SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.

3 Kasım 2012 Cumartesi

GERÇEK HAYATTAN ALINMIŞTIR


              GERÇEK HAYATTAN ALINMIŞTIR

                                                                "-Nasıl bu hale geldin sen?
 -Amanın! 30 sene sonra gelen soruya da bak sen! Sistem beni bu hale getirdi. Ya... Kaka sistem!"

Yazan: Yiğit Sertdemir

Yöneten: Arif Akkaya

Oynayanlar: Tomris İncer, Yiğit Sertdemir

Mekân ve Kostüm Tasarımı: Arif Akkaya, Yiğit Sertdemir, Tomris İncer, Gülhan Kadim

Işık Tasarımı: Arif Akkaya

Fotoğraflar: Gülay Yiğitcan, Alikemal Karasu / Klik Stüdyo

Hayata dair “soruları”, “sorunları” olan oyunları seviyorum. Bu sorunlar kimi zaman toplumsal kimi zaman da kişisel olabilir. Yeter ki, düşündürsün. Kumbaracı50 ve Arif Akkaya isimleri yan yana gelince ise, düşündürmeyen bir oyun düşünmek imkânsız. Yiğit Sertdemir’i Kumbaracı50 dışında iki sezon önce Şehir Tiyatroları’nda hem yazıp- yönetip, hem de oynadığı “Surname 2010” oyunundan tanıyorum. Arif Akkaya’yı ise yine Şehir Tiyatroları’nda yönettiği “Arzunun Onda Dokuzu( Dokuz Kadın)” ve “Otobüs” gibi önemli sorunlara parmak basan oyunların yönetmeni olarak tanıyorum. Özellikle “Arzunun Onda Dokuzu”’nun beni çok etkileyen bir oyun olduğunu söylemeliyim. “Otobüs” ise geçen sezon sonunda yaşanan Şehir Tiyatroları karmaşasında eleştiri oklarına hedef olmuştu. Kaldırılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığına göre hiç de boş bir oyun olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
“Gerçek Hayattan Alınmıştır” ise Kumbaracı50 üçlemesinin ilk oyunu. İkincisi “Barzo İle Konserve”, üçüncüsü ise önümüzdeki günlerde izleyeceğim “Dertsiz Oyun”.  

Psikolojik derinliğe sahip bir oyunla karşı karşıyayız. Bir anne-oğul buluşmasından ortaya ne çıkar? Duygusal sahneler mi, tartışmalar mı, şiddet mi, özlem mi? Bu satırları yazarken aklıma İngmar Bergman’ın “Güz Sonatı” filmi geliyor. Nasıl ki film İngrid Bergman ile Liv Ullman arasındaki geçmişe dair hesaplaşmaya dayanırsa, bu oyunda da bir anne ve oğul arasındaki hesaplaşmaya tanık oluyoruz. Burada olayın çıkış noktasını anlatacak değilim elbet. Beni asıl etkileyen, bir çocuğun sevgisiz kalıp, mutsuz bir 35 yılı içine atıp, yıllardan sonra bunu annesiyle paylaşması… Belki daha önce paylaşmıştır, paylaşmak istemiştir -annesi onu dinlemiş midir bilinmez- ama nihayetinde yıllar sonra bir hesaplaşma başlar. “35 yıllık az kullanılmış mutsuz bir hayat…” İnsan olarak, genellikle, her şeyi başkasına yüklüyoruz, kendimizi sorgulamıyoruz, derinlik aramıyoruz, anlamıyoruz, anlamak istemiyoruz, kendimizi yormuyor, çaba göstermiyoruz… Neden demiyoruz, nasıl demiyoruz. Oğul bunu anlamış olmalı ki annesine hesap sorar. ( oyunda bu hesabın şiddeti gitgide artacaktır) Anne ise (bunca yıl sonra pişman olmasını beklemek, çok mu iyimserce olur?) çok da oralı değildir, daha doğrusu kendince sebepleri vardır, kendine göre haklıdır, (ah şu haklılığın haksız terazisi, çoğu zaman insanın hep kendi tarafına çekiyor) peki çocuğunu anlamak ister mi? Görünürde acımasız değildir oysa, burnu kanayan, kusan oğluna peçete verir vermesine ama daha fazlasını şimdiye kadar verememiştir belli ki…

Bu saydıklarım, oyunun bana düşündürdükleri. Ama replikler arasında daha pek soruna göz kırpılıyor: 70’lerin siyasi ortamı, “yetmez ama evet” sloganıyla günümüz, kuşak çatışması ve tabi tiyatro. Kendi ilgi alanıma rahatlıkla girdiği için tiyatro ile ilgili kısımlar da özellikle ilgimi çekti. Bugün bile maalesef, bazı tiyatrolarda gerçek ses yerine abartılı konuşma tarzıyla karşı karşıyayız, bu beni de oyundan soğutan, oyunun içine girmemi engelleyen bir unsur. Doğallık çok önemli. Bu sebeple Tomris İncer ve Yiğit Sertdemir’i sade ve etkili oyunculuklarından ötürü tebrik etmek isterim. Bloğumu takip edenler hatırlayacaklardır, Tomris İncer’den birkaç ay önce “Dünyanın Ortasında Bir Yer” oyunundan sonra bahsetmiştim, Şehir Tiyatrolarındaki son oyunuydu ve ne kadar şanslıyız ki sanatsal yaşamına devam ediyor böyle önemli bir oyuncumuz. Kostümünü de ayrıca beğendiğimi eklemeliyim. Her şey gayet sadeydi ve bir o kadar da etkili. Ne de olsa gücünü bizlerden ve gerçek hayattan alan bir oyun “Gerçek Hayattan Alınmıştır…” Şiddetle tavsiye ederim!

                                   
                                 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder