SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.

5 Aralık 2012 Çarşamba

DEVLET TİYATROLARI VE “AY ECESİ”



               DEVLET TİYATROLARI VE  “AY ECESİ”

                        “Aşktır senin suç dediğin…”

Yazan: Burçak Çöllü
Yönetmen: Mustafa Avkıran - Övül Avkıran
Dekor-Kostüm Tasarımı: Şirin Dağtekin Yenen
Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz
Yönetmen Yardımcısı: Mine Tüfekçioğlu
Müzik Direktörü: O. Enes Kuzu
Asistanlar: Deniz Bolışık - Erkan Yılmaz - Sercan Çelik

Oyuncular:
Çığırtkan - Lala: Kubilay Karslıoğlu
Ay Kız: Tuba Karabey
Mehmene Banu: Gözde Cığacı
Şirin: Dolunay Pircioğlu
Ferhad: Uygar Özçelik
Hüsrev: Erdem Yılmaz
Dadı: Cansu Saka
Vezir: Erkan Yılmaz
Dilruba: Gözde Kaya
Peymane: Çağıl Tekten
Ruhnüvaz: Gizem Ancı
Cilvenaz: Ayşe Gülerman
Marangoz: Onur Şirin
Demirci: Adil Can Demirel
Fırıncı: Emre Sungur
Kunduracı: Melih Şengider
Terzi: Deniz Bolışık
Bohçacı: Selda Şahin
Çömlekçi: Kutay Şahin
Mimarbaşı: Uygar Özçelik

Sahne Amiri: Şafak Doğan Yalçın
Işık Kumanda: Ozan Çelik

Şehir Tiyatroları oyunlarına değindiğim son yazımdan sonra dün akşam “Ay Ecesi” adlı oyunu seyrettim Üsküdar Tekel Sahnesinde. Devlet Tiyatroları beni tiyatroya alıştıran bir tiyatrodur. Haftada birkaç tiyatro izlemeye başladığım 2009 yılında izlediğim “Ful Yaprakları” ve “İki Çarpı İki” adlı Devlet Tiyatroları oyunları bana “iyi ki tiyatro var” dedirmiştir. Zamanla yine DT sahnelerinde “İmparatorluk Kuranlar” gibi “Profesyonel” gibi “Michelangelo”, “Yanık”, “Sezuan’ın İyi İnsanı” gibi pek çok önemli oyun daha izledim. Ancak bazen de öyle oyunlara şahit oldum ki, “bu oyunlar neden sahneleniyor” dediğim de oldu, örneğin “Opera Komik”, “Karanlık İşler”, “Anita’nın Aşkı Ya Da Antigone New York’ta”, “Ve Hep Birlikte Soldan Çıkarlar”, “Antigone” ve yakın zamanda izlediğim ancak hayal kırıklığına uğradığım “Aşkımız Aksaray’ın En Büyük Yangını” gibi… Bu saydığım oyunlar arasında “Antigone” Sofhokles’in çok önemli bir yapıtı olmakla birlikte reji alanında sıkıntılar olduğunu düşündürmüştü bana, tıpkı “Aşkımız Aksaray’ın En Büyük Yangını” oyununda olduğu gibi. Yoksa başarılı bir reji, güzel bir modernizasyon ve güçlü oyunculuklarla bir “Antigone” izlemek çok hoş olurdu. Bazen de oyunculuklarda “Devlet tiyatrocusu sesi” diye adlandırabileceğim ve doğallığın aksine yapma bir ses tonunundan oluşan ve bu ses tonuna dayanan oyunculuklar görüyorum ki bu da hoşnut kaldığım bir yorum tarzı değil. Bu sıkıntıları burada saymamın nedeni ukalaca bir tavır değil aksine seyirci gözüyle bir katkı, yapıcı bir eleştiri sağlamaktır. Ne yazık ki dün akşam izlediğim “Ay Ecesi” adlı oyun da beni reji ve oyunculuk anlamında hayal kırıklığına uğrattı.

Çok güçlü ve değişik bir bakış açısına sahip olan ve düşündüren bir metinle karşı karşıyayız. Asırlardır dinlenilegelmiş “Ferhat ile Şirin” destanında geride kalmış, ay gibi “donuk” bir hükümdarın, bir kadının, bir insanın, “Mehmene Banu”’nun aşkıdır oyunda anlatılan. Hükümdarların da âşık olabileceği, zor duruma düşebileceğine tanık oluruz. Öyle ki, ne Şirin ne Ferhat ön plandadır bu oyunda. Tüm hikâye Mehmene Banu’nun gözünden anlatılır.  Burçak Çöllü’ye ait olan bu metni çok sevdiğimi belirtmeliyim ancak bu metin abartılı oyunculuklar, abartılı jest ve seslerle harcanmamalıydı diye düşünüyorum. Ayrıca bu hikâye için iki perdeyi de uzun buldum, tek perdede de vuruculuk yakalanabilirdi. Bu oyunda metin dışında, daha önce çok severek izlediğim “Fesleğen Çıkmazı” ve beğenmediğim “Baştan Çıkarma” oyunlarında izlediğim “Kubilay Karslıoğlu” ve özellikle sesini çok sevdiğim Peymane rolündeki Çağıl Tekten oyunda iyi ki yer almışlar dediğim oyuncular. Ayrıca kostümleri de çok beğendiğimi söylemeliyim.

Bu sezon Devlet Tiyatroları, bana “Yağmur Durduğunda” oyunu dışında fazla bir şey katamadı. Özel tiyatrolar gerek metinleri gerek rejileri gerekse oyunculuklarıyla küçük salonlarda, bana Devlet Tiyatroları’nın kattığından çok daha fazla duygu ve düşünce kattı ama ben Devlet Tiyatrolarının da aynı güzellikte oyunlar sergilemesini bekliyorum çünkü bir özel tiyatro oyunu, üç devlet tiyatrosu oyununa denk düşüyor ekonomik düzlemde. Ay sonunda yine Devlet Tiyatroları’nda “Sessizlik” adlı oyunu izleyeceğim, dilerim o oyun ve çıkmasını beklediğim yeni oyunları bana DT’nin yine güzel ve alışılmadık oyunlar çıkaracağını müjdeler.

                                           

2 Aralık 2012 Pazar

“PERŞEMBENİN HANIMLARI”


       “PERŞEMBENİN HANIMLARI”
       
       “Gözyaşı dediğin nedir ki? Su İşte!”

Yazan         : LOLEH BELLON

Çeviren       : MUALLA BENEZ

Yöneten      : ENGİN GÜRMEN

Dramaturgi : ÖZGE ÖKTEN

Sahne Tasarımı    : GAMZE KUŞ

Işık Tasarımı       : KEMAL YİĞİTCAN

Kostüm Tasarımı : GAMZE KUŞ

Efekt : METİN KÜÇÜKYILMAZ

Yönetmen Yardımcısı   : ENES MAZAK-C.AHHAN ŞENER

Süre  : 1 SAAT 30 DK. / TEK PERDE

OYUNCULAR
AYŞE KÖKÇÜ, AYŞENİL ŞAMLIOĞLU, CEM URAS, ENES MAZAK, OYA PALAY, VİLDAN GÜRELMAN

Şehir Tiyatroları oyunlarını yıllardır oynanan “Lüküs Hayat” gibi klasik oyunlar dışında üçe ayırıyorum, ilki yenilikçi ve alışılmadık olanlar: “Kargaşa” ,“Oyun”, “Arzunun Onda Dokuzu(Dokuz Kadın)” gibi. İkinci grup ise klasik tiyatro anlayışına uygun ve yine ilk grup kadar kaliteli oyunlar içermekte: “Dar Ayakkabıyla Yaşamak”, “Kabare”, “Ateşli Sabır( Postacı)”, “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi”, “Buluşma Yeri”, “Nekrassov” bu oyunlara örnek verilebilir. Bir de -açık konuşmak gerekirse- bana çocuk müsameresi gibi gelen oyunlar var. Bu tabiri burada kullanırken çekinirdim fakat Şehir Tiyatroları’nın bazı oyunlarına dair pek çok kişiden benzeri sözleri duyunca burada yazmakta da bir sakınca görmedim. Bu oyunlar, konuları gereği önemli sorunlara değiniyor olsalar bile sahneye koyuluş veya oyunculuk açısından beğenmediğim oyunlardı. “Mutfak Söyleşileri”, “Aşk Halleri” ( bu oyun bugüne kadarki seyircilik hayatımda izlediğim en kötü oyunların başında geliyor, zannediyorum fazla ilgi çekmediği için yeni sezonda yok) ve bugün izlediğim “Perşembenin Hanımları” adlı oyun gibi…

Bu oyunu sevmememdeki etkenin sahneleme ile ilgili olduğunu düşünüyorum, kadın oyuncuların performanslarını özellikle beğendiğim oyunda beni rahatsız eden bir diğer nokta ise Türkçe’nin kullanılması ile ilgili. “Yapıyorsun, geliyorsun” yerine “yapıyosun, geliyosun” dense daha gerçekçi olurdu. Engin Gürmen rejisindeki oyunun metni Loleh Bellon’a ait ve bir arkadaşlık ve hesaplaşma metni. Üç kadının yıllanmış dostlukları üzerinden içlerinde bunca yıldır birikenleri, kaygılarını, kıskançlıklarını görürüz. Çok daha ilginç bir sahnelemeyle daha çekici bir oyun olabileceğini düşündüm bu oyunun. Çünkü savaştan, politikaya, kişisel çıkarlara kadar pek çok konuya dokunuyor. Yalnızlığı seçmek, kadın olmak, anne olmak üzerine düşünülesi konular…

 Dekora gelince; desenli büyük dekoru sevmeme rağmen, iç dekor daha etkileyici olabilirmiş, örneğin “yenilenmesi gereken, dökülen” bir ev tanımı benim kafamdaki karşılığını bulamadı.

Çeviri ile ilgili de bir düşüncemi belirtmek isterim: Çeviride, özel isimlere dokunulmamış. Yani oyun, İstanbul’da değil, Paris’te geçiyor. (Çeviri öğrencisi olduğum için bir oyunda en dikkatli olmaya çalıştığım nokta -yabancı bir metinse- çeviri. ) Bu elbette öncelikle çeviriyi talep eden kurumun veya kişilerin anlayışına kalmıştır ancak bu oyun dâhil pek çok oyunda tabi ki metni bozmamak koşuluyla özel isimlere dokunulmamasını sevmiyorum, sonuçta Türkiye’de oynanıyor. Örneğin Talimhane Tiyatrosu’na ait “Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi” adlı oyunun uyarlaması bugüne kadar izlediğim en başarılı uyarlamaydı. Tabi bu oyunun çeviri anlayışına dair hazırlık sürecinde ne konuşuldu bilemediğim için oyunun çevirisini eleştiremem, bu yorumu çeviri konusunda genel bir yorum olarak açıklamak istedim.

Oyunculuklar konusunda Ayşe Kökçü, Vildan Gürelman ve Oya Palay’ın oyunculuklarını beğendim. Oyunun en önemli artısının onların oyunculukları olduğunu düşünüyorum.

Oyunu Kadıköy Haldun Taner Sahnesinde izledim ve burada izlediğim diğer oyunlara göre salon daha boştu. İzleyici kitlesini ağırlıklı olarak kadınların oluşturduğu bu oyunu tavsiye edemeyeceğim çünkü güçlü bir metnin yeterli vuruculuğu yakalayamayan bir rejiyle harcandığını düşünüyorum.
     
                                  

                                           
                              

“NERDE KALMIŞTIK”


                 “NERDE KALMIŞTIK”

“Bu katliamlara sesini çıkarmayanlar yıllar sonra bunların filmleri çekildiğinde izleyip ağlamasınlar. Hiç inandırıcı olmuyorlar çünkü.”

Yazan: Ebru Nihan Celkan
Yöneten: Mirza Metin
Oyuncular: Ararat Mor, Bahar Selvi, Barış Gönenen, Cem Uslu, Ceren Kıran, Doğan Keçin, Engin Aydın, Fulya Aksular, Fatih Özkan, Mertcan Kayretli, Merve Engin, Sadi Celil Cengiz

Bu aralar toplumsal duyarlılığı yüksek oyunlar izliyorum. Her biri toplumda ayrı bir yaraya parmak basıyor. Evvelki akşam Sahne Hal’de izlediğim “Nerde Kalmıştık”  her bir karakterin toplumda ayrı bir kitleye karşılık geldiği son derece dolu bir oyun. Oyun değil gerçeklik demek isterim, çünkü oyun lafı kurmaca bir durumu yansıtıyor fakat biz “Nerde Kalmıştık”ta son derece gerçekçi bir olguyla karşı karşıyayız.

Her Türk gibi asker doğan kahramanımız Umut,  Doğu’ya askere gider ve orada şiddetli bir çatışma yaşar. Bizler, geri dönüşlerle birlikte Umut’un askerden döndükten sonraki yaşantısına ve çevresiyle yaşadığı uyumsuzluğa tanık oluruz.

