SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.

30 Mart 2013 Cumartesi

“İSTANBUL EFENDİSİ”


                        “İSTANBUL EFENDİSİ”


Yazan: MUSAHİPZADE CELÂL                  

Yöneten: ENGİN ALKAN

Dramaturgi: SİNEM ÖZLEK

Koreografi: SENEM OLUZ

Sahne Tasarımı: BARIŞ DİNÇEL

Işık Tasarımı: MURAT İŞÇİ

Kostüm Tasarımı: DUYGU TÜRKEKUL

Yönetmen Yardımcısı: ZAFER KIRŞAN, VOLKAN AYHAN, ASLI NİMET ALTAYLAR, SELİM CAN YALÇIN

Süre: 2 SAAT 45 DK. 2 PERDE

 

OYUNCULAR

BERNA ADIGÜZEL, CİHAN KURTARAN, ÇAĞLAR ÇORUMLU, ÇIĞDEM GÜREL, DERYA ÇETİNEL, EMRAH ÖZERTEM, ENGİN ALKAN, HAMİT ERENTÜRK, HÜSEYIN TUNCEL, MURAT ÜZEN, REYHAN KARASU, SELİN TÜRKMEN, SENEM OLUZ, SERKAN BACAK, SEVİL AKI, SEVİNÇ ERBULAK, TANKUT YILDIZ, TUĞRUL ARSEVER, ÜMİT DAŞDÖĞEN, VOLKAN AYHAN, ZAFER KIRŞAN

 

Geçen sene bu zamanlarda  “Lüküs Hayat”’ın önemine dair bir yorum yazmıştım, neredeyse dört saat (üç perde) süren bu klasik müzikal, Türk kültürünün en önemli müzikalleri arasında. Fakat ben bu klasik müzikalimizin yanında “İstanbul Efendisi” oyununun da önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. 2008 Ekiminde prömiyerini yapan oyun, farklı oyuncularla beşinci sezonunu kapatıyor.

Müzikaller ve müzikli oyunlar, güncel Türk tiyatrosunda az yer kaplıyor. “İstanbul Efendisi” bu sezon izlediğim 50. oyun, ama bu sezonda izlediğim dördüncü müzikal. DevletTiyatrosu’nun “Sidikli Kasabası Müzikali” dışında izlediğim tüm müzikaller Şehir Tiyatroları’na ait: “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”, “Kabare”, “Şark Dişçisi,” “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” ve yakın zamanda prömiyer yapacak “Hıdrellez”. “Sidikli Kasabası Müzikali” oyuncuları itibariyle genç ve yetenekli oyuncular barındırıyor (özellikle Nebi Birgi’nin oyunculuğunu çok sevmiştim), onların çabasını ve emeğini hissediyorsunuz ama ben metni ve rejiyi çok beğendiğimi söyleyemem. Şehir Tiyatrolarında izlediklerim arasında ise “Kabare” hariç tüm müzikaller bizim kültürümüze ait. Elbette beğeni kıstasımı kendi kültürüm oluşturmuyor, örneğin Zuhal Olcay’dan “Evita”’yı izlemek çok hoş olurdu ya da batı kaynaklı başka müzikalleri…

“İstanbul Efendisi” benim çok severek ve gülerek izlediğim bir oyun oldu. Bunda Engin Alkan rejisinin, tüm oyuncuların ve orkestranın da çok önemli payı olduğunu düşünüyorum. Sahnede “daimi” bir başrol görmüyor, her karakterin yaşantısına tanık oluyoruz. Ayrıca işin müzikal yanıyla ilgili söylemem gereken bir nokta da her oyuncunun sesinin kusursuz olması. Hiç kimse ne oyunculuğuyla ne şarkı söylemesiyle bir diğerinin önüne geçmedi.
 
                                            

18. Yüzyıl Osmanlı yaşamının bir parçasını görüyoruz, “Bu Akşam Gün Batarken Gel”, “Çile Bülbülüm”, “Kalenin Bedenleri” gibi güzel şarkılar barındıran bir repertuar eşliğinde. Özellikle “Kalenin Bedenleri”nin üç ayrı dilde söylenmesi, oyunun bence ayna özelliği gösteren önemli bir sahnesi, kültürel açıdan…

Ben bu oyunu büyük keyifle izledim, size de tavsiye ederim, yeter ki “geç kalmayın, erken gidin.”
 
Meraklısına "İstanbul Efendisi Ardiyesi": http://istanbulefendisiardiyesi.tr.gg/ANA-SAYFA.htm
                                       


 

27 Mart 2013 Çarşamba

“EVARİSTO”


                                 “EVARİSTO”

“İnsanların yaptıkları kötülükler yıllar boyunca hatırlanır ama yapılan iyilikler kendileriyle mezara gömülürler…”

“İnsanlık tarihi dediğin nedir ki çuval çuval kül…”

 


Yazan: Civan Canova                                 

Yöneten: Nihal Koldaş

Oynayan: Ayşenil Şamlıoğlu

Mekân ve Kostüm Tasarım: Başak Özdoğan

Işık Tasarımı: İsmail Sağır, Onur Kiraz

Asistan: Sinem Öcalır

Fotoğraf: James Hughes

 

Kumbaracı50’nin “6 Üstü Oyun” Projesi’nin ilk oyununa birkaç hafta önceki yazımda değinmiştim: “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi” adlı bu oyun, çok önemli bir konuya, toplumumuzda transseksüellerin yerine değinmekte… Gerek konusu gerek Sumru Yavrucuk’un sahnede devleşmesiyle bu sezon izlediğim oyunlar arasında önemli bir yer almıştı “6 Üstü Oyun /1”…
                          

 O zaman da değindiğim gibi “ 6 Üstü Oyun” projesi altı farklı yazarımızın yazdığı, teması “bugün” olan tek kişilik oyunlar. İlkinin heyecanından sonra ikincisi “Evaristo”’yu da merakla bekliyordum. Bu merakın kaynağı da metnin yazarı Civan Canova’nın tiyatroya ilgilenmeye başladığım zamanlarda okuduğum ilk yazarlardan olması. Aynı zamanlarda izlediğim “Ful Yaprakları” oyunu benim için çok özeldir. Bu sezon Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenen “Düğün Şarkısı”’ ise bana çok hitap etmedi. Bununla beraber “Evaristo” oyununu gerek metin gerek reji gerek oyunculuk gerek de ışık ve mekân tasarımı açısından çok beğendim.

Kendini ilk bakışta ele vermeyen bir oyun “Evaristo…” Çöp ev benzeri bir sığınakta geçmekte. Sığınağa uygun loş ışıkta “Evaristo”nun hikâyesine tanık oluruz ve öykü ilerledikçe taşlar yerine oturur. Tabi bu arada, her repliğin altını çizmek lazım. Özenle hazırlandığı belli olan bu oyuna hakkını teslim etmek için büyük bir dikkatle takip etmek gerekiyor. Girişte yazdığım gibi “insanlık tarihi dediğin nedir ki, çuval çuvak kül” repliği oyunun önemli bir mesajı. Her ne kadar temel olarak 2. Dünya Savaşı yıllarını konu alsa da, Evaristo bugünden de bahsediyor. “Vietnam’dan Sırbistan’a kadar pek çok yerde savaş oldu” repliği 1940’lardan günümüze kadar olan savaşlara gönderme yapıyor. Bu açıdan bakıldığında oyun broşüründe de değinildiği gibi karanlık ( ki loş ışığın bu karanlığı yansıtmada çok önemli olduğunu düşünüyorum) ve sert bir oyunla karşı karşıyayız. Fakat bu sertlik Ayşenil Şamlıoğlu’nun, karakterini yansıtırken geçirdiği anlık değişimler ve dönüşümlerle mizahi bir anlatıma da göz kırpıyor. Oyunculuk açısından ele alırsam, “Evaristo” her zaman her yerde karşılaşılmayacak bir karakter olduğundan seyirciyle arasına koyduğu mesafeyi başarıyla hissettiriyor. Karakterle bağdaşmamanın da seyirciye düşünme ve tanıma fırsatı verdiğini düşünüyorum. Bu açıdan Nihal Koldaş’ın rejisini ve Ayşenil Şamlıoğlu’nun oyunculuğunu çok başarılı buldum.
                                          

Oyun, sizi belki hemen içine almıyor, bu açıdan seyirciye de görev düşüyor, ne var ki oyunu algıladıktan sonra, böyle bir oyun izlemenin hazzını da yaşıyorsunuz. Ben, “6 Üstü Oyun Projesi”’nin iki oyununu da çok sevdim, diğerlerini de merakla beklemekteyim… İlk durak “6 Üstü Oyun/3: Tık Tıkıdı Tıkılap”.
                                        

 

26 Mart 2013 Salı

“SANAT” DEYİNCE…


                            “SANAT” DEYİNCE…

 

Yazan: Yasmina Reza                     

Çevirmen: Gencay Gürün

Yöneten: Atilla Şendil

Dekor Tasarım: İlayda Çeşmecioğlu

Işık Tasarım: Sema Öztaş

Kostüm: Seval İşgören

Müzik: Server Acim

Oyuncular: Bekir Aksoy, Hakan Gerçek, Rüzgar Aksoy

 

Başıma çok gelmiştir. “Aman Onur bu film de ne anlatıyor, bu kitap çok ağır, sen de ne anlıyorsun bundan, boşver bunları…” diyenlerin sayısı -ne yazık ki- hiç de az değildir. Sanat yapıtlarını özümsemek elbette her zaman kolay olmayabilir ve olmamalıdır da ki bize de kendimizi ve zekâmızı geliştirme imkânı versin…

Ben artık bir yapıta direk “sevdim”  ya da “sevmedim”  diyemiyorum. O yapıtı izlerken ilk aşamada sıkılsam bile sonradan düşününce aslında ne kadar dolu ve verici bir eser olduğunu algılıyorum. Bence bir eserin önemi de buradadır. Düşünme payı bırakması. Şayet bırakmıyorsa yüzeyselliğe kaçmıştır.

“Sanat” oyununun çıkış noktası ise Serge’in (Hakan Gerçek) beyaz üzerine beyaza çok yakın tonlarla çizilmiş bir tabloya iki yüz bin değerinde bir rakam ödemesinin Marc’ı ( Bekir Aksoy) rahatsız etmesi. Marc bu duruma büyük bir tepki gösterir. Burada sorgulamamız gereken çeşitli noktalar var:  “Bir sanat eseri, neye göre değerlenir?” , “arkadaşlarımızın zevklerine nereye kadar karışma hakkımız vardır?”…

Oyundaki tablonun abartısının durumun önemini anlatmakta önemli olduğunu düşünüyorum.  Zira “arkadaşlık” kavramı özünde sevgiden de önce saygıya dayanmalıdır. Ne var ki, bu her zaman böyle olmaz. Dostlarımız, bizim zevklerimizi anlamadıkları için önemsemezler, bizi yönetmeye çalışır, bize kendi zevklerinin en doğru olduğunu benimsetmeye çalışırlar, belki bilinçsizce yapılır bu davranış ancak kendi zevklerinin üstünlüğünü kabul ettirmek, anlamadan yargıladıkları sanat eserlerini incelemekten ( sevmek demiyorum) daha kolaydır. Burada bir sevgisizlik değildir söz konusu olan. Marc, Serge’i sevmese onunla vakit geçirmek istemezdi. Ne var ki önemini yitiren, saygı ve anlayış kavramlarıdır. İşte bu noktada “arkadaşlık” kavramını sorgulatır oyun bizlere, Ivan’ın (Rüzgar Aksoy) da katılmasıyla, hesaplaşma başlar.

“Van Gogh” ve “Üstü Kalsın” oyunlarından bildiğim Hakan Gerçek, “Ay Tedirginliği” oyununda izlediğim Bekir Aksoy ve ilk defa bu oyunda izleyip performansını beğendiğim Rüzgar Aksoy, sade oyunculuklarla, hikayeyi gerçekçi kılıyorlar. Yasmina Reza, 2010 yılında Devlet Tiyatrosunda izlediğim “Vahşet Tanrısı” oyunun yazarı. Bu metin, 2011 yılında Roman Polanski tarafından filme de alınmıştı. Özlerinde aynı sorunu anlatıyor metinler: Çevremize nasıl davrandığımız, nasıl bir insan olduğumuz ve saygı kavramına yaklaşımımız. Oyunda, metnin ve oyunculukların birbirini tamamladığını düşünüyorum, birbirlerini geçme derdinde değiller. Metin, oyunculara iyi bir deneyim sunarken, oyuncular da bu deneyimi başarıyla değerlendiriyorlar. Oyunun rejisi ise “Michelangelo”  adlı oyundan bildiğim (bloğumda yazmıştım ama yine tekrarlayayım, kaçırmayın, bilet bulunmuyor) Atilla Şendil’e ait. O oyunda başroldeydi. “Sanat”’ı seyirciyi sıkmadan, ona düşünme payı bırakacak şekilde yönetmiş Şendil. Metnin kusursuz çevirisi ise Gencay Gürün’e ait.

Sözlerime ek olarak şunu söylemek isterim ki sanat hayatımızın önemli bir noktasıdır, iyi ki de öyledir, ne var ki biz bu sanatı, günlük yaşamımıza da uygularsak, yaşamımız daha keyifli olacaktır. Hayatı, sanat gibi yaşamak dileğiyle…
                                    

15 Mart 2013 Cuma

TARANTİNO FİLMLERİ TADINDA “INISHMORELU YÜZBAŞI”


     TARANTİNO FİLMLERİ TADINDA “INISHMORELU YÜZBAŞI”

Yazan: Martin McDonagh               

Çeviren: Mehmet Ergen

Yöneten: Murat Karasu

Dekor Tasarımı: Ethem Özbora

Kostüm Tasarımı: Yıldız İpeklioğlu

Işık Tasarımı: Akın Yılmaz

Müzik: O. Enes Kuzu

Yönetmen Yardımcısı: İlkay Akdağlı

 

 Oyuncular:

 Donny: Cengiz Baykal

 Davey: Engin Şahin

 Padraic: Reha Özcan

 Mairead: Deniz Elmas

 Christy: Hakan Şahin

 James: Can Öztopçu

 Brendan: İlkay Akdağlı

 Joey: Orkun Gülşen

 

Sahne Amiri: Reşit Arslan

Kondüvit: Ersin Sönmez

Işık Kumanda: Gökhan Gülçebi

“Inishmorelu Yüzbaşı” oyunu Martin McDonagh’ın izlediğim ikinci metni. Birkaç hafta önce Asmalı Sahne’de izlediğim fakat vakitsizlik sebebiyle bloğumda değerlendiremediğim “Yalnız Batı” oyunu, birkaç sezon önce sahnelenen ve izleyemediğim için üzüldüğüm, “acaba nasıldı?” dediğim  “Yastık Adam”  ve  “Leenane'in Güzellik Kraliçesi” oyunları da diğer önemli eserleri.
                          

Örgüt başı Padraic  “hayattaki tek arkadaşı” kedisi Arap öldürülünce çılgına döner ve babasıyla, babasının yardımcısını kurşuna dizmek ister. Ben metindeki - oyunun kitapçığında da belirtildiği üzere - kedi simgesini “vatan”, “namus”, “kutsal değerler” olarak ele alıyorum. Terörün sıradanlaştığı, her gün bir yerlerin patladığı, tarandığı zamanlardan geçiyoruz, bu belki hemen evimizin önü değil ama birkaç mahalle ötesi bile olabilir. Silahın varsa güçlüsündür, yoksa zayıf ve o silah bir gün sana da dönebilir. Bir kedi yüzünden, daha doğrusu “birisi için çok büyük önem taşıyan herhangi bir şey veya biri”  yüzünden hayatınızdan olabilirsiniz. Masumsanız bile (olmasanız bile cezası ölüm müdür, o da ayrı konu)…  Oyunda ayrıca cinsiyetçi bakış açısını da çok net görebiliyoruz, uzun saçlı erkeklere “karı kılıklı” ya da kısa saçlı kadınlara “oğlan çocuğu” denmesi gibi.

Oyunda silahlar patlar, yapma etler gösterilir, kan gövdeyi götürür… Bunlar elbette oyunun bir gereğidir. Bu sahnelerde çıkan seyirciler olduğunu duymuştum ve oyunu izlerken bizzat şahit oldum, elbette o seyircilere bir lafım olamaz, yalnız oyunu savunduğum nokta herhangi bir şiddet olmadan da böyle bir oyunun aynı sert etkiyi yaratamayacağı yönünde… Elbette şiddet yanlısı değilim, hele bu oyundan önce tiyatroda silah patlamasına son derece karşı olduğumu da belirteyim, ne var ki oyun gereği böyle olması gerekiyorsa da silah patlamalı. Hem o silahlar yan sokağımızda patlayınca oralı olmuyoruz da oyunda ateşlendiği zaman niye tepki gösteriyoruz? Belki düşünmeye buradan başlamak gerekiyor. Bu açıdan önemli bir metinle karşı karşıyayız.

Oyunun başarılı çevirisi ise severek takip ettiğim Mehmet Ergen’e ait. (Yönettiği “Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi” oyununu özellikle tavsiye ederim.)

Oyunculuklar açısından da doyurucu bir oyun “Inishmorelu Yüzbaşı”. Özellikle Reha Özcan’ın oyunculuğunu çok beğendim. Bloğumu takip edenler hatırlayacaklardır, geçen sene yorumumu yazdığım “Sezuan’ın İyi İnsanı” adlı oyundaki oyunculuğunu da çok beğenmiştim. Kendisini ilk defa birkaç sezon önce yine Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenen “Bedensiz Kadın”’da seyretmiştim ve bu oyunlardaki karakterleri birbirinden çok farklıydı. Yine de zannediyorum bu üç oyun içerisinden bu oyundaki performansı, şimdiye kadarkiler arasında en unutulmaz performansıydı.
                                     

Ayrıca Deniz Elmas’ı da performansından ötürü tebrik etmek isterim. Kendisini ilk defa geçen sezon “Aşkın Sıradanlığı” oyununda seyretmiştim ve bu oyundaki oyunculuğunda gördüm ki farklı karakterleri başarıyla canlandırıyor.

Oyunun dekor tasarımı ise Ethem Özbora’ya ait. Kendisini “Sezuan’ın İyi İnsanı” oyunundaki dekor tasarımından biliyorum. Hatta mavi arka fonu görünce oyunun “Sezuan’ın İyi İnsanı” ile bir bağlantısı olacak mı diye düşünmedim değil ama iki oyun birbirinden çok farklı.

Yorumları okuyunca bu oyun için “Quentin Tarantino filmleri tadında” denmiş, buna ben de katılıyorum. Bu sene Devlet Tiyatrolarında izlediğim en güzel oyunlar olan “Sessizlik” ve  “Yağmur Durduğunda”’ya “Inishmorelu Yüzbaşı”’yı da ekliyorum.

Güzel metin, başarılı reji, sağlam oyunculuklar, izlenmeli…
 
                                 

14 Mart 2013 Perşembe

“İNTİHAR MI CİNAYET Mİ?”


                        “İNTİHAR MI CİNAYET Mİ?”

      “Hayatı boyunca, soru sormayan bir kadının, tek soruyla hayatı değişebilir mi?”

 
 Yazan-Yöneten: Evrim Yağbasan

 Oynayan: Merve Engin

 Sahne ve Kostüm Tasarımı: Bahar Uyandıran

 Asistan: Enis Alper Yapıcı

 
Toplumsal duyarlılığı yüksek oyunları seviyorum. İçinde bulunduğumuz toplumu bireysel olarak nasıl geliştirebileceğimizi sorgulattığı için. Evet, belki var olan sorunlara bir oyun sayesinde “net” bir çözüm bulmak kolay olmayabilir ama sanatın dönüştürücü gücünü de gözardı etmemek gerek.

Dün akşam izlediğim “İntihar Mı Cinayet Mi” adlı oyun bana toplumumuzda kadının yerini bir daha düşündürdü. Eğitimleri önemsenmeyen, görücü usulüyle, büyüklerinin hatırına, fikri sorulmadan evlendirilen, yeteneklerini sadece kadınlar arasında yapılan “günlerde” gösterebilen, aldatılan, şiddet gören kadınlar…

Kahramanımız Aysel arafta beklemektedir. Bize hikâyesini anlatırken/Hikâyesini Allah ile paylaşırken onu tanıma imkânı buluruz. Eğitimini tamamlamadan evlendirilmiştir. İki çocuk annesidir. Genelde ses çıkarmaz, hesap sormaz. Henüz Aysel hakkında fazla bilgi vermedim ama bu kısa bilgiler bile ne kadar tanıdık değil mi? Elbette detaya girmeyeceğim ancak sonrasını da gazetelerden ya da haberlerden tahmin edebileceğiniz gibi toplumumuzda sıkça karşılaşacağımız bir öyküye sahip Aysel… Ayşe’den, Selma’dan,  Meral’den hiç farkı yok. İçine atar yaşadıklarını, susar, ta ki artık ses çıkartması gerektiğini fark edene kadar… İlk günden, en başından ses çıkartsaydı çok daha farklı olurdu elbet, olmasa bile denemeye değerdi…

(Aysel’in arafta olmasının nedeninin intihar mı cinayet mi olduğunu henüz öğrenmemişizdir)Aysel, intiharın büyük günah olduğunu belirtir, fakat arafta beklerken farkına da varır, onu o noktaya getiren, gözünü dönmesine sebep olan tüm o nedenler günah değil midir? Tek suçlu kadın mıdır? Bunu beklerken Allah’a da bunu sorar? Sessiz Aysel, her şeyi düşünür ve sorgular… Aysel araftadır, evet, fakat hala hayatta olan ve kurtarılması gereken kadınlar vardır, Aysel’le aynı kaderi paylaşacak kadınlar vardır, aynı olayların tekrarlamaması adına, kadınlarımızın eğitim alıp, özgürce yaşayabilmeleri ve haklarını koruyabilmeleri adına, ben bu oyunun Anadolu turnesine çıkmasını çok isterim. Merve Engin izlediğim bir önceki oyununa başlarken (Tiyatromuza büyük emekler vermiş Macide Tanır’ın vefat ettiği günün akşamı), Macide Tanır’ın sözüyle “tiyatroyu her akşam elbet bir kişi anlar” diye oynadım demişti, işte ben de o bir kişinin toplumu, kadınlara bakışı nasıl değiştirebileceğini düşündüğümden bunu istiyorum. Bir kişi bir bakmışsınız iki kişi etmiş, sonra üç… Asla umutsuz olmamak lazım.

Merve Engin’i daha önce “Kıyıya Oturmanın Böylesi” ve “Nerede Kalmıştık” oyunlarında izlemiştim, her oyunda farklı bir karakter yaratıyor Engin. “İntihar Mı Cinayet Mi” prömiyer yapalı birkaç hafta oldu ama ben şimdiden Merve Engin’in bundan sonraki oyunlarını, karakterlerini merak ediyorum. “Sinekler Sevişirken” ve “Kaplumbağalar Şişmanlamaz Çünkü Kabukları Vardır” oyunlarını kaçırdığıma üzülerek...

Peki, siz, bir kadının araftaki 55 dakikasına tanık olmak ister misiniz? Tavsiye ederim.
                                          

12 Mart 2013 Salı

"YAZ-BOZ"


                                         YAZ-BOZ

 
Yazan: F. Yüksel SENDAN

Yöneten: Tonguç DİKME

 Oynayanlar: Sencan Oytun TOKUÇ

 Öznur ÖZÇELİK DİKME

 Artun ÖZSEMERCİYAN

 Tonguç DİKME

 Cemre YÜCEKÖK

 

 Barkovizyon Çekimleri:

Yöneten: Ziya DEMİREL

Kamera: Doruk YEMENİCİ

Oynayanlar: Elif DUMAN, Canan GÜNAŞTI,

 Ceren TEKELİ, Çağdaş Ekin ŞİŞMAN

 

 Dekor: Murat DOĞAN

 Tunca Zeki BERKKURT

 

 Afiş-Broşür Tasarım: Artun ÖZSEMERCİYAN

 

Alışkın olmadığım oyunları seviyorum. Özellikle son zamanlarda İtalyan Sahne düzeninden biraz sıkıldığımı söylemeliyim. Tabi bu durum klasik anlayışa göre oynanan oyunları hiç sevmediğim anlamına gelmesin, onları da önemsiyorum ve takip edeceğim ancak tıpkı ilk defa bir oyunlarını izlediğim “Tiyatro Öteki Hayatlar” tiyatrosunun “Yaz-Boz” oyununda olduğu gibi küçük sahnelerde oynanan bir yaşama şahit olmak bana, büyük salonlarda büyük büyük oyunculuklarla oynanan oyunlardan daha samimi geliyor. Elbette, klasik anlayışa göre oynanan bir Shakespeare oyunu ya da başarılı bir Antik Çağ oyunu izlemek de bana keyif verir, fakat “modern Türk Tiyatrosu nasıl olmalıdır” diye durup düşündüğüm zaman bana küçük salonlarda seyirciyle iç içe oyun oynama fikri daha samimi geliyor. En azından bir alternatif olarak dikkatimi çekiyor. Dün de (10 Mart) keyifli bir Beyoğlu turu yaptıktan sonra Asmalı Sahne’de izlediğim bu mütevazı oyun, 8 Mart’ı geçtiğimiz şu günlerde kadınlıkla ve kadın olmakla ilgili düşündürdü.

Genel olarak baktığımızda toplumumuzda kadınlara bakış bellidir, kadının duyguları, düşünceleri arka plandadır, hatta bazen o kadar arkadadır ki görünmez bile, kadın bir yerde çalışsa bile yine de dikiş diker, alışverişe çıkar, temizlik yapar ama genel olarak düşünmez, sorgulamaz. Oyunun başkahramanı yazar, yarattığı Nesrin karakterini kendince şekillendirir ama bunun doğruluğundan kendi de emin değildir, Nesrin kendi duygularını sorgulamadan âşık olur ancak kahramanımız Nesrin’in aşkının “üzerine düşünülmüş, karar verilmiş bir aşk” olmasını ister… Başkasına hükmedebilir miyiz? Bu doğru mudur? Belki başkasını yöneterek onu kendimize âşık edebiliriz ama bu aşk gerçek bir sevgi midir, yoksa baskı sonucu oluşan bir etkileşim mi? Metne baktığımız zaman cinsiyetçi bir bakış açısı göze çarpmıyor ancak toplumun bakış açısını düşününce merkeze “kadın olmak” sorunu yerleşiveriyor. Özünde, başkahraman yazar, bir karakter yaratır ve onu yönetir ancak düşününce gerçek hayattan hiç de uzaklaşmıyorsunuz, insanları, çevrenizi yönetmek için illa ki doğaüstü güçlere ihtiyacınız yok, hoşlandığınız insanları sizi seviyorum demeye zorlayabilirsiniz, hatta bunu başarabilirsiniz ama samimi olmalarına zorlayamazsınız. Kahramanımız, bu samimiyeti arar. Karakter yazılmaktan çok kendi öyküsünü yaratmalıdır belki de… Kendi isteklerini özgürce, hür iradesiyle söyleyebilmelidir. Bunu insanlığa uyarlayabiliriz.

Oyundan beni etkileyen, kâğıt kalem çıkarıp not alma isteği oluşturan bir repliği de sizinle paylaşmak isterim: “Her zaman mükemmel olmak da mutsuzluk getirir, hata yapmazsak mutlu olmayı bilmeyiz ki…” Kelimesi kelimesine aklımda kalmasa da, özünde bunu anlatan bir replikti.

Geçen sene Kadınlar Gününde “Kargaşa” adlı oyunu izlemiştim Şehir Tiyatrolarında, 8 Mart için önemli bir oyundu. Bu sene de 10 Mart’ta “Yaz-Boz”’u izledim ve bu oyunu öncelikle kadına dayalı olarak alıyorum. Çünkü toplumumuzda örnekleriyle sık karşılaşıyoruz.

Oyun, sade, abartısız oyunculuklarla, başta söylediğim alternatif tiyatro arayışıma bir örnek oluşturuyor.

Sahneler arası geçişlerde kullanılan müzikler ise oyunu keyifli kılan bir diğer unsur, özellikle Mina’dan şarkısını duymak benim için büyük sürpriz oldu. (Hangi şarkı olduğu sürpriz olsun)

Çiçekli dekor ise oyunun “yazlık” havasını yansıtan güzel bir unsur.

Ayrıca barkovizyon çekimlerinin de oyuna renk kattığını düşünüyorum. Özellikle Sencan Oytun Tokuç’un “komşu kadınla tekrar buluşabilmek için bahane aradığı” sahnelerdeki oyunculuğunun bana çok keyif verdiğini söyleyebilirim.

“Yaz-Boz” başta da söylediğim gibi mütevazı bir oyun, sizi her pazar hikâyelerine şahit olmaya çağırıyor, benim için güzel bir deneyimdi…