SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.

28 Kasım 2012 Çarşamba

"BARSELO"


                                      BARSELO
      
         “Bu dünyada anandan başka hiçbir kadına güvenmeyeceksin!”

Yazan: Alper Kul
Yöneten: Eyüp Emre Uçaray
Yard. Yönetmen: Heves Duygu Tüzün
Oynayanlar: Ismail Karagöz (Pepe)
Deniz Celiloğlu (Jaws)
Musab Ekici (Lapa)
Emre Yetim (Kama)
Elit Çam (Polianna)
Aslı Menaz (Madonna)
Canan Atalay (Yael)

Dün akşamki tiyatro durağım İkincikat’tı. Alper Kul’un yazıp Eyüp Emre Uçaray’ın yönettiği “Barselo” adlı bu yeni oyun, Doğu’dan İstanbul’a gelen bir gencin “erkek olabilme”  ve erkek egemen toplumda “kendini var edebilme” durumunu anlatıyor.

Oyun beni iki açıdan oldukça düşündürdü: İlki, toplumumuzun ne zaman bu erkeklik hegemonyasından kurtulacağı oldu. Tahmin edileceği gibi cinsiyetçiliğin de dini ve etnik ayrımcılıktan hiçbir farkı yoktur. Bu durum kadın- erkek arasındaki eşitsizlikte görülebileceği gibi erkek-erkek veya kadın- kadın arasındaki insan hakları eşitsizliğinde de görülebilir. Bir delikanlı, “tam anlamıyla” erkek olmalıdır ki (en azından kendi çevresinde) söz sahibi olsun. Tabi ki heteroseksüel bir erkek olması itibarını kazanması için çok önemli bir adımdır ama hayat kadınlarıyla adım atılan erkeklik dünyasında en ufak bir hata kabul kaldırmamaktadır zira herkesin bir üstü vardır. “Racon” böyledir… Bu anlayış kadınlara kullanılması gereken meta olarak bakar. Yalnızca annelik kavramı kutsaldır. Ona güvenilebilir. Burada aklıma daha önce yine İkincikat’ta izlediğim “Yok Oğlum Biz Evdeyiz” adlı oyundaki bir replik geldi: Eşcinselliği aktif ya da pasif olma durumuna göre ayıran bir erkeklik anlayışı vardı orada. Çok genel bir kanıyı ele aldığı için bu homofobik anlayışı “Barselo”’nun karakterlerinde de görmek mümkün. “Gerçek” bir erkek dilerse kadının da erkeğin de( cinsel anlamda) hakkından gelir. Yeter ki “eşcinsel” olmasın. İşte algılamada sıkıntı çektiğim sorun da burada doğuyor: Bu karakterler bana ve eşitlik yanlısı insan anlayışına çok uzak ama sorunlar çok yakın. 

Oyundan çıktığımızda Beyoğlu’nda etek giymiş İskoç erkekler gördük. Bense “Pepeler (oyunun önemli karakteri) hemen bunların hakkından gelir” dedim. Ne kadar acı bir durumla karşı karşıyayız değil mi? Hemen yanı başımızda bir sürü Pepe, bir sürü Jaws ve bir sürü Lapa var. Bir de kadınlar… Kimileri insan tacirlerinin eline düşmüş ve çaresi kalmamış kadınlar… Bu açıdan baktığımızda oyunda büyük bir gerçeklik olgusu var. Bu olgu, başarılı bir metin, sahneleme ve oyuncuklarla pekişmiş. Özellikle İsmail Karagöz, Musab Ekici ve Canan Atalay’ın oyunculukları çok başarılıydı.

Oyunda, beni düşündüren ikinci nokta ise oyunun daha önce izlediğim “Yok Oğlum Biz Evdeyiz” ve “Aut”’a benzemesi. İkincisi yine bir Alper Kul-Eyüp Emre Uçaray işbirliğiydi. Az evvel metnin başarılı olduğunu söyledim, bu özellikle “Aut”’u görmemiş seyirciler için daha fazla geçerlidir. Metni tek başına ele alırsak hiçbir eksi tarafı yok, bana sadece aşırı derecede Aut’u anımsattı. “Bir yazar için benzer konulu oyunlar yazmak problem midir” diye düşündüm bir an, önemli konulardan bahsettiği sürece sorun olmaz ama tekrara da düşmemelidir diye düşünüyorum. Bu oyun bir tekrar değil, belki bir devam oyunu olabilir ama bundan sonrası ne olacak diye merak etmiyor değilim. Zira bir süre sonra her gün yollarda karşılaştığımız, bazen dik dik bakan, bazen bağıran bazen birilerini vuran ya da bıçaklayan “ağır abileri” sahnede görmek sıkıcı duruma da dönüşebilir.

Not: Oyun yeni olduğu için görsel bulunmuyor ancak burada paylaşmak için takipte olacağım.

25 Kasım 2012 Pazar

“KAZAEN- BEYOĞLU’NDA ÇARPIŞMALAR”


             “KAZAEN- BEYOĞLU’NDA ÇARPIŞMALAR”


Yazan-Yöneten: Nesrin Kazankaya      
Dramaturgi: Şafak Eruyar
Işık: Yüksel Aymaz
Dekor-Kostüm: Nilüfer Moayeri
Yön.Yrd: Zeynep Özden

Oynayanlar:
Mehmet Aslan
Nesrin Kazankaya
Linda Çandır
Zeynep Özden
İlker Yiğen
Bahar Karaoğlu

Asistanlar:
Evrim Artut
Gökçe Burcu Zümrüt

Beyoğlu deyince aklımıza neler gelir? Ya İstiklal? Anket yapmak isteyen çeşitli dernek görevlileri mi? Size kendinizi iyi hissettiren ve yol boyunca eşlik eden müzikler mi? Kitapevleri mi? Pasajlar mı? Kafeler mi? Türkü barlar mı? Sinemalar mı? Cumartesi Anneleri mi? Yürüyüşler mi? 1 Mayıs mı? Metalciler mi? Kendilerine başka hiçbir iş alanında çalışma imkânı bırakılmadığından seks işçiliği yapan transeksüeller mi? Halk mı? Burjuva mı? Hepsi birden mi?

İzlediğim “Kazaen (Beyoğlunda Çarpışmalar)” oyunu Beyoğlu’na bir ayna tutarak, bizleri toplumsal açıdan duyarlı olmaya çağırıyor. Entelektüel bir çift, bir müzikhol şarkıcısı ve ona tutkuyla bağlı koruması, Güneydoğu’dan gelen Dilan, uyuşturucu bağımlısı Rengin… Hepsi Beyoğlu’nda bugüne kadar yanlarından geçtiğimiz, belki fark ettiğimiz belki etmediğimiz, belki de fark edip şöyle bir bakıp geçtiğimiz “gerçek” karakterler… Bu açıdan Nesrin Kazankaya’nın metnini son derece “dolu” bulduğumu söylemeliyim. Elit kesimin halka bakışı, sadece bir resim taşıdığı için polis tarafından gözaltına alınan ve kötü muamele gören Dilan, kadın hakları,bıçaklanma ama şikayetçi olmama, uyuşturucu, her biri çok önemli konular… Oyun bu konu doluluğuna rağmen asla yüzeysele inmeden, her sorunu yerinde işleyerek etkileyici olmayı başarıyor.

Oyunda Nesrin Kazankaya ile birlikte oyunculuklarını en beğendiğim diğer isimlerse: Linda Çandır ve İlker Yiğer... Linda Çandır’ın Dilan’ın iyiliğini, şaşkınlığını, gücünü başarıyla yansıttığını düşünüyorum.  İlker Yiğen ise “belalı korumayı” başarıyla canlandırıyordu. Bana biraz Zeki Demirkubuz’un “Kader” ve “Masumiyet” filmlerini anımsattı oyundaki karakteri…

“Kazaen” Pera’da izlediğim beşinci oyun… Diğer oyunları da düşünecek olursam (Rahat Yaşamaya Övgü, Venedik Taciri, Vanya Dayı, Ah Smryn’m Güzel İzmir’im) Pera’nın toplumsal duyarlılığı ve hafızayı önemseyen ve “derin meseleli” oyunlara sahip önemli bir tiyatro olduğunu söyleyebilirim. Toplumsal bilince biraz olsun sahip veya bir kere daha tanık olmak isterseniz sizlere Pera’nın “Kazaen” de dâhil olmak üzere tüm oyunlarını tavsiye ederim!

                                         
                                 

“DAR AYAKKABIYLA YAŞAMAK”


                           “DAR AYAKKABIYLA YAŞAMAK”

“Onlar bir tek televizyona inandılar. Televizyonu çok izleyen insanlar bilgili insanlardır. Televizyona inanan insanlar ise aptaldır.”

Yazan         : DUŞAN KOVAÇEVİÇ
Çeviren: BİLGE EMİN
Yöneten: M.NURULLAH TUNCER
Dramaturgi: HATİCE YURTDURU
Sahne Tasarımı: M.NURULLAH TUNCER
Işık Tasarımı       : FATİH MEHMET HAROĞLU
Kostüm Tasarımı: GAMZE KUŞ
Efekt : ERSİN AŞAR
Yönetmen Yardımcısı: ÖZGE KIRIŞ, BİLGE EMİN, CEYLAN ÇETE
Süre  : 120 DK

OYUNCULAR
BENNU YILDIRIMLAR, BORA SEÇKİN, ÇAĞRI ÖZGÜR HÜN, İBRAHİM CAN, MÜGE AKYAMAÇ, NİHAT ALPTEKİ, TANKUT YILDIZ, USKAN ÇELEBİ, VOLKAN AYHAN, YELİZ GERÇEK

Bugün Şehir Tiyatroları’na büyük bir heyecanla gittim, zira Duşan Kovaçeviç’in üç oyununu da görmüş (ikisi bu üçlemenin ilk iki oyunu: “İntiharın Genel Provası”  ve “Buluşma Yeri”, diğeri ise Devlet Tiyatroları’nda izlediğim ve özellikle çok beğenilen “Profesyonel” oyunu) ve üçünü de çok beğenmiş biri olarak özellikle bu üçlemenin son halkasını çok merak ediyordum ve oyun, bu merakımın hakkını bana fazlasıyla geri verdi.
İşçi hakları, ben de dâhil olmak üzere pek çoğumuzun hassas olduğu bir konu. Peki grev hakkını kullanan işçiler ne yapmalıdırlar? Açlık grevinde nasıl bir yol izlemelidirler? Haklarını nasıl korurlar? Oyun, bize beş işçinin fabrikaları özelleştirilerek kapatıldıktan sonraki açlık grevlerini ve bu greve medyanın nasıl yaklaştığını anlatıyor. Kapitalizmin ve medyanın yani “küçük dev adamların” ve işçilerin karşı karşıya gelmesine tanık oluyoruz. Medyanın, emekleri sömürülen, haklarının karşılığı verilmeyen, işi uğrunda sağlığını kaybetmiş, toplumdan tepki görmüş işçileri sömürmesi, bizlere hiç de yabancı değil. İşçiler durumlarını anlatırken, fonda çalan ağlak acıma müzikleri eşliğinde medya ve sistem onlara kahkahalarla güler. Burada sözü kesip medya patronu Maldiv Bey’i oynayan Tankut Yıldız’ı tebrik etmem gerekiyor. Zira karakteri başarıyla yansıttığını düşünüyorum.

Peki, onların televizyona inanmaktan başka çareleri var mıydı? Halk onların hâlini televizyondan öğrenecekti, peki başka bir yol var mıydı seslerini duyurabilmek için? Bunun cevabını hâlâ düşünmekteyim.  Belki gerçek anlamda birlik olsalar, konuşup anlaşsalar daha farklı bir yol izlenebilirdi...Ya da Bennu Yıldırımlar’ın canlandırdığı karakter gibi olan kişiler ne yapmalılar? Bunun cevabını sizlere bırakıyorum… Elbette, o karakter de “rahat” değildi, onun da sıkıntıları vardı, her şeyden önce o da bir kadındı, ama bocalayan bir kadın… Bocalamak iyi midir? 

Oyunda, Tankut Yıldız’dan sonra tebrik etmem gereken başka oyuncular da var, Steva rolündeki Bora Seçkin, Veseli rolündeki Nihat Alpteki ( sağlığını kaybetmiş işçiyi çok iyi canlandırdığını düşünüyorum) ve bugüne kadarki diğer iki oyununda da çok severek izlediğim ve bu oyunda menajer ve sunucu rolünde olan Bennu Yıldırımlar…

Oyunun en önemli artısı ise yaşananları şiddetini koruyarak vermesi, öyle ki haksızlığı, zulmü görüyor ve tüm varlığınızla hissediyorsunuz.

Oyunun dekor ve kostümlerini çok beğendiğimi eklemeliyim. Özellikle ikinci yarıda her oyuncunun kıyafetinde kırmızı renge yer verilmesi ise dikkat çekici bir özellik.

Oyun çıkışında ise Bennu Yıldırımlar ile fotoğraf çektirdim, her ne kadar birebir tanışmasak bile insanın sevdiği oyuncularla (ya da başka daldan sanatçılarla) böyle hoş hatıralarının olması çok anlamlı…

Peki, son söz olarak? Bu sefer kendi sözlerimle değil, sadece bu oyunda değil Buluşma Yeri’nde de geçen bir şarkının çok sevdiğim ve bundan sonra hiç unutmayacağım sözleriyle bitirmek istiyorum yazımı, bu oyunu görmelisiniz, üzerine hep beraber düşünmeliyiz !

“Kiraz açar bayırlarda / artık ilkbahar da yolda / her şey aynı memlekette / her şey aynı ülkemde / sadece ben yokum artık / asma yeşillenir ince ince ince / eski damı sarar o güzelce o güzel / kiraz açar bayırlarda / artık ilkbahar da yolda / her şey aynı memlekette / her şey aynı ülkemde / sadece ben yokum artık…”

                                            

                                                

21 Kasım 2012 Çarşamba

“LULABAY BİR CİHANGİR HİKÂYESİ”


           “LULABAY BİR CİHANGİR HİKÂYESİ”
              
                “Sadede gelmezsen saadeti kaçırırsın”

                    
Yazan ve yöneten: Aslıhan Erguvan

Oyuncular:  Nail Kırmızıgül, Fatih Sevdi, Zuhal Gencer Erkaya, Aslıhan Erguvan

Işık tasarım: Alaz Köymen

Dekor ve kostüm tasarım: Bingül Evgar

Proje asistanları: Gözde Kısa, Tuğçe Nur Bulduk

Afiş tasarım: Ulaş Eryavuz

İllüstrasyon: Sadi Güran

Fotoğraflar: Ali Güler

Dün akşam Tiyatro Pangar’ın “Lulabay Bir Cihangir Hikâyesi” adlı oyunundaydım. Bu oyun, ağırlıklı olarak Kumbaracı50’de oynanıyor ancak ben oyunu Anadolu yakasındaki - ve bana yakın olan- Caddebostan Kültür Merkezi’nin Küçük Salon’unda izledim. Oyuna dair yorumlarımı paylaşmadan önce bir gözlemimi sizlerle paylaşmak isterim. Oyunun başlamasına beş dakikadan az bir süre kala en önden bir seyirci oyun kitapçığının bulunup bulunmadığını sordu ve görevli kadın broşürün girişte ( yani 3 kat aşağıda) olduğunu söyledi, bunun üzerine adam broşür almak üzere giriş katına inerken, görevli kadın “ merak etmeyin, bekletiriz, başlamaz” dedi. Bu benim için o kadar şaşkınlık verici bir deneyim ki… Ne olursa olsun oyunlar saatinde başlamalıdır, hele ki seyircinin isteğine bağlı olarak “oyunu bekletme” yetkisi bana çok garip geldi… Kendimden bildiğim üzere oyun kitapçıkları birçok insan için çok önemlidir ve kapının hemen girişinde bulunmalı ya da yer gösteren görevlide olmalıdır. Yaşanan bu durum, tiyatronun seyirci üzerindeki etkisinin artık sınırlandığını ve seyircinin tiyatroya hükmetmeye başladığını hissettirdi bana…

Oyuna geçecek olursam, oyunculukları iyi ama metni ortalama bir oyunla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim.

Cihangir benim sevdiğim ve sık sık gittiğim bir semt. Oyunun karakterleri de Cihangir’de görebileceğiniz karakterler, bu açıdan bir sorun yok. Fakat metin daha vurucu olabilirmiş gibi geliyor. Özellikle Aslıhan Erguvan’ın oyun sonuna doğru küçük çocuğun kaçışını canlandırdığı sahneler ve ev kedisinin sokak kedisi tarafından tozlara boğulduğu sahneler, bahsettiğim vuruculuğu görebildiğim sahneler.

Metnin artı tarafı ise Cihangir üzerinden küçük bir İstanbul insanı gözlemi yapabilmemiz… Transseksüellik, kadın-erkek ilişkileri, çocuk işçiler, yalnız kadınlar, yalnız erkekler…

Oyunda özellikle Fatih Sevdi’nin performansını çok sevdiğimi söylemeliyim. Birbirinden çok farklı iki karakter olan işsiz genç oyuncuyu da içi dışı bir kadını da başarıyla canlandırıyordu. Nail Kırmızıgül’ü ilk defa bir oyunda seyredebildiğim için mutluyum, özellikle sokak kedisini çok iyi canlandırıyordu. Zuhal Gencer’i de sinema filmleri dışında sahnede ilk defa seyrediyordum, özellikle kedisini aradığı sahnelerdeki sesini kullanması ve yüksek tonlara çıkması etkileyiciydi. Aslıhan Erguvan’ı ise çocuk işçi sahnelerinde ve işsiz genç oyuncunun sevgilisi sahnelerinde (ki iki karakter de birbirinden hayli uzaktır) beğendim. Dört oyuncunun da sahne geçişlerinde en ufak bir zorluk yaşamadığını söyleyebilirim.

“-İyi misin?”
“-Öldüm ama iyiyim.”

Benim oyundan çıkınca sorduğum soru ise: “ küçük bir çocuğun iyi olması için ölmesi mi gerekir?” oldu. Oyunu “Dünya Çocuk Hakları Günü”’nde izledim ve bu soruyu sordum. Bu durumu değiştirmek -güç de olsa- bizim elimizdedir diye düşünüyorum… Cihangir’den İstanbul’a küçük ve sade bir hikâye!

                                     

18 Kasım 2012 Pazar

“KABARE”DEYİZ


                   “KABARE”DEYİZ
                
             “Politika mı? Bizle ne ilgisi var?”

Yazan  : JOE MASTEROFF                                       

Çeviren           : ACLAN BÜYÜKTÜRKOĞLU

Yöneten          : YÜCEL ERTEN

Dramaturgi     : GÖKHAN AKTEMUR

Koreografi      : SELÇUK BORAK

Müzik  : JOHN KANDER

Sahne Tasarımı           : OSMAN ŞENGEZER

Işık Tasarımı   : F.KEMAL YİĞİTCAN

Kostüm Tasarımı        : OSMAN ŞENGEZER

Yönetmen Yardımcısı            : AHMET HÜN

Süre     : 2 SAAT 40 DAKİKA / 2 PERDE

OYUNCULAR

AYŞEM YAĞMUR ULUSOY, BERK SAMUR, CAN BAŞAK, DENİZ EVRENOL, DOĞAN ŞİRİN, ERASLAN SAĞLAM, ERGÜN ÜĞLÜ, HAKAN ARLI, MEHMET SONER DİNÇ, MERT TURAK, NURDAN KALINAĞA, ÖZGE BORAK, ÖZGE MİDİLLİ, ÖZGE O'NEİLL SARIMOLA, PELİN BUDAK, PINAR AYGÜN, SELMA KUTLUĞ, YILMAZ ARDA ALPKIRAY

Not: Bu yazıyı okurken, fonda playlist’ten “Cabaret” şarkısının çalmasını, size de benim bu oyunu izlerken hissettiklerimi az da olsa yaşatabilmesi adına, çok isterim.

İnsan ne zaman harekete geçer? Ne zaman çevresinde olup bitenlere “dur” deme ve değiştirme cesareti gösterir? Gösterebilir mi? Dünya üzerinde her an bir yerlerde insanlar açlıktan ölmekte, bir yerlerde bombalar patlamaktayken, büyük çoğunluk eğlenmekte, bu duruma sessiz ve tepkisiz kalmaktadır. Peki, sessiz kalmakta, bu durumu inkâr etmek demek değil midir? Dur demek için ne yapılmalıdır?

Kabare şarkılarıyla lisedeyken tanışmıştım, Zuhal Olcay sayesinde… Programlarında ve konserlerinde “Mein Herr” ve “Cabaret” gibi şarkılar söylüyordu. Cabaret adlı şarkıda “miskin miskin oturma gel müzik dinle” sözünü çok sevmiştim fakat henüz filmi izlememiştim. 1972 tarihli başrollerini Liza Minelli, Michael York ve Joel Grey’in paylaştığı aynı adlı filmi izleyince ise “meselenin” esasında çok derin bir sorunu, faşizmi ele aldığını görmüştüm. Özellikle Minelli ve Grey’in performansları çok etkileyiciydi… 

Filmi de izledikten sonra sıra Kabare’yi tiyatro sahnesinde izlemeye geldi. Bugün izlediğim oyundan sonra gönül rahatlığıyla büyük bir yeteneğe sahip olduğumuzu bir kere daha söyleyebilirim: Mert Turak… Bu izlediğim beşinci oyunu( diğerleri Otobüs, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Ateşli Sabır(Postacı), Sen Olmak Nedir) ve her oyunda kendisini sanki başka biriymiş gibi izliyorum, her oyunda farklı bir karakteri başarıyla canlandırdığını düşünüyorum. Bu oyunda da yine farklıydı ama benim bu beş karakter arasında en etkilendiğim rolü ise Nur Can Kara’nın yazdığı “Sen Olmak Nedir”deki karakterdi, kendime en yakın hissettiğim karakteri oydu. Otobüs’te enteli, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’da bir halk çocuğunu, Postacı’da aşığı, Sen Olmak Nedir’de ise var olmaya ve var olduğunu ispatlamaya çalışan bir adamı canlandırıyordu Turak. Kabare’de ise kabarenin başkişisi… Oyunculuğunu, -her ne kadar oyunculuğu hiç düşünmesem de-  bir nevi ders gibi görüyorum.

                                             

Peki diğer oyunculuklar nasıldı? Sally rolündeki Özge Borak ve özellikle nişanlısından vazgeçtiği sahnelerdeki duyguyu başarılı bir şekilde vermesinden ötürü Selma Kutluğ’un oyunculuklarını da beğendiğimi söylemeliyim. Diğer oyuncukların ise bana -saydığım bu üç isim kadar- etkileyici gelmediğini söylemeliyim.

Belki biliyorsunuzdur, Kabare geçtiğimiz sezon bazı kesimlerden bir sürü eleştiri aldı oyunun içeriğine dair ve kaldırılma riskiyle karşılaştı… Bunun nedeninin ise oyunun yalnızca Nazilerin kuruluş ve yükseliş devrini anlatması değil aynı zamanda oyunun her devirde geçerliğini koruması olduğunu düşünüyorum.

Oyunun yönetmeni Yücel Erten’in daha önce “Keşanlı Ali Destanı” , “Ne Dersin Azizim”, “Sezuan’ın İyi İnsanı” adlı oyunlarını seyretmiştim ve onları da çok beğenmiştim.  Özellikle “Sezuan’ın İyi İnsanı”’nı daha önce yorumumda yazdığım gibi görmenizi çok isterim…

Orkestrayı ise çok başarılı buldum, filmdeki müzikler nasılsa, oyunda da aynı etkiyi yarattılar.- özellikle davul-

Oyuna dair yorumları okurken bir nokta gözüme çarptı, kostümlerin yavanlığından bahsedilmişti bir internet sitesinde. Filmdeki kostümleri hatırlamamakla beraber, bir kabarede kostümlerin kalitesi nasıldır bilmiyorum ama bana da sanki daha iyi olabilirmiş gibi geldi…

Bir eleştirim de oyun kitapçığının olmamasına… Şehir Tiyatrolarında bugüne kadar her oyundan küçük bir kitapçıkla çıkardım ama bu oyunda kitapçık yerine a4 kâğıdına basılmış ve sadece kimin hangi rolü oynadığı yazan bir bilgilendirme kâğıdı dağıtıldı…
Çıkışta ise Mert Turak’ı tebrik etmek için kapıda bekledim ancak karşılaşamadık. Güvenlik görevlisi ise benim ve birkaç kişinin bu isteğini kırmamak için elinden geleni yaptı ama zannediyorum Mert Bey genel kapıdan çıkmamış. Güvenlik görevlisinin yardımcı olmaya çalışmasını ise takdir ettim çünkü bazı tiyatrolarda böyle bir şeyi teklif etmek bile karşınızda şaşkın ve yasaklar bakışlarla karşılaşmanıza neden olabiliyor ama bu sahnede (Üsküdar Müsahipzade Celal) böyle bir durum olmadı. Mert Turak ile daha önce Sen Olmak Nedir’in çıkışında Oyuncular Tiyatro Kahve’de tanışmıştık gerçi, orada da Turak da dâhil olmak üzere tüm ekibin biz seyircilere karşı samimiyeti çok hoşuma gitmişti. Ben de buradan tebriğimi yollayayım!

Son olarak, oyunun anlatmak istediği mesajla yazımı sonlandırmak isterim: Boş durmayalım, bize uzak demeyelim, “sessiz kalmayalım.”  Buyrun kabareye!

                                             

17 Kasım 2012 Cumartesi

“SARI AY”


                           “SARI AY”
     “Her şey yolunda, her şey yolunda… Belki de her şey yolunda !”

YAZAN: DAVID GREIG
YÖNETEN VE ÇEVİREN: PINAR TÖRE

OYUNCULAR:
GİZEM ERDEM, İBRAHİM SELİM, KAAN TURGUT, SU OLGAÇ

HAREKET TASARIMI: PINAR TÖRE
KOREOGRAFİ: TAN TEMEL
YARDIMCI YÖNETMEN VE DRAMATURJİ: NURCİHAN YÜCEL

PROJE EKİBİ: ASLI KAYMAK, SAİM KARAKALE, DUYGUM GİRGİNER, UĞUR BARAN
İLLÜSTRASYONLAR: BARIŞ ALP
AFİŞ TASARIMI: HALUK TUNCAY
TANITIM FOTOĞRAFLARI: MUHSİN AKGÜN
TANITIM VİDEOSU: SERKAN SALİHOĞLU
MEKÂN YÖNETİMİ: AYŞEGÜL BEYAZDAĞ, HANDE EKER

“Sarı Ay”  Dot’ta izlediğim dördüncü oyun. Daha önce izlediklerim arasında beni en çok etkileyen “Alışveriş ve Sikiş” olmuştu. Hem çarpıcıydı hem de hayatın içinden geçiyordu. En önemlisi de o çarpıcılıkta bir oyunun İstanbul’da sahnelenebilmesiydi. Geçen sezon izlediğim “Süpernova”’yı ise ilki kadar olmasa da beğenmiştim, sahnede inanılmaz bir tempo vardı. Birkaç akşam önce izlediğim “İki Kişilik Bir Oyun”’un bana neden hitap etmediğini ise oyuna dair yorum yazımda belirttiğim için burada tekrarlamıyorum.

“Sarı Ay” ise bu izlediklerim arasında “Süpernova”’nın üstünde, “Alışveriş ve Sikiş”’in ise altında kalıyor. Öncelikle, David Grieg’in metnini  -Pınar Töre’nin başarılı çevirisine rağmen- sevemediğimi belirtmeliyim. Ne var ki, salona girince, oyunun başlamasına on dakika kala sizi güleryüzle karşılayan ve “hoş geldiniz” diyen oyuncularla karşılaşıyorsunuz ve bu oyuncular, oyun boyunca tempolarını düşürmeden (ki yüksek enerji gerektiren bir oyun), vücut esnekliklerini koruyarak size oyunun hikâyesini anlatıyorlar, daha doğrusu canlandırıyorlar demeliyim:  Gizem Erdem, İbrahim Selim, Kaan Turgut ve Su Olgaç. Oturduğum yer itibariyle, dördüne de hâkim olarak performanslarını izledim ve dördünün de rollerini hissederek oynadıklarına şahit oldum, mimikleri ve vücut hareketleriyle bunu seyirciye aktarıyorlardı. Birbirleri arasında da ortak bir denge sağladıklarını düşünüyorum, dördü de eşit tempoda oynuyordu.
                                         
                                          
Ayrıca metni sevmememe rağmen sahneye koyuluşunu beğendiğimi söylemeliyim. Kesinlikle tek düze ve alışılmış değildi, oyuna katılan masalsı yan ve ekibin enerjisi oyunun en önemli artıları…

Oyundan aklımda kalan önemli bir repliği ise psikolojisini en çok merak ettiğim karakter olan Sessiz Leila söylüyor, yazımı bu replikle sonlandırmak istiyorum:  “Sen ne söylersen söyle, karşı taraf duymak istediğini duyar.” 

                                            

“DÜĞÜN ŞARKISI YA DA AKHİLLEUS İLE OPHELİA”


     “DÜĞÜN ŞARKISI YA DA AKHİLLEUS İLE OPHELİA”
                        
Yazan: Civan Canova

Yöneten: Civan Canova
Dekor Tasarımı: Işın Mumcu
Kostüm Tasarımı: Medine Yavuz
Işık Tasarımı: Nejat Karaorman

Oyuncular:
Berrin Akhasanoğlu

Devlet Tiyatroları, bu sene de önceki senelerde olduğu gibi duyarlılık gösterilmesi gereken çeşitli konulara dair oyunlar sahneliyor, bu oyunlarda “kadın”ı ön plana alması ise çok önemli bir özellik, bir artı.

Civan Canova’nın yazdığı ve yine birkaç sezon önce İstanbul Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenen “Ful Yaprakları” oyununundan çok etkilenmiştim, hem metni hem rejiyi, hem de oyunculukları çok sevmiştim ama en çok konu itibariyle çekmişti beni. Oyundan sonra ise büyük bir iştahla kitabı okumuştum ve Cinius Yayınları’ndan çıkan Civan Canova’nın “Toplu Oyunlar 1” ve “Toplu Oyunlar 2” kitaplarını bitirdikten sonra düşündüğüm şey ise Civan Canova’nın en çok “Ful Yaprakları” oyunundan etkilendiğimdi. Yanlış anlaşılmasın, diğer oyunlar da kimi zaman romantik kimi zaman kara komedi tarzına varan geniş bir yelpazede yer alıyor ama nedense benim kendimi en çok yakın hissettiğim oyun “Ful Yaprakları” idi. Aynı kitapta yer alan “Düğün Şarkısı” adlı oyun ise beni özellikle şu cümlesiyle çok etkilemişti: “-Kızım zil çaldı, hadi sınıfa./ - O zil değil, benim düğün şarkım.”  Belki sırf bu cümle bile kadın ve sevgi kavramları üzerine bizi düşünmeye itiyor.

Oyunu izlerken aklıma, iki sezon önce izlediğim ve Cezmi Ersöz’e ait olan “Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk” oyunu geldi, o oyun(ki Kürşat Alnıaçık’ın performansı takdire şayandı) bir ilişkiyi nasıl erkek gözüyle anlatıyorsa, “Düğün Şarkısı” da kadın gözüyle anlatıyordu. Yalnız bu defa, ilişki sevgililikten öte bir düğüne ve düğün sonrasına uzanıyor. Berrin Akhasanoğlu, sahnede tek kişi olarak, etkileyici bir performans sergiliyor. Dekorun da oyuna uygun olduğunu düşünüyorum. Ayrıca ışık düzeni de oyunla paralel ilerliyordu ki bu bazı oyunlarda göremediğim  -ya da yeteri kadar üzerine düşülmeyen- bir özellik. Kostümleri de çok sevdiğimi belirtmeliyim.

Bir kadın eşinden ne bekler? Ya da sevgilisi olarak gördüğü eşinden ne bekler şeklinde sormalıyım sorumu. Adam bu sevgiye cevap verebilir mi? Bu cevap yeterli midir? Bir sürü kişiyi mutlu etmektense yanı başındaki sevgiliyi mutlu etmek, daha mı önemlidir? Hangisi doğrudur? Sanatçı ve hassas bir adamla beraber olmak nasıldır? Bir kadın bunu taşıyabilir mi? Önyargılar mutlu olmamıza engel midir? Çevre, bir evlilikte ne kadar etkilidir? Oyun bu sorulara cevap aramakta.

Oyunlar arasında karşılaştırma yapmayı sevmiyorum ne var ki -ister istemez düşündüğümden- bu oyun benim için Ful Yaprakları gibi asla unutamayacağım oyunlar listesinde bir oyun değil. Fakat bana hitap etmediğini de söyleyemem. Bir kadının sevgisine, saygısına, tutkularına tanık oluyoruz, bu bir erkek için çok önemli. Özellikle ders almak isteyen erkekler için, kadınları biraz daha anlamak isteyen erkekler için…

                                           

13 Kasım 2012 Salı

İKİ KİŞİLİK BİR OYUN


                   İKİ KİŞİLİK BİR OYUN

 “Konuşabiliyor muyuz?
   Duymadın mı?
  Sesleri mi?
Beni.”

KONSEPT, SAHNE TASARIMI VE 

YÖNETEN: BÜLENT ERKMEN

YAZAN: ASLI MERTAN ve BÜLENT ERKMEN

OYUNCULAR:
ECE DİZDAR, PINAR TÖRE, TAN TEMEL, SERKAN SALİHOĞLU

SAHNE PROJELENDİRME:  YEŞİM BAKIRKÜRE
IŞIK TASARIMI: KEMAL YİĞİTCAN
YÖNETMEN YARDIMCILARI: PINAR TÖRE, ASLI MERTAN
IŞIK OPERATÖRÜ: ONUR ÖZTAY
PROJE ASİSTANI: NURCİHAN YÜCEL
AFİŞ TASARIMI: BÜLENT ERKMEN
TANITIM FOTOĞRAFLARI: YILDIRIM EVREN
TANITIM VİDEOSU: SERKAN SALİHOĞLU

Dün gece Dot ve İksv işbirliğiyle gerçekleştirilen ve Salon’da sahnelenen “İki Kişilik Bir Oyun”’un prömiyerindeydim.                                                              

Altı metre yüksekliğindeki iki adet demir konstrüksiyonun üzerinde oynanan oyun, bir aşk ilişkisini cinsiyet kavramından uzaklaştırıp aşama aşama bizlere yaşatıyor.

Altı aşamadan oluşan oyunu tanışma-“sev”işme-durulma-tartışma-özleme şeklinde özetleyebiliriz. Dört oyuncunun dönüşümlü olarak rol aldıkları ve her tarihte farklı iki oyuncunun rol alacağı oyunun dün akşamki oyuncuları ( onlar oynayacağı için seçtiğim) Ece Dizdar ve Pınar Töre idi. Oyun iki aşamadan oluşmakta, ilk yarıda Ece Dizdar ve Pınar Töre rol alıyor, ikinci yarıda ise aynı metin bu kez Ece Dizdar ve Tan Temel tarafından oynanıyor. Ece Dizdar’ı 2009 senesinde “Alışveriş ve Sikiş” oyununda, Pınar Töre’yi ise geçen sezon sahnelenen “Süpernova” adlı oyunda izlemiştim. Bu oyunda ise özellikle Ece Dizdar’ın performansını çok sevdiğimi söylemeliyim. Mimikleri, tepkileri ve ses tonu gerçekçiydi.

