SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.

28 Şubat 2013 Perşembe

"KİMSENİN ÖLMEDİĞİ BİR GÜNÜN ERTESİYDİ”


                   “KİMSENİN ÖLMEDİĞİ BİR GÜNÜN ERTESİYDİ”

                                 “Bizi ecel gelip almaz…”

 

Yazan: Ebru Nihan Celkan                                 

Yöneten ve Oynayan: Sumru Yavrucuk

Dramaturji: Sumru Yavrucuk-Onur Coşkun

Yönetmen Yardımcısı: Onur Coşkun

Mekân Tasarımı: Başak Özdoğan

Işık Tasarımı ve uygulama: İsmail Sağır

Müzik-Ses Tasarım: Berrak Artemiz

Efekt Uygulama: Onur Kiraz

Fotoğraf: James Hughes        

Beden dili kullanımı: İlyas Odman

Final Müziği ve Kayıt: Şirin Vatan/Ceyda Pirali

 

Kumbaracı50, benim için önemli tiyatrolardan biri. Her ne kadar bugüne kadar oynadıkları her oyunu göremesem de gördüklerim beni etkilemiş ve hepsi de “derdi olan” oyunlardı. Aralık ayında yeni projeleri “6 Üstü Oyun” kapsamında altı oyunluk, her ay biri prömiyer yapacak şekilde tek oyunculu oyunların ilki “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi”.

Bugüne kadar eşcinsellik temalı oyunlar izlemiştim, hatta blog sayfamda da yorumlarımı yazmıştım. Ancak “transeksüellikten” bahseden bir oyunu ilk defa izliyordum. Esmeray’ın merak ettiğim oyunu “Cadının Bohçası”nı ise kaçırmıştım. Konuyla ilgili olarak ise Türk sinemasından “Gece, Melek ve Bizim Çocuklar”, “Dönersen Islık Çal”, “Lola+ Bilidikid” filmlerini izlemiştim. Bir de If’te izlediğim ve fazlasıyla homofobik bir yapıya sahip olan toplumumuzun tamamının görmesini dilediğim “Benim Çocuğum” belgeseli var.

Konuyla ilgili olarak söylemek isterim ki, her şeyden önce toplumun bir bireyi olarak tüm bireylere saygı duymak zorundayız, sevmesek bile… Saygının sevgiden önce gelmesi gerektiğini düşünürüm. Fakat maalesef yaşadığımız toplumda saygıdan önce nefret geliyor ki nereden baksanız cinayetsiz geçen tek bir gün yok… Hatırlarsınız, yakın zamanda Doğu’da askerliğini yaptıktan sonra İstanbul’a, “normal” yaşantısına dönen Umut’un hikâyesinin anlatıldığı “Nerde Kalmıştık” oyununa dair izlenimlerimi yazmıştım bloğumda. Her iki oyun da -artık diğer oyunlarını da merak ettiğim-  Ebru Nihan Celkan’a ait ve bu oyunun kahramanının adı da “Umut”. Sanki herkesin “umut yok mu” dediği günümüzde inadına “var, hem de yanı başımızda”, (oyundan örnekleyecek olursam) “işte orada, o ağacın arkasında, bir bağırsan, dönüp bakacak” uzaklıkta… Önemli olan o umudu aşılayabilmek ve saygı duymayı öğretebilmek.

Oyunda, Umut (Sumru Yavrucuk), “bugün kimse ölmedi” diye başlıyor. Ne kadar alışılmadık değil mi? Ve güzel… Bir saat içerisinde bize çocukluğundan başlayarak, kısaca hayatını anlatıyor. Annesini, babasını, çevresini… Her ne kadar o akşam “gullum” (eğlence) yapacak olsa da bir anda gözleri doluyor, derken kahkahayı basıyor… Sorguladığım en önemli noktalardan birisi, “çocukken dua ederdim diyor, Allah’ım beni düzelt” diye, düşünün küçük bir çocuk ya da ergenliğinde biri nasıl bir baskı görüyorsa toplumdan, kendinden nefret ediyor ama asla korkak değil, her zaman hesap soruyor, gencecik çocukları bir copla yere yıkan polisten ve annesini kolluyor ya da kalkıp İstanbul’a ani bir kararla geliveriyor… Umut her zaman var, yaşadığı apartmanda onu seviyorlar, ama sevgi korumaya yetmiyor, üst kat komşusunu bir anda indirenler var, nefret baskın geliyor…

Beni etkileyen bir diğer olgu ise “bizi ecel almaz” cümlesi oldu, cahilliğime verin, ben çok uzun süre hapiste kalan ya da çok ağır toplumsal yaptırıma mahkûm bırakılan bir trans katili bilmiyorum. Ayrıca araştıracağım.

Sumru Yavrucuk’u ilk defa izledim. Dizi izlemediğimden ya da kendisinin bir filmini izlemediğim için kendisi hakkında bilgim söyleşileri ve eşin dostun “ şu dizide çok iyi oynuyor”  demesinden öteye gitmiyordu ancak bu oyundaki performansından sonra bundan sonra oynayacağı diğer oyunları da takip etmeyi istiyorum. Aynı zamanda oyunun yönetmeni de olan Yavrucuk, adeta kendinden çıkıp “Umut” oluyor. Performansının çok inandırıcı ve başarılı olduğunu söylemeliyim. Ayrıca Başak Özdoğan’ın mekân tasarımını da çok sevdim, Berrak Artemiz’in ses tasarımıyla birleşince, sahne bir anda otel odası, gece kulübü, park oluyor ve bu düzen çok başarılı bir şekilde sağlanıyor.

Son söz olarak şunu söylemeliyim, nefretin ve olumsuz duyguların toplumun kalkınmasına bir yararı olmadığı düşüncesindeyim. Saygı duyarak, iyi bir noktaya gelebiliriz ki kimse “insan eliyle” ölmesin.
                                 

20 Şubat 2013 Çarşamba

TOPLU HİKÂYELER


                                   TOPLU HİKÂYELER

                       “YETENEK ÖĞRETİLEMEZ”

 
Yazan: Donald Margulies      

Çeviren: Defne Halman, Balam Kenter

Şiir Çevirileri: Talat Halman

Yöneten: Kadriye Kenter

Dekor Tasarım: Osman Şengezer

Işık Tasarım: Alev Topal

Oynayanlar: Kadriye Kenter, Defne Halman

 

Usta-çırak ilişkileri her zaman ilgimi çekmiştir. Bu merakım yalnızca sanatsal ilişkilere özgü olmasa da bu yazıda ağırlıklı olarak sanatsal ilişkilerden bahsetmek istiyorum.

Birkaç sene önce yazdığım bir öyküye dair yorum alabilmek için hikâyemi görüşlerini önemsediğim bazı yazarlara göndermiştim, bundan burada bahsetmemin nedeni metnimi yolladığım yazarların, başka bir deyişle “ustaların” bana ve metne yaklaşımlarıydı. Kimi samimice fikrini söylüyor, sevip/sevmediğini belirtiyor ve onlara olan hayranlıklarımın karşısında gayet mütevazı dururken, kimi ise çok da ilgili görünmüyordu. Elbette, her yazarın, sanatçının bir başkasını eğitmek ya da en azından yönlendirmek gibi bir işlevi olamaz. Ben, “Toplu Hikayeler”i izlerken, geçirdiğim deneyimleri düşündüm, yazarların bana, yazmaya hevesli bir edebiyat meraklısına karşı tavırlarını hatırladım. Oyundaki usta yazarın(Ruth), genç yazara( Lisa) karşı olan davranışlarının aynısını yaşamasam bile, uzaktan bol ışıklı gözüken fakat biraz yakından bakınca hırsın, egonun konuştuğu, ahlakın sorgulanır hale geldiği bir ortam olduğunu düşünmüşümdür hep…  Diğer taraftan hayran olduğumuz, takip ettiğimiz yazarların, sanatçıların karşısına çıkışlarımız bizim için olduğu kadar, yazarlar için de bir sınavdır .(Tabi o dersi vermek isterlerse) Hem genç nesle dair bir nabız yoklamasıdır bu, hem de kendini geliştirme fırsatı verir.
 
                                 

“Toplu Hikâyeler” (Collected Stories),  Donald Margulies’in kaleminden izlediğim ilk oyun, metin olarak, önemli olduğunu düşünüyorum. Yeteneğe, kısmen de olsa yazarların bakış açısına, ahlaki disipline dair önemli mesajlara sahip. Fakat yönetim açısından “acaba aralarında oluşan sevginin yavaş yavaş kıskançlık, nefret ve kopmaya doğru yol alması biraz daha fazla irdelense daha mı iyi olurdu”  diye düşündüm. Çünkü bu halde, olaylar birbirine bağlı ilerlemektense, sanki bazı noktalar kesime uğramış gibi geldi. Bu da oyundaki esas vurucu kısmı sondaki tartışmaya saklıyor, sanki o gerginlik biraz daha fazla tutulsaydı, daha fazla vuruculuk sağlanabilirdi diye düşündüm.

Kadriye Kenter’i daha önce Müşfik Kenter ile oynadıkları “Aşk Mektupları” ve geçtiğimiz sezon sahnelenen “Ölümüne” oyununda, Defne Halman’ı ise “Zorla Güzellik” oyununda seyretmiştim. Kenter Tiyatrosu’nda bugüne kadar seyrettiğim oyunlarda hiçbir zaman “şu oyuncu çok iyiydi, ama keşke diğer oyuncu olmasaydı” demedim, her zaman kaliteli oyunculuklar gördüm, bu yalnızca benim düşüncem değil, pek çok tiyatroseverin düşüncesi ve Kenter Tiyatrosu’nun da başarısıdır. Defne Halman’da genç yazarın heyecanını, Kadriye Kenter’de usta yazarın ağırbaşlılığını, gururunu gördüm. Bir yanda görmüş geçirmiş bir profesörün deneyimleri, diğer yanda yazarlık hayatının başında bir yazarın heyecanı… Oyuncular için de oldukça güzel bir deneyim olduğunu düşünüyorum oyundaki karakterlerin. Her iki oyuncuyu da farklı oyunlarda izlediğimi yukarıda belirtmiştim, Defne Halman “Zorla Güzellik” oyununda bambaşkaydı, bu oyunda yine çok farklı. Kadriye Kenter’in “Ölümüne”’de canlandırdığı karaktere göre, bu oyundaki karakter o kadar farklı ki, oyuncuların farklı oyunlarda farklı karakterleri başarıyla canlandırmalarını  -kendi açımdan- oyunculuğun en önemli unsurlarından sayıyorum. Hatta oyundan çıkınca, geçen sezon bilet almama rağmen gidemediğim Defne Halman’ın oyunu “Bulanık” geldi aklıma, keşke görebilseymişim…

Oyunun çevirisi de beğendiğim bir diğer unsur. Yalnızca “sevgilim” kelimesi üzerinde düşündüm, sanki “tatlım” dense daha mı uygun olur gibi geldi, tabi bunun hakkında sağlıklı yorum yapabilmem için metnin orijinalini okumam daha doğru olur, sadece oyunda bir yere koyamadım sözcüğü.

Dekor, usta bir yazarın evine uygundu, kütüphane, resimler… Kostümleri de çok sevdiğimi söylemeliyim.

Peki, Lisa doğru mu yaptı? Ya Ruth? Cevabını aramak, düşünmek için sizi Toplu Hikâyeler’e davet ediyorum.