaşayabilmeleri ve haklarını koruyabilmeleri adına, ben bu oyunun Anadolu turnesine çıkmasını çok isterim. Merve Engin izlediğim bir önceki oyununa başlarken (Tiyatromuza büyük emekler vermiş Macide Tanır’ın vefat ettiği günün akşamı), Macide Tanır’ın sözüyle “tiyatroyu her akşam elbet bir kişi anlar” diye oynadım demişti, işte ben de o bir kişinin toplumu, kadınlara bakışı nasıl değiştirebileceğini düşündüğümden bunu istiyorum. Bir kişi bir bakmışsınız iki kişi etmiş, sonra üç… Asla umutsuz olmamak lazım.

Merve Engin’i daha önce “Kıyıya Oturmanın Böylesi” ve “Nerede Kalmıştık” oyunlarında izlemiştim, her oyunda farklı bir karakter yaratıyor Engin. “İntihar Mı Cinayet Mi” prömiyer yapalı birkaç hafta oldu ama ben şimdiden Merve Engin’in bundan sonraki oyunlarını, karakterlerini merak ediyorum. “Sinekler Sevişirken” ve “Kaplumbağalar Şişmanlamaz Çünkü Kabukları Vardır” oyunlarını kaçırdığıma üzülerek...

Peki, siz, bir kadının araftaki 55 dakikasına tanık olmak ister misiniz? Tavsiye ederim.
                                          

12 Mart 2013 Salı

"YAZ-BOZ"


                                         YAZ-BOZ

 
Yazan: F. Yüksel SENDAN

Yöneten: Tonguç DİKME

 Oynayanlar: Sencan Oytun TOKUÇ

 Öznur ÖZÇELİK DİKME

 Artun ÖZSEMERCİYAN

 Tonguç DİKME

 Cemre YÜCEKÖK

 

 Barkovizyon Çekimleri:

Yöneten: Ziya DEMİREL

Kamera: Doruk YEMENİCİ

Oynayanlar: Elif DUMAN, Canan GÜNAŞTI,

 Ceren TEKELİ, Çağdaş Ekin ŞİŞMAN

 

 Dekor: Murat DOĞAN

 Tunca Zeki BERKKURT

 

 Afiş-Broşür Tasarım: Artun ÖZSEMERCİYAN

 

Alışkın olmadığım oyunları seviyorum. Özellikle son zamanlarda İtalyan Sahne düzeninden biraz sıkıldığımı söylemeliyim. Tabi bu durum klasik anlayışa göre oynanan oyunları hiç sevmediğim anlamına gelmesin, onları da önemsiyorum ve takip edeceğim ancak tıpkı ilk defa bir oyunlarını izlediğim “Tiyatro Öteki Hayatlar” tiyatrosunun “Yaz-Boz” oyununda olduğu gibi küçük sahnelerde oynanan bir yaşama şahit olmak bana, büyük salonlarda büyük büyük oyunculuklarla oynanan oyunlardan daha samimi geliyor. Elbette, klasik anlayışa göre oynanan bir Shakespeare oyunu ya da başarılı bir Antik Çağ oyunu izlemek de bana keyif verir, fakat “modern Türk Tiyatrosu nasıl olmalıdır” diye durup düşündüğüm zaman bana küçük salonlarda seyirciyle iç içe oyun oynama fikri daha samimi geliyor. En azından bir alternatif olarak dikkatimi çekiyor. Dün de (10 Mart) keyifli bir Beyoğlu turu yaptıktan sonra Asmalı Sahne’de izlediğim bu mütevazı oyun, 8 Mart’ı geçtiğimiz şu günlerde kadınlıkla ve kadın olmakla ilgili düşündürdü.

Genel olarak baktığımızda toplumumuzda kadınlara bakış bellidir, kadının duyguları, düşünceleri arka plandadır, hatta bazen o kadar arkadadır ki görünmez bile, kadın bir yerde çalışsa bile yine de dikiş diker, alışverişe çıkar, temizlik yapar ama genel olarak düşünmez, sorgulamaz. Oyunun başkahramanı yazar, yarattığı Nesrin karakterini kendince şekillendirir ama bunun doğruluğundan kendi de emin değildir, Nesrin kendi duygularını sorgulamadan âşık olur ancak kahramanımız Nesrin’in aşkının “üzerine düşünülmüş, karar verilmiş bir aşk” olmasını ister… Başkasına hükmedebilir miyiz? Bu doğru mudur? Belki başkasını yöneterek onu kendimize âşık edebiliriz ama bu aşk gerçek bir sevgi midir, yoksa baskı sonucu oluşan bir etkileşim mi? Metne baktığımız zaman cinsiyetçi bir bakış açısı göze çarpmıyor ancak toplumun bakış açısını düşününce merkeze “kadın olmak” sorunu yerleşiveriyor. Özünde, başkahraman yazar, bir karakter yaratır ve onu yönetir ancak düşününce gerçek hayattan hiç de uzaklaşmıyorsunuz, insanları, çevrenizi yönetmek için illa ki doğaüstü güçlere ihtiyacınız yok, hoşlandığınız insanları sizi seviyorum demeye zorlayabilirsiniz, hatta bunu başarabilirsiniz ama samimi olmalarına zorlayamazsınız. Kahramanımız, bu samimiyeti arar. Karakter yazılmaktan çok kendi öyküsünü yaratmalıdır belki de… Kendi isteklerini özgürce, hür iradesiyle söyleyebilmelidir. Bunu insanlığa uyarlayabiliriz.

Oyundan beni etkileyen, kâğıt kalem çıkarıp not alma isteği oluşturan bir repliği de sizinle paylaşmak isterim: “Her zaman mükemmel olmak da mutsuzluk getirir, hata yapmazsak mutlu olmayı bilmeyiz ki…” Kelimesi kelimesine aklımda kalmasa da, özünde bunu anlatan bir replikti.

Geçen sene Kadınlar Gününde “Kargaşa” adlı oyunu izlemiştim Şehir Tiyatrolarında, 8 Mart için önemli bir oyundu. Bu sene de 10 Mart’ta “Yaz-Boz”’u izledim ve bu oyunu öncelikle kadına dayalı olarak alıyorum. Çünkü toplumumuzda örnekleriyle sık karşılaşıyoruz.

Oyun, sade, abartısız oyunculuklarla, başta söylediğim alternatif tiyatro arayışıma bir örnek oluşturuyor.

Sahneler arası geçişlerde kullanılan müzikler ise oyunu keyifli kılan bir diğer unsur, özellikle Mina’dan şarkısını duymak benim için büyük sürpriz oldu. (Hangi şarkı olduğu sürpriz olsun)

Çiçekli dekor ise oyunun “yazlık” havasını yansıtan güzel bir unsur.

Ayrıca barkovizyon çekimlerinin de oyuna renk kattığını düşünüyorum. Özellikle Sencan Oytun Tokuç’un “komşu kadınla tekrar buluşabilmek için bahane aradığı” sahnelerdeki oyunculuğunun bana çok keyif verdiğini söyleyebilirim.

“Yaz-Boz” başta da söylediğim gibi mütevazı bir oyun, sizi her pazar hikâyelerine şahit olmaya çağırıyor, benim için güzel bir deneyimdi…