Oyunun metnini içerik olarak sevmeme rağmen kısa tutulmasının büyük bir dezavantaj olduğunu düşünüyorum, elbette bu bir tercih meselesidir, fakat bana sanki bir oyunun içinden küçük bir parça oynanıyormuş izlenimini verdi. Ayrıca metnin yazımında alışılmış Türk Tiyatro metinlerinden farklı olarak, Avrupai( özellikle Fransız) tiyatro metinlerine özenildiğini düşünüyorum, bunun sonuçları uzun vadede alınır ama ben çok ısınamadığımı belirtmeliyim.

Oyunu izlerken sahnelemenin de daha farklı olabileceğini düşündüm. Evet, demir konstrüksiyonlar ilk vadede bir heyecan yaratıyor ancak oyunda fazla bir sadelik göze çarpıyor. Metnin sade olması, müzik kullanılmaması (sinemada müzik kullanılmadan çekilen filmleri severim fakat tiyatroda hafif de olsa müzik olması estetik açıdan hoşluk yaratıyor) bahsettiğim sadeliğe örnek olarak verilebilir. Demek istediğim aşk ilişkilerine dayalı olan bu metin daha farklı (amaçlanan sadelik korunarak) biçimde de sahnelenebilirdi. Bu açıdan benim fazla ilgimi çek-e-mediğini söylemeliyim. Tabi ki sadelik sevenler için ilgi çekici olabilir.

Bu arada Dot ile ilgili bir düşüncemi burada da yinelemek isterim, erken bilet almama rağmen bu oyunda öğrenci bileti kalmadığı için tam yani 56 tl’lik bilet almak zorunda kaldım, ayrıca oyun metnini ve hazırlık aşamasını anlatan kitapçık da 10 tl idi. Gidiş-dönüş masrafımı katmadan elde ettiğim 66 tl’lik bu rakam bence İstanbul’da öğrenci olarak bir oyun izlemek için fazlasıyla yüksek. Özel tiyatroların oyun prodüksiyonlarını karşılamak için elbette gelire ihtiyaçları vardır, fakat benim gibi sık tiyatroya giden, yani tiyatro ile içli dışlı olanlar için bu zevkin karşılığı bu kadar yüksek bir meblağ olmamalı. Bu konuda, benden başka sıkıntısı olan muhakkak vardır ancak bunun bir şekilde dile getirilmesi gerek. Oyunu seversiniz/sevmezsiniz bu ayrı bir konu ancak ne olursa olsun özellikle öğrenciler, maddi konuda rahatlatılmalı... Yoksa sadece belirli bir kesime hitap eden bir tiyatro anlayışı ile karşılaşırız ki bu bence toplumumuzun sanatsal gelişimi açısından hiç de sağlıklı olmaz.

                                              
                                 

11 Kasım 2012 Pazar

DOKSANLAR “OLMAMIŞ MI?”


                     DOKSANLAR “OLMAMIŞ MI?”

Yönetmen: Fatih Gençkal / Dramaturji: İbrahim Halaçoğlu
Oyuncular: Murat Mahmutyazıcıoğlu, Zinnure Türe, Şafak Ersözlü, Firuze Engin, Hicran Demir
Ses Tasarım: M. Ozan Tekin, Sinan Tınar
Yönetmen Yardımcısı ve Işık Tasarım: Utku Kara

Doksanlı yıllar deyince aklınıza ne geliyor? Ne hissediyorsunuz? Doksanlar benim ve kuşağımın çocukluk yıllarımız, bu yüzden her zaman o yılları ayrı bir masumiyetle anarım. Serbest çağrışımla düşünecek olursam doksanlar deyince aklıma Yonca Evcimik, Tarkan, Sezen Aksu-Işık Doğudan Yükselir albümü, Nilüfer-Şov Yapma klibi, Ajda Pekkan- Sarıl Bana şarkısı, Eğlen Güzelim klibi, Zuhal Olcay’dan İyisin şarkısı, Asya’nın “Vallahi Öptürmem”’li şarkısı Romantik Aşk, Aşkın Nur Yengi- Ay İnanmıyorum şarkısı ve klibi, Hülya Avşar’ın şarkıdan daha popüler olan popo salladığı “Bu Gece Uzun Olacak” klibi, bol kazaklar, uzun kotlar, maccarena dansı, All That She Wants, Çılgın Bediş dizisi, Süper Baba, Oya-Bora, kasetler, walkmanler, Umay Umay’ın korku filmi tadındaki klibi (Edepsiz) ve Hareket Vakti şarkısı, Sivas Katliamı, Susurluk Olayı, 17 Ağustos Depremi, Orhan Atasoy Gemiler klibi (ki bu klibin günümüzde gösterilmesinin ya da böyle bir klibin bugün çekilebilmesinin çok zor olduğunu düşünüyorum, ne acı, gerilemedeyiz), Hamam filmi, Sıcak Saatler,  Çatısız Kadınlar dizileri, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi, videokasetler, Nazan Öncel’in börekli şarkısı “Aşk Beklemez”, fast food, Mavi’deki bomba patlaması, Kerim Tekin’in, Onno Tunç’un, Uzay Heparı’nın ölümleri… Bunlar ilk aklıma gelenler, devam edebilirim ancak edersem zannediyorum yazıyı tamamlayamayacağım.

Görüldüğü gibi ağırlıklı olarak şarkılar aklıma geliyor. Bunun sebebini o yıllarda çocuk olmama ve hayata dair en büyük endişemin hangi oyunu oynamak olduğuna bağlıyorum. Şimdi, 2010’lu yıllardayız ve bir yirmi yıl sonra bu zamanları şarkılarla (hoş artık popüler müzik adına uzun yıllar sonra hatırlanacak pek de şarkı kalmadı ama) değil, sosyal duyarlılığımla anacağım.

Lisede yapmış olduğum “60’lardan Günümüze Türk Popüler Müziği” başlıklı projemden yola çıkacak olursam 90’lar, yaşayış tarzı olarak, insanların rahat konuşabildiği, rahat davranabildiği yıllardı. Örneğin, “aboneyim abone”, “oynama şıkıdım”, “seni yerler”, “pencereyi aç, yatağıma gel” sözlü şarkılar o güne kadar söylenemezdi. Trt yasağı vardı ancak özel kanalların da açılmasıyla artık yorumcular, şarkılarını istediği gibi (2000’ler kadar olmasa da) söyleyebiliyorlardı. Tepki çekseler bile, söyleme hakları vardı. Mesela, Siyaset Meydanı’nda Yonca Evcimik’in Abone şarkısı tartışılmıştı. “Ne kadar doğru” diye. Ben toplumsal yaşamın ve insanların beklentilerinin şarkıları şekillendirdiğini düşünürüm. Eğer Türk toplumu “ciddi” yaşayan bir toplum olsaydı, zaten bu sözleri kabul etmezdi, evet bugün her gün dinlenmiyor ancak, doksanlar denince akla gelen ilk şarkılardan. Demek ki insanların o dönem ona ihtiyaçları varmış. Seksen sonrası apolitik dönemi düşünürsek hiç de yanlış olmaz zannediyorum.

Doksanlar, teknolojinin patlama öncesi çağlarıydı. Bugünün en önemli toplumsal sorunu olan iletişimsizlik ise o yıllarda bu kadar yaygın değildi. Çocuklar ipadlerde oynamak yerine, benim de alışkın olduğum üzere sokakta mahalle arkadaşlarıyla oynuyorlardı, tabi sokaklar bugünkü kadar da tehlikeli değildi.

1993 Temmuz’unda Sivas’ta yaşanan utanç gösterisi ise, bence doksanlı yıllarda Türkiye’de sanata ve medeniyete bakışı yansıtıyor. Belki de bu yüzden doksanlar deyince, aklımıza “Aboneyim Abone” geliyor ilk olarak. Sanat düzeyimiz orada kalmış çünkü. Gelişsek, böyle bir olay yaşanmasa sanatsal ve medeni anlamda kalkınacağız çünkü… Şarkıya takıldığımı düşünmeyin, bu şarkıyla ben de dans ettim, oynadım, söyledim ancak müzikal anlamda bile popüler müziğimiz bugün o yılları aratacak biçimdeyse burada çok büyük bir sorun var demektir.

Sözü uzatmadan ve dağıtmadan dün akşam izlediğim oyun olan “Olmamış Mı”’ya geçeyim. Geçtiğimiz aylarda “90’lar Kitabı” adında bir kitap yayımlanmıştı. İşte bu oyun, o kitap içindeki birkaç anının sahneye taşınması gibi. O yılların şarkıları ve danslar (ki oyunun en beğendiğim noktası oyunculuklar ve danslar oldu) oyunun temelini oluşturuyor. Kimi yerlerde seyircinin de dâhil edildiği oyunda, siyasi noktalara da dokunuluyor. Fakat ben bu dokunmanın çok hafif olduğunu düşünüyorum. Elbette, oyunda siyasi propaganda yapılacak diye bir kural yok ama sanki o yılların toplumsal yapısına, sorunlara biraz daha eğilinilse daha iyi olmaz mıydı dedim kendi kendime. Zira şarkılar için zaten tv ve radyo programları yapılıyor ama o yıllarda siyasi olarak derinlemesine ne oldu sorusu eğer siz çok da meraklı değilseniz, muallâkta kalıyor. Oyunun daha bilgilendirici olabilirliği adına söylüyorum bunu.

Yönetmenin oyuna dâhil olması ve oyun sırasında oyuncuları yönetmesi ise alışılmadık bir durum, alışılmamış, sürprizlerle dolu olan oyunları severim ancak buradaki deneyselliğin bana fazla derinlikli gelmediğini söylemek zorundayım. Yanlış olmasın, oyuncular, gerek itiraf kısmı olsun, gerek danslar ve performans açısından olsun başarılılar, ancak burada sahneye koyuşla ilgili bir sıkıntı olduğunu düşünüyorum.  Biraz şarkı, biraz oyun, biraz dans, biraz itiraf, biraz toplumsal duyarlılık, her şeyden az az vardı ve bu karışıklık içinde, ne oyunun neresinde duruyor, ne amaçlanıyor diye sordum kendime. Özetle, doksanlardan bireysel ve toplumsal bir küçük kesit sunuluyor diyebilirim ancak süre biraz daha uzatılıp, daha derinlikli bir oyun elde edilebilirdi. Tahmin edebileceğiniz gibi doksanlar son derece çeşitli bir on yılı içeriyor, bu kadar malzeme arasından neden bu kadar az şey seçilmiş diye düşündüm. Tabi ki bu bir tercihtir, ancak bu tercihin maalesef beklentimin altında kaldığını söylemeliyim. Özellikle oyunun -gitmek isteyenlere haksızlık etmemek adına içeriğini söylemeyeceğim- son sahnesinin kafamdaki sanat anlayışıyla hiç uyuşmadığını belirtmek zorundayım. Muhakkak ki, her oyun herkese hitap etmeyecektir, benim sorguladığım nokta ise oyunun daha iyi olabilirliği üzerine…

Oyunun en büyük artısıysa performanslar, yakın zamanda İkincikat’ta Korku Tüneli ve Disosya’da izlediğim ve oyunculuğunu beğendiğim Murat Mahmutyazıcıoğlu dışındaki diğer dört oyuncuyu ilk defa izliyordum ve performanslarını beğendiğimi söylemeliyim.

 Son söz olarak, doksanlar tutkunuysanız ve keyifli vakit geçirmek istiyorsanız “Olmamış Mı”’yı sevebilirsiniz ancak ben beklediğimi bulduğumu söyleyemem.


                                                   
                                 
                                 

“YALNIZLAR KULÜBÜ”NDE KURSİYER OLMAK



         “YALNIZLAR KULÜBÜ”NDE KURSİYER OLMAK

                                “Ne kadar açıksın?”
                    
                          
Yazan & Yöneten: Sami Berat Marçalı
Dekor & Işık: Sami Berat Marçalı
Oynayanlar: Hasibe Eren (Demet), Heves Duygu Tüzün (Emel), Tevfik Şahin (Nazım), Bedir Bedir (Mehmet), Pınar Çağlar Gençtürk (Buse), Güçlü Yalçıner (Kerem)

“Dün akşam bir kursa katıldım hayat ritmimi bulmaya çalışmak için, zor olsa da derin derin nefes aldım, ne yaşadımsa unutmaya ve kendimden uzağa yollamaya çalıştım ama asıl amacım yalnızlığımı bir kenara koyup, yeni şeyler öğrenmekti.” Bu sözüm kurs-oyundan öğrendiklerim. Diğer kursiyerler ne öğrendi, nasıl algıladı bilemem ama “Yalnızlar Kulübü” beni hem keyiflendirdi hem de keyiflendirmekten de öte, 21.yüzyıl metropol insanı yalnızlıkları üzerine derin bir sorguya çektirdi.

Neden o kurstaydım? Kursları ilgi alanıma girdikleri sürece severdim, evet bu kurs, ilgi alanıma giriyordu, hem de hepimizin yakından tanıdığı bir konu olunca: Yalnızlık, daha doğrusu “metropol yalnızlığı.” Hep bir yerlere koşturduğumuz, geç kaldığımız, trafiğe yakalandığımız, birilerini ihmal ettiğimiz, birilerine fazla değer verdiğimiz hayatlar yaşıyoruz İstanbul’da. Bu durum diğer kentlerde böyle midir bilmiyorum, elbette her kentin yalnızlığı başkadır, ama zannediyorum “İstanbul’da yalnız olmak”  fazlasıyla zor ve karmaşık bir durum. Peki, kurslar bu yalnızlığı aşmaya yardımcı olabilecek mi? Bu elbette kişiden kişiye göre değişir, sizin ne almak istediğinizle ilgilidir ama son derece gerçekçi bir karakter olan Demet Sağlam’ın kursunun ne kadar başarılı olduğu sorusunu oyunu izlemenizi tavsiye ettiğim için burada yanıtlamıyorum.

Beni oyunda en çok düşündüren soru “ne kadar açığız” sorusu oldu. Değil karşımızdakilere, kendimize karşı ne kadar açığız?  Açık mıyız, değil miyiz? Farkında mıyız? Bundan ne anlıyoruz? Açık olursak, bizim zararımıza mı olur kârımıza mı? Bir insana dair ne düşünüyorsak, bunu ona karşı açık açık söylemeli miyiz? Ya da kendimizi açık açık belli etmeli miyiz? Bu bir artı mıdır eksi mi? “Yapa yapa” açılır mıyız yoksa? Bu kapalılık mıdır yalnızlığa iten bizleri? Peki, yalnızlık bir seçim midir, yoksa kader mi? Bunu biz mi belirleriz toplum mu? Ya da karşılıklı mı? Elbette, bu soruların Türkiye’de, özellikle de İstanbul’da, çok çeşitli yanıtları var. Benim için “açık olmak”, önce kendimle barışık olmak anlamına geliyor ve buradan hareketle de çevremle barışabiliyorum. Tabi ki fazla açık olup da ritm kaçırmanın da manası yok. Yalnızlık ve beraberlik, bir terazide zor dengelenen ağırlıklar çünkü…

Oyunda sevdiğim bir diğer özellik ise, yerli öğelere yer verilmesi. Örneğin, Taksim’den bahsedilmesi, Barbaros Bulvarındaki trafikten bahsedilmesi. Bunların İstanbul yalnızlığının birer parçası olduğunu düşünüyorum, özellikle de Taksim’in…

Gelelim oyunculuk ve karakterlere, Demet Sağlam, az önce de bahsettiğim gibi son derece gerçekçi bir karakter. Hatta son zamanlarda izlediğim yerli yazar oyunlarında karşıma çıkan en “kanlı canlı”  karakter diyebilirim. Çoğumuz onu çok iyi tanıyoruz esasında, mimikleri, jestleri, tepkileri hepimizin bugüne kadar muhakkak en az birkaç kere karşılaştığı bir insanınkilerle aynı. Hasibe Eren, rolünü başarıyla yansıtmış, Demet Sağlam’ın kendinden emin görünen ama aslında ikilemli, düşünceli ve yalnız halini başarıyla vermiş. Kendisini daha önce Şehir Tiyatroları’nda Arzunun Onda Dokuzu ve Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’da izlemiştim ve kendisine dair olumlu bir gözlemim de her oyunda değişik bir biçimde karşıma çıkması. Tabi ki burada fiziksel bir değişim değil söz ettiğim, oyunculuk adına her karakteri başarıyla yansıttığını düşünüyorum. Demet Sağlam’ın son derece gerçekçi bir karakter olduğunu söyledim ama diğer karakterlerin de bizlere uzak olduğunu düşünmeyin, inanın hepsi Türkiyeli, İstanbullu karakterler.  Disosya’da izlediğim ve yine bu oyunda Disosyadakine göre çok başka karakterleri başarıyla oynayan Pınar Çağlar Gençtürk (bence iki oyundaki performansını da görmeniz lazım, Disosya’nın yorumunu yazmıştım ancak iki oyundaki mimik ve tavırları birbirinden o kadar farklı ki... Bunun da bir oyuncu için en önemli özellik olduğunu düşünüyorum. Farklı farklı karakterleri kendini hiç tekrar etmeden verebilmek… Özellikle kurstan çıktıktan sonraki tiradı bence bu oyundaki en etkileyici sahnesiydi. Komik olduğu kadar acıklı bir sahneydi oynadığı ve dengeyi çok iyi tutturmuştu, oyundan aklımda kalan önemli sahnelerden biridir) ve Güçlü Yalçıner (öncelikle ses tonunun çok etkileyici olduğunu söylemeliyim. Ayrıca oyundaki karakterinin kıskançlığını, sinirli hallerini başarıyla yansıttığını düşünüyorum. Türk toplumunda sıklıkla karşılaşabileceğimiz bir karakter Kerem), geçen sezon izlediğim en etkileyici oyunlardan biri olan Limonata’da izlediğim ve o oyundaki performansından etkilendiğim Tevfik Şahin, bu oyunda Türk toplumunda sıklıkla karşılaşabileceğimiz bir karakteri, Nazım’ı, canlandırıyor. Nazım, kendini “çok açmayan” , seyircinin kafasında soru işaretleri uyandıran bir karakter. ( Bu noktada bir konuyu belirtmeliyim, oyunun yazarı Sami Berat Marçalı, kursiyerlerin geçmişlerini derinlemesine vermiyor-ki oyunu alışılmadık yapan bir özellik bu-, elbette onların hayatlarının bir bölümüne tanıklık ediyoruz, havada kalan bir kısım olmuyor, sadece onların hikâyelerini biz düşünüyoruz, bize düşünme payı bırakması da oyunun önemli bulduğum bir diğer noktası. Oyunun en karanlık, kendini belli etmeyen karakteri de Nazım) Bunun bir oyuncu için zorlu bir özellik olduğunu tahmin ediyorum ama Şahin, bazen çekingenliğiyle, bazen kızgınlığıyla bizlere Nazım’ı yaşatıyor. Yine Limonata’daki kısa ama akılda kalıcı rolüyle hatırladığım Heves Duygu Tüzün ise, bu oyunda Emel karakteriyle karşımızda. Kerem nasıl aşk ilişkisinin maskülen tarafını simgeliyorsa, Emel de feminen tarafını simgeliyor. Emel’in dişi ve kimi zaman da hoppa olabilen tavırlarını Tüzün başarıyla canlandırıyor. Oyunun en naif karakteri ise Bedir Bedir’in canlandırdığı Mehmet. Üç sezon önce Devlet Tiyatrolarında “Kül Bellek” adlı oyunda izlemiştim kendisini, önemli bir oyundu ve oyunda sesini ve diyaframını kullanmasıyla aklımda kalmıştı, bu oyunda da yeri gelince fısıltıyla, yeri gelince ise yüksek perdeden ve sesini hiç düşürmeden Mehmet’i canlandırıyordu.

“Yalnızlar Kulübü” kursunda gülebilirsiniz, ben de güldüm diğer kursiyerlerle beraber ama oyundan çıktığımdan beri hala İstanbul insanı ve yalnızlığı üzerine düşünüyorum ve bu kurs-oyunun kişisel gelişimime, farkındalığıma katkısı olduğunu da belirtmeliyim. İyi ki yazılmış bir oyun “Yalnızlar Kulübü”.  (Aynı önemi Limonata için de söyleyebilirim) Modern Türk Tiyatrosu açısından da büyük önem taşıdığını düşünüyorum.

Yazımı sonlandırırken, İkincikat ile ilgili benim için çok önemli olan bir düşüncemi paylaşmak istiyorum: Pek çok mekânda tiyatro izlemiş bir seyirci olarak, İkincikat’ın seyircisine değer veren bir tiyatro olduğunu söylemeliyim. Oyun çıkışında ekiple sohbet etmek, onlarla oyunu ve tiyatroyu konuşmak benim büyük zevklerimden biri ve üstelik bunun için kulis kapılarında görevlilerle içeri girmek için tartışmanıza bile gerek kalmıyor. Bu insancıl yaklaşım için İkincikat’a bir teşekkür daha!