Her “sağlıklı” Türk erkeği az önce de yazdığım gibi erkek doğar, eli silah tutmaya başladı mı itibarı daha da artar, hele bir de birilerini öldürdü mü… İktidarın silahla bir tutulduğu bir toplumda medeniyetten bahsedebilir miyiz? Nereye kadar bahsedebiliriz? Peki, bu durumu düzeltmek için payımıza düşen nedir? O pay bize söz hakkı verir mi?

Oyundaki karakterlerden bahsetmek istiyorum biraz da size: Oyunun en önemli karakterlerinden biri pek çok insanın görüşlerini yansıttığını düşündüğüm berber dayı. İçeriğinden oyunu çok açık etmek istemediğim için bahsetmek istemiyorum ama izlemenizi tavsiye edeceğim bu oyunda berber dayıya dikkat edin derim. (Yalnızca uzun saçlı erkeklere tahammül edemediğini söylemek zorundayım bir uzun saçlı erkek olarak). Oğlu konusunda hayal kırıklığı yaşayan bir baba, suya sabuna dokunmak istemeyen bir anne (kadın kelimesinden rahatsız olur), Umut’un tek ve silahları, askerliği merak eden ve düşünmeyi düşünmeyen arkadaşı ve Umut’un bu arkadaşı aracılığıyla tanıştığı ve biri saf, biri entelektüel olan iki kadın arkadaşı, babanın yanında çalışan ve durumu “inşallah” ve “maşallah”larla kurtarmak isteyen iki tane ortak ve ayrıca askerler. Bu saydığım karakterlerin hiçbiri Umut’u anlayamaz ya da anlamak istemez. Bu saydığım karakterlerin çoğu toplumda yüzyüze gelebileceğimiz, otobüslerde, dolmuşlarda sohbetlerini duyabileceğimiz karakterler ne var ki oyunda kendimi Umut dışında hiçbiriyle özdeşleştirmedim. Entelektüel Merve karakteri ile bile. Evet, Merve okur, filmlere düşkündür ancak Umut’un psikolojisini anlamak istemez, durumu ve Umut’u, Umutlar’ı kurtaracak olan belki de Merve’lerdir. Ancak entelektüeller ve halk arasında uçurum olması bu duruma imkân vermiyor kanımca.

Oyunculardan bir tek Barış Gönenen ve Merve Engin’i biliyordum. Bir önceki yazımdan (Uğrak Yeri) hatırlayacağınız gibi Barış’ın oyunculuğunu çok beğeniyorum ve burada paylaşmak istediğim bir nokta var: İki akşam arka arkaya Barış’ı izledim iki farklı oyunda ve ikisinde de oldukça farklıydı, kendini tekrarlamadan bir oyunculuk çizdiğini düşünüyorum. Ses tonu bile farklıydı. Umut’u oynayan ve bu oyunla kendisini tanıdığım Cem Uslu’nun oyunculuğunu da çok sevdim.

Benim bireysel gücümü, askerlik kavramını ve toplumsal düzendeki konumu dâhil pek çok şeyi sorguladığım bir oyun oldu “Nerde Kalmıştık” . Üzerine bol bol konuşulası ve düşünülesi…

                                               

1 Aralık 2012 Cumartesi

" UĞRAK YERİ "


                              
                                    UĞRAK YERİ

Yazan: Philip Ridley
Çeviren: Seda Yıldız
Yöneten: Sami Berat Marçalı
Yönetmen Yardımcısı: Gözde Kocaoğlu
Proje Ekibi: İbrahim Çiçek, Erbil Çokeker, Gül Arıcı
Oynayanlar: İpek Bilgin
                     Barış Gönenen

Fındıklı’da yağmurlu bir gece vakti. Craft Tiyatro’ya ilk gidişim (diğer oyunlarını görmek için sabırsızlanıyorum) Terastayız, hava çok soğuk olmamakla birlikte serince, dolunay var. Aklımda Haris Alexiou’nun Panselinos şarkısı, fazla mı romantik oldu? Hayır, olsa bile birazdan gerçeklikle çarpışacağız. Ama siz yine de bu yazıyı okumadan önce playlistte Panselinos’yu bir dinleyin.

Kapının açılmasıyla birlikte Anita ile karşılaşıyoruz, sinirli… Nasıl olmasın ki? Oğlunu bir nefret cinayetinde kaybetmiş. Üstüne üstlük toplumdan destek göreceği yerde yadırganıyor, istenmiyor, arkasından konuşuluyor… Ne kadar tanıdık değil mi? Bu hafta Türkiye’deki erkeklik hallerine dair pek çok oyun izledim, Uğrak Yeri, yerli bir yazara ait olmamasına rağmen başarılı çevirisi(çeviri Seda Yıldız’a ait) ve Türkiye’deki geçerliliği ile son derece gerçekçi bir oyun… İzlediğim bu oyunlardan sonra sorduğum sorular ise: “Neden bu kadar nefret ediliyor? Niye nefret ediyoruz? Niye susuyoruz? Niçin tepki göstermiyoruz? Oldu… Yeter ki bize dokunmasınlar diyoruz… Geçenlerde üniversitede siyaset felsefesi dersinin sınavını olurken bir çocuk “ düşünür x gaymiş” dedi. Bunu espri yapmak için söylediğini düşünüyor. Peki, bu ne demek oluyor?  Yani eşcinselseniz toplum hayatında toplumsal saygınlık konumunda çok gerilerde kalıyorsunuz anlamına geliyor. Hem de ne kadar iyi ve artıları olan bir insansanız bile… Peki ben orada ne yaptım? Sustum… Pek çok insanın yaptığı gibi, hiç tepki göstermedim ve sustum ama bu oyunu izledikten sonra susmamaya karar verdim, toplumsal homofobiyi değiştirmeye gücüm yeter mi bilmiyorum ama artık kimsenin değil gözlerine cam girerek ve dövülerek ölmesine razı olmak, kimsenin toplumsal baskıdan en ufak bir kötü bakış, ya da imalı bir söz almasına razı olmayacağım. Asla homofobik bir insan olmadım ama anlattığım olay da dâhil olmak üzere şahit olduğum neredeyse hiçbir olayda tepki göstermedim ama bu suskunluğa artık dur demek gerektiğini düşünüyorum. Toplumsal barış ve huzuru insanları kendimizden ayırıp uzaklaştırarak değil, saygı duyarak ve kabul ederek kazanacağımızı düşünüyorum, bunun için de toplumumuzun ciddi bir eğitime ihtiyaç duyduğunu söylemem gerek. Fakat ne yazık ki bu eğitim, okullarda, ders kitaplarında ya da -bazen- ailede verilmiyor. Bizlere görev düşüyor, belki ben dâhil pek çok kişi o sırada o lafı söyleyen çocuğa tepki gösterseydik, bir daha benzeri bir lafı söyleyemezdi ve hatasını düşünürdü. (belki hiç değişmezdi ancak uyarmak susmaktan yeğdir diye düşünüyorum) Kimse kimseyi sevmek ya da benimsemek zorunda değil, ancak saygı, toplumsal düzenin kilometre taşıdır, olmazsa olmazdır, yoksa kaosa sürüklenmek işten bile değildir…

“Uğrak Yeri” beni harekete geçirdi, önceki yazılarımdan tahmin edebileceğiniz gibi uyarıcı gücü yüksek oyunları severim. Hele de başarıyla sahneye koyulmuş, (yabancı metinse) başarıyla çevrilmiş ve başarılı oyunculuklarla oluşturulmuş bir oyunsa… İkincikat’tan bildiğim ve özellikle Limonata oyunundan çok etkilendiğim Sami Berat Marçalı, Uğrak Yeri’nin yönetmeni. Oyuncularsa keşke önceki oyunlarını da görme şansım olsa dediğim İpek Bilgin (öncekileri göremesem bile, bundan sonrakileri göreceğim kesin) ve Limonata ve Nerede Kalmıştık oyunlarını gördüğüm ve oyunculuğunu çok sevdiğim Barış Gönenen. İkisi de son derece gerçekçi ve birbirleriyle uyumlu oynuyorlardı. Hatta salona girdiğimde İpek Bilgin’in canlandırdığı Anita’nın sinirli tavırlarından çekindiğimi söylemeliyim. Barış Gönenen, genç kuşaktan en sevdiğim oyunculardan biri. Burada bir noktaya da dikkat çekmek istiyorum, Gönenen Limonata’da da eşcinseli oynamıştı, burada da homoseksüeli oynuyor, her oyunda da homoseksüeli mi oynuyor demeyin, karakterler birbirinden gayet farklı olmakla birlikte, nasıl bir oyuncu neredeyse tüm kariyeri boyunca heteroseksüeli oynayabiliyorsa, başka bir oyuncu da kariyerinin pek çok oyununda homoseksüeli oynayabilir diye düşünüyorum, burada oyuncu için tek olumsuz nokta karakterlerin birbirine benzemesidir, burada Gönenen’e  dikkat çekmek istiyorum, Limonata’nın Koray’ı ve Uğrak Yeri’nin Davey’i birbirinden çok farklı karakterler olmakla birlikte Barış Gönenen de iki oyunda çok farklı, hem karakter farkı hem de oyuncu başarısından söz ediyorum.

Peki, metin nasıldı? Benim oyunu sevmemdeki etken konunun güncel ve geçerli olmasıydı. Anne Anita’nın oğlunu kaybetmesinden dört buçuk ay sonra oğlunun sevgilisi Davey ile arasında geçen diyaloğa şahit olmaktayız. Yavaş yavaş gelişen ve anlaşılır hale gelen bir diyalog bu. Zaman zaman tökezleyen, durma noktasına gelen ama şiddeti giderek artan ve bizleri de harekete geçiren…

Panselinos ile başlayan gece benim tarafımda Beatles’tan Hey Jude ile bitti fakat oyunda da çok sevdiğim ve oyuna yakıştığını düşündüğüm bir şarkı çalıyordu. Fakat bu çok sevdiğim şarkının ismini oyunun büyüsünü bozmamak adına burada paylaşmamayı uygun buldum.

Craft Tiyatro’yu başta da belirttiğim gibi çok sevdim, şu an oynanan diğer oyunlarına da (“Kaset” ve “Kayıp”) kısa zamanda gitmeyi planlıyorum. Ayrıca seyirci olarak değer verildiğimi hissetmek çok önemli. Sıcak bir ortamı vardı. Uğrayın derim, hem Craft’a hem de Uğrak Yeri’ne.
                                   
                                 

28 Kasım 2012 Çarşamba

"BARSELO"


                                      BARSELO
      
         “Bu dünyada anandan başka hiçbir kadına güvenmeyeceksin!”

Yazan: Alper Kul
Yöneten: Eyüp Emre Uçaray
Yard. Yönetmen: Heves Duygu Tüzün
Oynayanlar: Ismail Karagöz (Pepe)
Deniz Celiloğlu (Jaws)
Musab Ekici (Lapa)
Emre Yetim (Kama)
Elit Çam (Polianna)
Aslı Menaz (Madonna)
Canan Atalay (Yael)

Dün akşamki tiyatro durağım İkincikat’tı. Alper Kul’un yazıp Eyüp Emre Uçaray’ın yönettiği “Barselo” adlı bu yeni oyun, Doğu’dan İstanbul’a gelen bir gencin “erkek olabilme”  ve erkek egemen toplumda “kendini var edebilme” durumunu anlatıyor.

Oyun beni iki açıdan oldukça düşündürdü: İlki, toplumumuzun ne zaman bu erkeklik hegemonyasından kurtulacağı oldu. Tahmin edileceği gibi cinsiyetçiliğin de dini ve etnik ayrımcılıktan hiçbir farkı yoktur. Bu durum kadın- erkek arasındaki eşitsizlikte görülebileceği gibi erkek-erkek veya kadın- kadın arasındaki insan hakları eşitsizliğinde de görülebilir. Bir delikanlı, “tam anlamıyla” erkek olmalıdır ki (en azından kendi çevresinde) söz sahibi olsun. Tabi ki heteroseksüel bir erkek olması itibarını kazanması için çok önemli bir adımdır ama hayat kadınlarıyla adım atılan erkeklik dünyasında en ufak bir hata kabul kaldırmamaktadır zira herkesin bir üstü vardır. “Racon” böyledir… Bu anlayış kadınlara kullanılması gereken meta olarak bakar. Yalnızca annelik kavramı kutsaldır. Ona güvenilebilir. Burada aklıma daha önce yine İkincikat’ta izlediğim “Yok Oğlum Biz Evdeyiz” adlı oyundaki bir replik geldi: Eşcinselliği aktif ya da pasif olma durumuna göre ayıran bir erkeklik anlayışı vardı orada. Çok genel bir kanıyı ele aldığı için bu homofobik anlayışı “Barselo”’nun karakterlerinde de görmek mümkün. “Gerçek” bir erkek dilerse kadının da erkeğin de( cinsel anlamda) hakkından gelir. Yeter ki “eşcinsel” olmasın. İşte algılamada sıkıntı çektiğim sorun da burada doğuyor: Bu karakterler bana ve eşitlik yanlısı insan anlayışına çok uzak ama sorunlar çok yakın. 

Oyundan çıktığımızda Beyoğlu’nda etek giymiş İskoç erkekler gördük. Bense “Pepeler (oyunun önemli karakteri) hemen bunların hakkından gelir” dedim. Ne kadar acı bir durumla karşı karşıyayız değil mi? Hemen yanı başımızda bir sürü Pepe, bir sürü Jaws ve bir sürü Lapa var. Bir de kadınlar… Kimileri insan tacirlerinin eline düşmüş ve çaresi kalmamış kadınlar… Bu açıdan baktığımızda oyunda büyük bir gerçeklik olgusu var. Bu olgu, başarılı bir metin, sahneleme ve oyuncuklarla pekişmiş. Özellikle İsmail Karagöz, Musab Ekici ve Canan Atalay’ın oyunculukları çok başarılıydı.

Oyunda, beni düşündüren ikinci nokta ise oyunun daha önce izlediğim “Yok Oğlum Biz Evdeyiz” ve “Aut”’a benzemesi. İkincisi yine bir Alper Kul-Eyüp Emre Uçaray işbirliğiydi. Az evvel metnin başarılı olduğunu söyledim, bu özellikle “Aut”’u görmemiş seyirciler için daha fazla geçerlidir. Metni tek başına ele alırsak hiçbir eksi tarafı yok, bana sadece aşırı derecede Aut’u anımsattı. “Bir yazar için benzer konulu oyunlar yazmak problem midir” diye düşündüm bir an, önemli konulardan bahsettiği sürece sorun olmaz ama tekrara da düşmemelidir diye düşünüyorum. Bu oyun bir tekrar değil, belki bir devam oyunu olabilir ama bundan sonrası ne olacak diye merak etmiyor değilim. Zira bir süre sonra her gün yollarda karşılaştığımız, bazen dik dik bakan, bazen bağıran bazen birilerini vuran ya da bıçaklayan “ağır abileri” sahnede görmek sıkıcı duruma da dönüşebilir.

Not: Oyun yeni olduğu için görsel bulunmuyor ancak burada paylaşmak için takipte olacağım.

25 Kasım 2012 Pazar

“KAZAEN- BEYOĞLU’NDA ÇARPIŞMALAR”


             “KAZAEN- BEYOĞLU’NDA ÇARPIŞMALAR”


Yazan-Yöneten: Nesrin Kazankaya      
Dramaturgi: Şafak Eruyar
Işık: Yüksel Aymaz
Dekor-Kostüm: Nilüfer Moayeri
Yön.Yrd: Zeynep Özden

Oynayanlar:
Mehmet Aslan
Nesrin Kazankaya
Linda Çandır
Zeynep Özden
İlker Yiğen
Bahar Karaoğlu

Asistanlar:
Evrim Artut
Gökçe Burcu Zümrüt

Beyoğlu deyince aklımıza neler gelir? Ya İstiklal? Anket yapmak isteyen çeşitli dernek görevlileri mi? Size kendinizi iyi hissettiren ve yol boyunca eşlik eden müzikler mi? Kitapevleri mi? Pasajlar mı? Kafeler mi? Türkü barlar mı? Sinemalar mı? Cumartesi Anneleri mi? Yürüyüşler mi? 1 Mayıs mı? Metalciler mi? Kendilerine başka hiçbir iş alanında çalışma imkânı bırakılmadığından seks işçiliği yapan transeksüeller mi? Halk mı? Burjuva mı? Hepsi birden mi?

İzlediğim “Kazaen (Beyoğlunda Çarpışmalar)” oyunu Beyoğlu’na bir ayna tutarak, bizleri toplumsal açıdan duyarlı olmaya çağırıyor. Entelektüel bir çift, bir müzikhol şarkıcısı ve ona tutkuyla bağlı koruması, Güneydoğu’dan gelen Dilan, uyuşturucu bağımlısı Rengin… Hepsi Beyoğlu’nda bugüne kadar yanlarından geçtiğimiz, belki fark ettiğimiz belki etmediğimiz, belki de fark edip şöyle bir bakıp geçtiğimiz “gerçek” karakterler… Bu açıdan Nesrin Kazankaya’nın metnini son derece “dolu” bulduğumu söylemeliyim. Elit kesimin halka bakışı, sadece bir resim taşıdığı için polis tarafından gözaltına alınan ve kötü muamele gören Dilan, kadın hakları,bıçaklanma ama şikayetçi olmama, uyuşturucu, her biri çok önemli konular… Oyun bu konu doluluğuna rağmen asla yüzeysele inmeden, her sorunu yerinde işleyerek etkileyici olmayı başarıyor.

Oyunda Nesrin Kazankaya ile birlikte oyunculuklarını en beğendiğim diğer isimlerse: Linda Çandır ve İlker Yiğer... Linda Çandır’ın Dilan’ın iyiliğini, şaşkınlığını, gücünü başarıyla yansıttığını düşünüyorum.  İlker Yiğen ise “belalı korumayı” başarıyla canlandırıyordu. Bana biraz Zeki Demirkubuz’un “Kader” ve “Masumiyet” filmlerini anımsattı oyundaki karakteri…

“Kazaen” Pera’da izlediğim beşinci oyun… Diğer oyunları da düşünecek olursam (Rahat Yaşamaya Övgü, Venedik Taciri, Vanya Dayı, Ah Smryn’m Güzel İzmir’im) Pera’nın toplumsal duyarlılığı ve hafızayı önemseyen ve “derin meseleli” oyunlara sahip önemli bir tiyatro olduğunu söyleyebilirim. Toplumsal bilince biraz olsun sahip veya bir kere daha tanık olmak isterseniz sizlere Pera’nın “Kazaen” de dâhil olmak üzere tüm oyunlarını tavsiye ederim!

                                         
                                 

“DAR AYAKKABIYLA YAŞAMAK”


                           “DAR AYAKKABIYLA YAŞAMAK”

“Onlar bir tek televizyona inandılar. Televizyonu çok izleyen insanlar bilgili insanlardır. Televizyona inanan insanlar ise aptaldır.”

Yazan         : DUŞAN KOVAÇEVİÇ
Çeviren: BİLGE EMİN
Yöneten: M.NURULLAH TUNCER
Dramaturgi: HATİCE YURTDURU
Sahne Tasarımı: M.NURULLAH TUNCER
Işık Tasarımı       : FATİH MEHMET HAROĞLU
Kostüm Tasarımı: GAMZE KUŞ
Efekt : ERSİN AŞAR
Yönetmen Yardımcısı: ÖZGE KIRIŞ, BİLGE EMİN, CEYLAN ÇETE
Süre  : 120 DK

OYUNCULAR
BENNU YILDIRIMLAR, BORA SEÇKİN, ÇAĞRI ÖZGÜR HÜN, İBRAHİM CAN, MÜGE AKYAMAÇ, NİHAT ALPTEKİ, TANKUT YILDIZ, USKAN ÇELEBİ, VOLKAN AYHAN, YELİZ GERÇEK

Bugün Şehir Tiyatroları’na büyük bir heyecanla gittim, zira Duşan Kovaçeviç’in üç oyununu da görmüş (ikisi bu üçlemenin ilk iki oyunu: “İntiharın Genel Provası”  ve “Buluşma Yeri”, diğeri ise Devlet Tiyatroları’nda izlediğim ve özellikle çok beğenilen “Profesyonel” oyunu) ve üçünü de çok beğenmiş biri olarak özellikle bu üçlemenin son halkasını çok merak ediyordum ve oyun, bu merakımın hakkını bana fazlasıyla geri verdi.
İşçi hakları, ben de dâhil olmak üzere pek çoğumuzun hassas olduğu bir konu. Peki grev hakkını kullanan işçiler ne yapmalıdırlar? Açlık grevinde nasıl bir yol izlemelidirler? Haklarını nasıl korurlar? Oyun, bize beş işçinin fabrikaları özelleştirilerek kapatıldıktan sonraki açlık grevlerini ve bu greve medyanın nasıl yaklaştığını anlatıyor. Kapitalizmin ve medyanın yani “küçük dev adamların” ve işçilerin karşı karşıya gelmesine tanık oluyoruz. Medyanın, emekleri sömürülen, haklarının karşılığı verilmeyen, işi uğrunda sağlığını kaybetmiş, toplumdan tepki görmüş işçileri sömürmesi, bizlere hiç de yabancı değil. İşçiler durumlarını anlatırken, fonda çalan ağlak acıma müzikleri eşliğinde medya ve sistem onlara kahkahalarla güler. Burada sözü kesip medya patronu Maldiv Bey’i oynayan Tankut Yıldız’ı tebrik etmem gerekiyor. Zira karakteri başarıyla yansıttığını düşünüyorum.

Peki, onların televizyona inanmaktan başka çareleri var mıydı? Halk onların hâlini televizyondan öğrenecekti, peki başka bir yol var mıydı seslerini duyurabilmek için? Bunun cevabını hâlâ düşünmekteyim.  Belki gerçek anlamda birlik olsalar, konuşup anlaşsalar daha farklı bir yol izlenebilirdi...Ya da Bennu Yıldırımlar’ın canlandırdığı karakter gibi olan kişiler ne yapmalılar? Bunun cevabını sizlere bırakıyorum… Elbette, o karakter de “rahat” değildi, onun da sıkıntıları vardı, her şeyden önce o da bir kadındı, ama bocalayan bir kadın… Bocalamak iyi midir? 

Oyunda, Tankut Yıldız’dan sonra tebrik etmem gereken başka oyuncular da var, Steva rolündeki Bora Seçkin, Veseli rolündeki Nihat Alpteki ( sağlığını kaybetmiş işçiyi çok iyi canlandırdığını düşünüyorum) ve bugüne kadarki diğer iki oyununda da çok severek izlediğim ve bu oyunda menajer ve sunucu rolünde olan Bennu Yıldırımlar…

Oyunun en önemli artısı ise yaşananları şiddetini koruyarak vermesi, öyle ki haksızlığı, zulmü görüyor ve tüm varlığınızla hissediyorsunuz.

Oyunun dekor ve kostümlerini çok beğendiğimi eklemeliyim. Özellikle ikinci yarıda her oyuncunun kıyafetinde kırmızı renge yer verilmesi ise dikkat çekici bir özellik.

Oyun çıkışında ise Bennu Yıldırımlar ile fotoğraf çektirdim, her ne kadar birebir tanışmasak bile insanın sevdiği oyuncularla (ya da başka daldan sanatçılarla) böyle hoş hatıralarının olması çok anlamlı…

Peki, son söz olarak? Bu sefer kendi sözlerimle değil, sadece bu oyunda değil Buluşma Yeri’nde de geçen bir şarkının çok sevdiğim ve bundan sonra hiç unutmayacağım sözleriyle bitirmek istiyorum yazımı, bu oyunu görmelisiniz, üzerine hep beraber düşünmeliyiz !

“Kiraz açar bayırlarda / artık ilkbahar da yolda / her şey aynı memlekette / her şey aynı ülkemde / sadece ben yokum artık / asma yeşillenir ince ince ince / eski damı sarar o güzelce o güzel / kiraz açar bayırlarda / artık ilkbahar da yolda / her şey aynı memlekette / her şey aynı ülkemde / sadece ben yokum artık…”

                                            

                                                

21 Kasım 2012 Çarşamba

“LULABAY BİR CİHANGİR HİKÂYESİ”


           “LULABAY BİR CİHANGİR HİKÂYESİ”
              
                “Sadede gelmezsen saadeti kaçırırsın”

                    
Yazan ve yöneten: Aslıhan Erguvan

Oyuncular:  Nail Kırmızıgül, Fatih Sevdi, Zuhal Gencer Erkaya, Aslıhan Erguvan

Işık tasarım: Alaz Köymen

Dekor ve kostüm tasarım: Bingül Evgar

Proje asistanları: Gözde Kısa, Tuğçe Nur Bulduk

Afiş tasarım: Ulaş Eryavuz

İllüstrasyon: Sadi Güran

Fotoğraflar: Ali Güler

Dün akşam Tiyatro Pangar’ın “Lulabay Bir Cihangir Hikâyesi” adlı oyunundaydım. Bu oyun, ağırlıklı olarak Kumbaracı50’de oynanıyor ancak ben oyunu Anadolu yakasındaki - ve bana yakın olan- Caddebostan Kültür Merkezi’nin Küçük Salon’unda izledim. Oyuna dair yorumlarımı paylaşmadan önce bir gözlemimi sizlerle paylaşmak isterim. Oyunun başlamasına beş dakikadan az bir süre kala en önden bir seyirci oyun kitapçığının bulunup bulunmadığını sordu ve görevli kadın broşürün girişte ( yani 3 kat aşağıda) olduğunu söyledi, bunun üzerine adam broşür almak üzere giriş katına inerken, görevli kadın “ merak etmeyin, bekletiriz, başlamaz” dedi. Bu benim için o kadar şaşkınlık verici bir deneyim ki… Ne olursa olsun oyunlar saatinde başlamalıdır, hele ki seyircinin isteğine bağlı olarak “oyunu bekletme” yetkisi bana çok garip geldi… Kendimden bildiğim üzere oyun kitapçıkları birçok insan için çok önemlidir ve kapının hemen girişinde bulunmalı ya da yer gösteren görevlide olmalıdır. Yaşanan bu durum, tiyatronun seyirci üzerindeki etkisinin artık sınırlandığını ve seyircinin tiyatroya hükmetmeye başladığını hissettirdi bana…

Oyuna geçecek olursam, oyunculukları iyi ama metni ortalama bir oyunla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim.

Cihangir benim sevdiğim ve sık sık gittiğim bir semt. Oyunun karakterleri de Cihangir’de görebileceğiniz karakterler, bu açıdan bir sorun yok. Fakat metin daha vurucu olabilirmiş gibi geliyor. Özellikle Aslıhan Erguvan’ın oyun sonuna doğru küçük çocuğun kaçışını canlandırdığı sahneler ve ev kedisinin sokak kedisi tarafından tozlara boğulduğu sahneler, bahsettiğim vuruculuğu görebildiğim sahneler.

Metnin artı tarafı ise Cihangir üzerinden küçük bir İstanbul insanı gözlemi yapabilmemiz… Transseksüellik, kadın-erkek ilişkileri, çocuk işçiler, yalnız kadınlar, yalnız erkekler…

Oyunda özellikle Fatih Sevdi’nin performansını çok sevdiğimi söylemeliyim. Birbirinden çok farklı iki karakter olan işsiz genç oyuncuyu da içi dışı bir kadını da başarıyla canlandırıyordu. Nail Kırmızıgül’ü ilk defa bir oyunda seyredebildiğim için mutluyum, özellikle sokak kedisini çok iyi canlandırıyordu. Zuhal Gencer’i de sinema filmleri dışında sahnede ilk defa seyrediyordum, özellikle kedisini aradığı sahnelerdeki sesini kullanması ve yüksek tonlara çıkması etkileyiciydi. Aslıhan Erguvan’ı ise çocuk işçi sahnelerinde ve işsiz genç oyuncunun sevgilisi sahnelerinde (ki iki karakter de birbirinden hayli uzaktır) beğendim. Dört oyuncunun da sahne geçişlerinde en ufak bir zorluk yaşamadığını söyleyebilirim.

“-İyi misin?”
“-Öldüm ama iyiyim.”

Benim oyundan çıkınca sorduğum soru ise: “ küçük bir çocuğun iyi olması için ölmesi mi gerekir?” oldu. Oyunu “Dünya Çocuk Hakları Günü”’nde izledim ve bu soruyu sordum. Bu durumu değiştirmek -güç de olsa- bizim elimizdedir diye düşünüyorum… Cihangir’den İstanbul’a küçük ve sade bir hikâye!

                                     

18 Kasım 2012 Pazar

“KABARE”DEYİZ


                   “KABARE”DEYİZ
                
             “Politika mı? Bizle ne ilgisi var?”

Yazan  : JOE MASTEROFF                                       

Çeviren           : ACLAN BÜYÜKTÜRKOĞLU

Yöneten          : YÜCEL ERTEN

Dramaturgi     : GÖKHAN AKTEMUR

Koreografi      : SELÇUK BORAK

Müzik  : JOHN KANDER

Sahne Tasarımı           : OSMAN ŞENGEZER

Işık Tasarımı   : F.KEMAL YİĞİTCAN

Kostüm Tasarımı        : OSMAN ŞENGEZER

Yönetmen Yardımcısı            : AHMET HÜN

Süre     : 2 SAAT 40 DAKİKA / 2 PERDE

OYUNCULAR

AYŞEM YAĞMUR ULUSOY, BERK SAMUR, CAN BAŞAK, DENİZ EVRENOL, DOĞAN ŞİRİN, ERASLAN SAĞLAM, ERGÜN ÜĞLÜ, HAKAN ARLI, MEHMET SONER DİNÇ, MERT TURAK, NURDAN KALINAĞA, ÖZGE BORAK, ÖZGE MİDİLLİ, ÖZGE O'NEİLL SARIMOLA, PELİN BUDAK, PINAR AYGÜN, SELMA KUTLUĞ, YILMAZ ARDA ALPKIRAY

Not: Bu yazıyı okurken, fonda playlist’ten “Cabaret” şarkısının çalmasını, size de benim bu oyunu izlerken hissettiklerimi az da olsa yaşatabilmesi adına, çok isterim.

İnsan ne zaman harekete geçer? Ne zaman çevresinde olup bitenlere “dur” deme ve değiştirme cesareti gösterir? Gösterebilir mi? Dünya üzerinde her an bir yerlerde insanlar açlıktan ölmekte, bir yerlerde bombalar patlamaktayken, büyük çoğunluk eğlenmekte, bu duruma sessiz ve tepkisiz kalmaktadır. Peki, sessiz kalmakta, bu durumu inkâr etmek demek değil midir? Dur demek için ne yapılmalıdır?

Kabare şarkılarıyla lisedeyken tanışmıştım, Zuhal Olcay sayesinde… Programlarında ve konserlerinde “Mein Herr” ve “Cabaret” gibi şarkılar söylüyordu. Cabaret adlı şarkıda “miskin miskin oturma gel müzik dinle” sözünü çok sevmiştim fakat henüz filmi izlememiştim. 1972 tarihli başrollerini Liza Minelli, Michael York ve Joel Grey’in paylaştığı aynı adlı filmi izleyince ise “meselenin” esasında çok derin bir sorunu, faşizmi ele aldığını görmüştüm. Özellikle Minelli ve Grey’in performansları çok etkileyiciydi… 

Filmi de izledikten sonra sıra Kabare’yi tiyatro sahnesinde izlemeye geldi. Bugün izlediğim oyundan sonra gönül rahatlığıyla büyük bir yeteneğe sahip olduğumuzu bir kere daha söyleyebilirim: Mert Turak… Bu izlediğim beşinci oyunu( diğerleri Otobüs, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Ateşli Sabır(Postacı), Sen Olmak Nedir) ve her oyunda kendisini sanki başka biriymiş gibi izliyorum, her oyunda farklı bir karakteri başarıyla canlandırdığını düşünüyorum. Bu oyunda da yine farklıydı ama benim bu beş karakter arasında en etkilendiğim rolü ise Nur Can Kara’nın yazdığı “Sen Olmak Nedir”deki karakterdi, kendime en yakın hissettiğim karakteri oydu. Otobüs’te enteli, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’da bir halk çocuğunu, Postacı’da aşığı, Sen Olmak Nedir’de ise var olmaya ve var olduğunu ispatlamaya çalışan bir adamı canlandırıyordu Turak. Kabare’de ise kabarenin başkişisi… Oyunculuğunu, -her ne kadar oyunculuğu hiç düşünmesem de-  bir nevi ders gibi görüyorum.

                                             

Peki diğer oyunculuklar nasıldı? Sally rolündeki Özge Borak ve özellikle nişanlısından vazgeçtiği sahnelerdeki duyguyu başarılı bir şekilde vermesinden ötürü Selma Kutluğ’un oyunculuklarını da beğendiğimi söylemeliyim. Diğer oyuncukların ise bana -saydığım bu üç isim kadar- etkileyici gelmediğini söylemeliyim.

Belki biliyorsunuzdur, Kabare geçtiğimiz sezon bazı kesimlerden bir sürü eleştiri aldı oyunun içeriğine dair ve kaldırılma riskiyle karşılaştı… Bunun nedeninin ise oyunun yalnızca Nazilerin kuruluş ve yükseliş devrini anlatması değil aynı zamanda oyunun her devirde geçerliğini koruması olduğunu düşünüyorum.

Oyunun yönetmeni Yücel Erten’in daha önce “Keşanlı Ali Destanı” , “Ne Dersin Azizim”, “Sezuan’ın İyi İnsanı” adlı oyunlarını seyretmiştim ve onları da çok beğenmiştim.  Özellikle “Sezuan’ın İyi İnsanı”’nı daha önce yorumumda yazdığım gibi görmenizi çok isterim…

Orkestrayı ise çok başarılı buldum, filmdeki müzikler nasılsa, oyunda da aynı etkiyi yarattılar.- özellikle davul-

Oyuna dair yorumları okurken bir nokta gözüme çarptı, kostümlerin yavanlığından bahsedilmişti bir internet sitesinde. Filmdeki kostümleri hatırlamamakla beraber, bir kabarede kostümlerin kalitesi nasıldır bilmiyorum ama bana da sanki daha iyi olabilirmiş gibi geldi…

Bir eleştirim de oyun kitapçığının olmamasına… Şehir Tiyatrolarında bugüne kadar her oyundan küçük bir kitapçıkla çıkardım ama bu oyunda kitapçık yerine a4 kâğıdına basılmış ve sadece kimin hangi rolü oynadığı yazan bir bilgilendirme kâğıdı dağıtıldı…
Çıkışta ise Mert Turak’ı tebrik etmek için kapıda bekledim ancak karşılaşamadık. Güvenlik görevlisi ise benim ve birkaç kişinin bu isteğini kırmamak için elinden geleni yaptı ama zannediyorum Mert Bey genel kapıdan çıkmamış. Güvenlik görevlisinin yardımcı olmaya çalışmasını ise takdir ettim çünkü bazı tiyatrolarda böyle bir şeyi teklif etmek bile karşınızda şaşkın ve yasaklar bakışlarla karşılaşmanıza neden olabiliyor ama bu sahnede (Üsküdar Müsahipzade Celal) böyle bir durum olmadı. Mert Turak ile daha önce Sen Olmak Nedir’in çıkışında Oyuncular Tiyatro Kahve’de tanışmıştık gerçi, orada da Turak da dâhil olmak üzere tüm ekibin biz seyircilere karşı samimiyeti çok hoşuma gitmişti. Ben de buradan tebriğimi yollayayım!

Son olarak, oyunun anlatmak istediği mesajla yazımı sonlandırmak isterim: Boş durmayalım, bize uzak demeyelim, “sessiz kalmayalım.”  Buyrun kabareye!

                                             

17 Kasım 2012 Cumartesi

“SARI AY”


                           “SARI AY”
     “Her şey yolunda, her şey yolunda… Belki de her şey yolunda !”

YAZAN: DAVID GREIG
YÖNETEN VE ÇEVİREN: PINAR TÖRE

OYUNCULAR:
GİZEM ERDEM, İBRAHİM SELİM, KAAN TURGUT, SU OLGAÇ

HAREKET TASARIMI: PINAR TÖRE
KOREOGRAFİ: TAN TEMEL
YARDIMCI YÖNETMEN VE DRAMATURJİ: NURCİHAN YÜCEL

PROJE EKİBİ: ASLI KAYMAK, SAİM KARAKALE, DUYGUM GİRGİNER, UĞUR BARAN
İLLÜSTRASYONLAR: BARIŞ ALP
AFİŞ TASARIMI: HALUK TUNCAY
TANITIM FOTOĞRAFLARI: MUHSİN AKGÜN
TANITIM VİDEOSU: SERKAN SALİHOĞLU
MEKÂN YÖNETİMİ: AYŞEGÜL BEYAZDAĞ, HANDE EKER

“Sarı Ay”  Dot’ta izlediğim dördüncü oyun. Daha önce izlediklerim arasında beni en çok etkileyen “Alışveriş ve Sikiş” olmuştu. Hem çarpıcıydı hem de hayatın içinden geçiyordu. En önemlisi de o çarpıcılıkta bir oyunun İstanbul’da sahnelenebilmesiydi. Geçen sezon izlediğim “Süpernova”’yı ise ilki kadar olmasa da beğenmiştim, sahnede inanılmaz bir tempo vardı. Birkaç akşam önce izlediğim “İki Kişilik Bir Oyun”’un bana neden hitap etmediğini ise oyuna dair yorum yazımda belirttiğim için burada tekrarlamıyorum.

“Sarı Ay” ise bu izlediklerim arasında “Süpernova”’nın üstünde, “Alışveriş ve Sikiş”’in ise altında kalıyor. Öncelikle, David Grieg’in metnini  -Pınar Töre’nin başarılı çevirisine rağmen- sevemediğimi belirtmeliyim. Ne var ki, salona girince, oyunun başlamasına on dakika kala sizi güleryüzle karşılayan ve “hoş geldiniz” diyen oyuncularla karşılaşıyorsunuz ve bu oyuncular, oyun boyunca tempolarını düşürmeden (ki yüksek enerji gerektiren bir oyun), vücut esnekliklerini koruyarak size oyunun hikâyesini anlatıyorlar, daha doğrusu canlandırıyorlar demeliyim:  Gizem Erdem, İbrahim Selim, Kaan Turgut ve Su Olgaç. Oturduğum yer itibariyle, dördüne de hâkim olarak performanslarını izledim ve dördünün de rollerini hissederek oynadıklarına şahit oldum, mimikleri ve vücut hareketleriyle bunu seyirciye aktarıyorlardı. Birbirleri arasında da ortak bir denge sağladıklarını düşünüyorum, dördü de eşit tempoda oynuyordu.
                                         
                                          
Ayrıca metni sevmememe rağmen sahneye koyuluşunu beğendiğimi söylemeliyim. Kesinlikle tek düze ve alışılmış değildi, oyuna katılan masalsı yan ve ekibin enerjisi oyunun en önemli artıları…

Oyundan aklımda kalan önemli bir repliği ise psikolojisini en çok merak ettiğim karakter olan Sessiz Leila söylüyor, yazımı bu replikle sonlandırmak istiyorum:  “Sen ne söylersen söyle, karşı taraf duymak istediğini duyar.”