SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.

17 Mart 2012 Cumartesi

REFLÜSÜ OLANLAR DİKKAT! /BİR “LİMONATA” YAZISI

                           REFLÜSÜ OLANLAR DİKKAT! /BİR “LİMONATA” YAZISI
              
                                                        Bazen düşmek gerekir…”


“Cam Yapraklar” adlı oyunu yorumladığım bir önceki yazımda İkincikat’ın yenilikçi bakış açısının tiyatromuza çok önemli bir soluk getirdiğini söylemiştim, dün gece “Limonata”’yı seyrettikten sonra bu görüşümün doğruluğunu bir kere daha anladım çünkü Limonata şimdiye kadar seyrettiğim oyunlar içerisinde en güzellerinden biri olmakla kalmadı, aynı zamanda çok önemli bir sorunumuzu: eşcinselliği derinlemesine sorun edinip sahneleyebilen cesur oyunlarımızdan biri olması açısından önemli bir yere sahip oldu.
Oyun, bir televizyon karesinde başlar: Genç sunucu (Heves Duygu Tüzün) ve yazar Müge (Banu Çiçek Barutçugil), Müge’nin ilk kitabı ve bu kitabın başarısını konuşurlar, fakat sunucu sorduğu soruların cevabını almadan başka sorularla  Müge’yi sıkıştırır, toplumca hiç de uzak olmadığımız magazin basınının adeta sanatçılardan hınç alma sorununun bir örneğidir karşımızdaki. Nitekim Müge sözünün sürekli kesilmesine en sonunda kızarak cevap verir. Ekran burada donar ve biz bu defa Müge’yi annesiyle beraber televizyonda kendini izlerken görürüz, Müge durumdan hoşnut değildir, fakat Anne (Deniz Türkali)  memnundur, oyunun bütününe baktığımızda aslında bu ailedeki anne-çocuk ilişkisine dair ufak da olsa bilgi sahibi oluruz.
Sonraki sahnelerde ailenin erkek çocuklarıyla tanışırız: Yurtdışından yeni dönen Melih (Sezgi Mengi) ve askerde ayaklarını kaybeden ve eşcinsel bir ilişki yaşayan Ege (Tevfik Şahin) ile sevgilisi Koray( Barış Gönenen)… Fakat ailede yolunda gitmeyen “bir şeyler“ vardır, annenin aklı gidip gelmekte, Müge, Melih’in dönmesine sevinmemektedir… Tüm bunların sebeplerini oyunun ilerlemesiyle anlarız: Anneyi, kocası terk edip gitmiştir, Melih kimseye veda etmeden Fransa’ya kaçmıştır. Anne eşcinsel oğlunu tanımamakta, abla bu ilişkiyi görmezden gelmekte ama bir yandan kardeşinin hayatını sürdürmesine yardım etmektedir… Melih’in yurtdışından dönüp abisinin yürüyemediğini ve eşcinsel ilişkisini öğrenmesiyle durum daha da karışır. Tıpkı Müge’nin “anne bunlar ne, neye bakıyorsun” deyip fotoğrafları odanın içine saçması gibi, aile dağılmıştır, herkes bir yerlerdedir… Anne sevgi doludur ama hastadır… Melih, “abi sen şey mi oldun?” diyerek homofob bakış açısını yansıtır, Ege, sevgilisi Koray’ın “vicdani retçi” olmasını istemekte ve askerlikten hiç konuşmamaktadır,  Müge ise hem herkesi bir araya getirmek istemekte hem de tüm bunlardan yorulmuş durumdadır…
Birden çok mu karmaşık gözüktü?  Oysa tamamen bizlerin hayatını yansıtıyor. Kahramanlarla özdeşleşmemiz için illa onların hayatlarını ya da sorunlarını yaşamak zorunda değiliz, hepimizin ailesinde böyle sorunlar yaşanmıyor mu? Ailesinde hiç sorun olmayan şanslı azınlıktan olmadığımıza göre…
Oyunda kardeşlerin hepsi kendileriyle, birbirleriyle ve hayatlarıyla hesaplaşırlar, bu hiç de kolay olmayacaktır, bazen bağıra çağıra, bazen sessizliğin gücüyle bazen de salya sümük ağlayarak… Bu konuda oyuncuları ayrıca tebrik etmeliyim, çünkü durumun perişanlığı ancak bu kadar gerçekçi bir üslupla verilebilirdi.
Bu hesaplaşmalar sırasında, Ege’nin bir repliği ise durumu çok iyi özetlemekte: “Bazen düşmek gerekir…”  Durumu düşünebilmek, sorunu çözebilmek için, peki Melih ve Müge, Ege’nin kendini tekerlekli sandalyeden bıraktığı gibi düşebildiler mi? Müge bunu yazılarıyla yapıyordur aslında, kitabı babası ve Melih’e adadığı için… Peki Melih? Oyun sonuna doğru onun da kendiyle ve kardeşleriyle hesaplaşabildiğini görürüz fakat o yine de gitmeyi tercih eder... Ege ise sevgilisinden ayrılmak zorunda kalacaktır, zira Koray askere gidecektir ve Ege kadar güçlü olmadığını söyler, onun da herkes gibi kendiyle ve toplumla hesaplaşması gerekmektedir…
“Limonata” Sıfırnoktaiki Topluluğu tarafından sahnelenen Sami Berat Marçalı’ya ait ve Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun yönetmenliği ve Iraz Yöntem’in yardımcı yönetmenliğini yaptığı bir oyun. Bu başarılı metin, başarılı bir sahneleme ve her biri birer ders niteliğinde olabilecek oyunculuklarıyla düşündürüyor, etkiliyor ve sorgulatıyor…
Tabi ki, Limonata reflüsü olanlarda, hazımsızlık çekenlerde çeşitli olumsuz etkilere sebep olabilir! Aç karnına içilemeyebilir... Ama benim – ve öyle zannediyorum ki tüm ekibin- dileği homofobinin yok edilmesidir… Bu açıdan dilerim Limonata olumlu etkilere vesile olur. Dünya ve başta toplum önce saygı, sonra da sevgiyle düzelir, daha iyi bir yere gelir… Bunun için de birbirimizi dinlemek gerekir… Oyun sonunda bunu kardeşler öğrenmiştir,birbirlerine sevgiyle sarılırlar ama tekrar karşımıza çıkan sunucunun Müge’yi yine sorularıyla sıkıştırdığını görürüz, sunucu saygıyı, karşısındakini dinlemeyi öğrenememiştir, peki ya biz?

                                                              


                                            
                                            

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder