SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.

29 Nisan 2012 Pazar

HEDDA GABLER


                                   HEDDA GABLER

"Bazen keskin ve acımasız olabiliyorum. Bazen de isyankâr oluyorum.
Kendime hâkim olamıyorum. Kederli bir özgürlük gibi…”


                                        


Yazan
: HENRİK İBSEN
Çeviren
: EMRE KOYUNCUOĞLU, BAŞAK ERZİ
Yöneten
: EMRE KOYUNCUOĞLU
Dramaturgi
: DİLEK TEKİNTAŞ
Sahne Tasarımı
: GAMZE KUŞ
Işık Tasarımı
: CEM YILMAZER
Kostüm Tasarımı
: GAMZE KUŞ
Yönetmen Yardımcısı
: BAŞAK ERZİ

OYUNCULAR

Bugünkü yazıma başlarken, oyun yorumuna geçmeden önce, oyunda yanımdaki delikanlının söylediği bir sözü tartışmak istiyorum. Ara sırasında telefonla konuşurken ben de kulak misafiri oldum. Delikanlı “Tiyatrodayım… Ödev için, yoksa ne işim var tiyatroda” diyordu karşı tarafa… Bu cümle bireysel bir sevgisizliği yansıtıyor gibi gözükse de bugüne kadar gittiğim pek çok tiyatroda böyle gençler ve bu tarz düşüncelerle çok karşılaştım, şahit oldum… Geçenlerde takip ettiğim bir tiyatrocu, röportajında “gençlerin tiyatroyu sevmeme ve herkesin farklı bir alanın peşinde olmaya hakkı olduğunu” söylüyordu. Elbette herkes istediğini seçmekte özgürdür fakat ne var ki tiyatroya mesafeli yaklaşan gençlerimizin popülist kültürün çok çabuk unutulan değerlerine gönül indirmesi de çok üzücü…
Tiyatro, en başta bir düşünce, kendini oldurma, geliştirme aracıdır, önce kendimizi sonra da toplumumuzu ve dünyamızı algılamamızı sağlar. Tabi ki bu yolda tek değildir, diğer sanat alanlarıyla bir paydada bulunur, ne var ki “bilgi edinmek ve düşünmek” isteyenler için çok önemli bir araçtır. Dolayısıyla “hoşça vakit geçirme aracı” değildir. Buradan da “tiyatroda işi olmayan” gencimizin dünyayı algılama sürecinde bir kapıyı daha yüzüne kapattığını söyleyebiliriz. Peki, bu gencimiz ve diğer gençlerimiz oyun seyretmedikçe, bu oyunların çoğuna kaynak oluşturan kitapları okumadıkça, düşündüren filmler seyretmeyip, sergi gezmedikçe kendilerini nasıl geliştirebilirler? Geliştirmedikleri için topluma nasıl faydalı olabilirler? “Bu tür etkinlikler pahalıdır” demeyelim Türkiye’de öğrenciler için sanat anlamında çok büyük kolaylıklar sağlanıyor. Sorun para da olmadığına göre nerededir peki? Hangimiz hatalıyız? Tiyatro sevmeyen gençler mi? Onlara ödev verip, tiyatroya gitmeye “mecbur eden” öğretmenler mi, aileler mi, yoksa büsbütün sistemin kendisi mi? İşte burada bir kördüğüm oluşuyor. Elbette çoğumuzun yaptığı gibi tüm gençlerimiz bir anda çok popüler olan ama birkaç ay sonra hiç hatırlanmayan şarkıları dinleyip, bol aksiyonu dışında hiçbir özelliği olmayan filmleri seyredebilir, bu bir çeşit rahatlama tercihidir, buna hiçbir sözüm yok fakat ne zaman ki bu rahatlama sürekli bir hal almaya başlar, o zaman durup düşünmek gerekir, bu açıdan da yol gösterici bireylerin olması gerekir, bu aile olur, okul olabilir, önemsenen kişiler olabilir… Bana “sen bunu neden bu kadar önemsiyorsun” diyebilirsiniz, çünkü ben sanat sayesinde kendimi çok büyük anlamda geliştirdiğimi düşünüyorum ve bu kişisel gelişimin nicel olarak artmasının toplumda daha sağlıklı bireyler yaratacağını ve uluslar arası gelişmişlik endeksinde toplumumuzu yüksek düzeylere taşıyacağını savunuyorum… Bu açıdan yaşıtlarımın sanatla ilgili olmasını bu kadar önemsiyorum…
“Hedda Gabler” dünya tiyatrosunun en önemli isimlerinden Norveçli yazar Henrik İbsen’in ondokuzuncu yüzyılın sonunda yazdığı ve bir anti- kahramanı konu alan bir oyunu… Hayatta sevgi ve saygı gibi önemli değerleri bir kenara iten, en büyük tutkusu silahlar olan ve insanların - özellikle sevdiği Ejlert’in- kaderlerinde önemli değişiklikler yaratıp hükmetmeyi seven bir kadın Hedda Gabler… Çeşitli gelgitlere sahip… Bu gelgitlerse Hedda rolündeki Şebnem Köstem tarafından başarıyla yansıtılmış… Hizmetçi Berta rolündeki Elçin Atamgüç, Jorgen rolündeki Ertuğrul Postoğlu, daha önce “Sevgili Doktor” oyununda seyrettiğim fakat bu oyunda daha başarılı bulduğum Thea rolündeki Meriç Benlioğlu, Yargıç rolündeki Erarslan Sağlam, yine daha önce “ Doğumgünü Partisi”nde, “Mutfak Söyleşileri”nde ve repertuara girdiği gibi kaldırılan “Rosenbergler Ölmemeli” oyununda kendisini seyrettiğim ve oyunculuğunu çok beğendiğim Mert Tanık ve bu oyundaki kısa rolüyle beni etkileyen Alev Oraloğlu oyunun diğer isimleri ve her biri oyuna ruhlarını verdiklerini hissettiriyorlar. Fakat tüm oyuncuların bu klasik metni büyük emekle yorumlamalarına, arada verilen müziklere rağmen sanki bir şeyler olmamış gibiydi… Belki bu düşünceme sebep olarak, döner dekorun sahneye sığmayıp ilk koltuk sırasına taşması olabilir… İkinci yarısı, ilk yarısına göre daha etkili olan oyunun sonlarına doğru Hedda Gabler’in psikolojisinin daha ayrıntılı yansıtılmasıyla oyun daha etkileyici bir hale geliyor. Çoğu klasik oyunda olduğu gibi bu oyunda da seyirci- oyuncu arasındaki görünmez uzaklık ise yine korunmuştu… Sonuç olarak şiddetle tavsiye edemesem de yine de oyuncuların emekleri için takdir edilmesi gereken bir yorumlama oldu “Hedda Gabler…”

                                                             

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder