SANATÇIDAN
DAHA FAZLASI, “MİCHELANGELO”’NUN BİR BİREY OLARAK PORTRESİ
“Sanat, soylu insanlara özgü bir
haz değildir…”
Yazan:
Irmak Bahçeci
Yöneten:
Saydam Yeniay
Dekor
Tasarımı: Behlüldane Tor
Giysi
Tasarımı: Medine Yavuz
Işık
Tasarımı: Ayhan Güldağları
Müzik:
Çağrı Beklen
Koreografi:
Cihan Yöntem
Dramaturg:
Sündüz Haşar
Yardımcı
Yönetmen: Atilla Şendil
Asistan:
Senem Cevher
Oyuncular:
Michelangelo:
Atilla Şendil
Brimante:
Mahmut Gökgöz
Ghirlandio:
Cemal Ünlü
Gözcü:
Ozan Uçar
Soderini:
Tevfik Tarhal
Timoteo:
Kemal Topal
Julius,
Leonardo: Nurettin Özşuca
Guido:
Çetin Demir
Luigi:
Onur Serimer
Rosinha:
İpek Gülbir
Silvia:
Tuğba Karabey
Raphael:
Arda Baykal
Kardinal:
Utku Çorbacı
Delfi
Bilicisi: Merve İleri
Lidya
Bilicisi: Merve Bağdatlı
Yardımcı:
Gökay Müftüoğlu
Delikanlılar:
Arda Tunaseli, Çetin Demir, Samed Silme, Mehmet Konu
Genç
Michelangelo: Halil İbrahim Irklı
Bugün
seyrettiğim oyun beni fazlasıyla heyecanlandıran ve yeni kapılar açan bir
bilgilendirme/ düşünme / yorumlama dersi niteliği taşıyordu. Kişisel olarak,
Rönesans sanatı ve Michelangelo Buanarotti’nin eserleri ilgi alanıma fazlasıyla
giriyor ve elbette bir sanatçının yaşamını incelerken onu hayatıyla ele almak
gerektiğini düşünürdüm. Fakat bu ele almayı daha çok sanatçının fikirleri ya da
bağlı olduğu akım üzerinden kurgular, onun yaşayış biçimini derinlemesine ele
almazdım. Ne var ki, “Michelangelo” oyunu bana bu anlamda takip ettiğim
sanatçıları bir “birey” olarak ele almaya yöneltmesi açısından önemli bir görev
taşıyor.
Öncelikle
söylemeliyim ki, bu oyun Saydam Yeniay’ın da kitapçıkta bahsettiği gibi
kesinlikle bir belgesel değil. Usta bir sanatçının, sanatçılığının ötesinde bir
“birey” olarak ele alınışı. Her ne kadar
Michelangelo ekseninde Rönesans dönemi toplumuna şöyle bir göz atabiliyorsak
da, oyun toplumsal çizgilerden çok, birey(sanatçı) ve toplum ilişkisini
inceliyor. Toplumu Michelangelo (ya da dostlarının ona seslendiği gibi) Michel’in
gözünden görüyoruz. Oyunda onun yakın çevresindeki insanlarla, arkadaşları ve
yardımcılarıyla olan ilişkilerine tanık oluyoruz, onunla beraber sinirleniyor,
onunla beraber üzülüyoruz. Michelangelo’nun mesleki tutkularını, sanata ve
insana dair düşüncelerini (özellikle üstünde durulan özür dileme kısmı ile
ilgili) görüyor ve onun çağı için ne kadar önemli bir “devrimci” olduğuna şahit
oluyoruz.
Sanat
ve bilim özgürlükle her zaman iç içedir, iç içe olmak zorundadır, çünkü ikisi de,
aydınlatıcı, zihin açıcı ve yol göstericidir. İkisini de kısıtlayamayız, eğer
engellersek toplumumuzun aydınlık yarınlarını da karanlığa mahkûm etmiş oluruz.
Bu yüzdendir ki, sanatın başkaldırıcı ve değiştirici gücü olabilmelidir. Her ne
kadar sanatçının bu devrimci yanı çağdaşları tarafından küçümsense bile çağlar
sonra hak ettiği değeri fazlasıyla fark ediliyor, tıpkı Michelangelo’ya yaşadığı
çağda “deli” gözüyle bakılması gibi. Elbette bu bakış açısı, meslektaşları için
bir rahatlama sebebi olabilir ama sanatla ilgili olmayan insanların da
(yardımcısı ve bekçi gibi) Michelangelo’yu deli olarak addetiği aşikâr.
Delilikle
dâhilik arasında çok ince bir çizgi olduğu söylenir hep, peki biz Michelangelo’ya
deli diyebilir miyiz? Çevresindekileri harekete geçmeye cesaretlendiren,
kimseyi kendinden küçük görmeyen bir dahi fakat uzlaşmaya varamayınca
vahşileşen ve çevresindekileri korkutan bir “deli”… İnsanoğlunun yirmi dört
saat içinde kırk sekiz ruh yapısına sahip olduğu düşünülürse, Michelangelo da
bu iki uç arasında gelip gidiyordu. Tabi, onun mücadeleci yanı kiliseyi
rahatsız ettiği için Michelangelo “deli” sıfatından kurtulamayan bir “yalnız”dı…
Onu yalnızlaştıran ise dâhilik düzeyindeki yeteneği ve uzlaşmazlık konusundaki
takıntılı deliliğiydi.
Bana
tüm bunları düşündürdüğü için öncelikle oyunun yazarı Irmak Bahçeci’yi tebrik
etmem gerekiyor. Böylesine başarılı ve düşündürücü bir metin kaleme aldığı
için. Aynı şekilde oyunun yönetmenliği
için “Baştan Çıkarma” ve “Aşkın Sıradanlığı” oyunlarından tanıdığım Saydam
Yeniay’ın başarılı rejisi ve Sündüz Haşar’ın başarılı dramaturgisi için… Oyunda
seyirciye hem düşünme payı bırakılmıştı hem de bu pay asla sıkıcı boşluklara
dönüşmüyordu. Her sahne duygu ve düşünceyi abartıdan kaçınan bir sadelikle
veriyordu. Aralarda Michelangelo’nun eserlerinin slaytla gösterilmesi ise seyircinin
yorumlamasına yardımcı olabilecek kaynaklardan… Sahne düzeniyse pek çok oyundaki başarılı
dekorlarından tanıdığım Behlüldane Tör’e ait… Çağrı Beklen’in müziklerinin ise
oyuna ayrı bir renk kattığı düşüncesindeyim… Tabi bir görsel şölen olan kıyafetlerin
Medine Yavuz Almaç’ın tasarımıyla, Yusuf Çalışkan ve Melek Şafak’ın elinden
çıktığını belirtmeliyim… Ama daha önemli bir görsel şölen ise hemen önümüzde
tüm varlığını rolüne veren ama bunu büyük bir sadelikle yapan oyuncu Atilla
Şendil’in ders niteliğindeki oyunculuğu. Elbette bu rolü başka bir oyuncumuz da
oynayabilirdi, ne var ki bir rolü benliğine bu kadar oturtabilir miydi
bilemiyorum… Oyunculukta aradığım en önemli özellik sadeliktir ve çok mutluyum
ki bu kadar başarılı bir metin ve reji hiç abartıya yer verilmeden “yaşandığı
gibi oynanmış.” Diğer oyunculuklar da öyle… “King Kong’un Kızları” ve “Ne
Dersin Azizim”’de izlediğim usta oyuncu Mahmut Gökgöz başta olmak üzere yeni
tanıdığım ama yeni oyunlarda da seyretmek istediğim pek çok genç oyuncu tanıma
fırsatını da elde ettim, bu da bu oyunun çok önemli artılarından…
Son
olarak bir teşekkürüm de Devlet Tiyatroları’na… Bu oyunu Marc Rothko’nun
yaşamını irdeleyen “Kırmızı” adlı oyunun bir devamı gibi gördüm (Arada “resmi”
bir bağ olmamasına rağmen). Dilerim sanat ve umutla kapamakta olduğumuz bu
sezon, ekimde açılacak yeni sezonda da çeşitli ressamların ve sanatçıların hikâyeleri
ile devam eder, eder ki biz de “mücadeleci olma” yolunda kendimizi
geliştirebiliriz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder