SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.

8 Haziran 2014 Pazar

19. İSTANBUL TİYATRO FESTİVALİ’NİN ARDINDAN

 
"19. İSTANBUL TİYATRO FESTİVALİ"’NİN ARDINDAN

“19. İstanbul Tiyatro Festivali” 9 Mayıs - 5 Haziran tarihleri arasında gerçekleşti. Yerli oyunların yanında yabancı oyunları da izlediğim ve benim için oldukça heyecan verici olan bu süreçte sahnelemeler, oyunculuklar ve yeni teknikler üzerine düşündüm.  Çoğunlukla tiyatro algıma yeni fikirler katan, kapı açan, derinlik ve düşünme olanağı veren yapımlar izledim. Bundan sonraki birikimimde bu yapımların muhakkak katkısı olacaktır. Bir ay süren bu festival sırasında toplumca acı olaylar da yaşadık. Duyarlı insanlar için oldukça zorlayıcı olan bu süreçlerde ben Türkiye’de sanatla uğraşmanın önemini (ve bir yandan zorluğunu) ve sanatın insanın ruhuna ne kadar iyi geldiğini bir kez daha hissettim. Bu süreçte hem iyi gelen hem de tiyatro ve sanat üstüne düşündüren yerli tiyatro topluluklarına ve tiyatro ile ilgilenen herkes için çok önemli bir deneyim olan yabancı tiyatro topluluklarını bizlerle buluşturduğu için İstanbul Kültür Sanat Vakfı’na çok teşekkürler!


9 Mayıs

“NE YAPTIYSAK NAFİLE”

Ortak yapımcılar: TR WARSZAWA AND SCHAUBUHNE AM LEHNINER PLATZ

Yazan
Dorota Maslowska
Yöneten
Grzegorz Jarzyna
Sahne Tasarımı
Magdalena Maciejewska
Kostüm
Magdalena Musial
Işık
Jacqueline Sobiszewski
Müzik Düzenlemeleri
Piotr Dominski, Grzegorz Jarzyna
Video
Cokierek, Pani K.

Oyuncular
Roma Gasiorowska, Maria Maj, Magdalena Kuta, Agnieszka Podsiadlik, Aleksandra Poplawska, Danuta Szaflarska, Katarzyna Warnke, Rafal Mackowiak, Adam Woronowicz, Lech Lotocki (radyo sesi)

"19. İstanbul Tiyatro Festivali", “Ne Yaptıysak Nafile” oyunu ile açıldı. Yazar, Dorota Masłowska 1983 Polonya doğumlu. Dil kullanımı, özgünlüğü ile Polonya’nın yenilikçi yazarlarından. “Beyaz- Kırmızı Bayrak Altında Leh-Rus Savaşı” adlı ilk romanı Polonya’da önemli ödüllere aday gösterilmiş ve pek çok Avrupa ülkesinde de çevirisi yapılmış. “Ne Yaptıysak Nafile”, “Lehçe Konuşan İki Gariban Rumen” adlı ilk oyunundan sonra yazdığı ikinci oyunu. Bu iki oyun, bir kitapçık halinde fuayede ücretsiz olarak sunuldu.
Yenilikçi yönetmen Grzegorz Jarzyna, daha önce Macbeth, 4.48. Psychosis, Festen, Nosferatu, Doctor Faustus, Medea Project gibi oyunları yönetmiş. Yine fuayede ücretli olarak sunulan “Jarzyna: Teatr/ Theatre” kitabı, yönetmenle yapılmış söyleşinin yanında yönettiği oyunlar hakkında da hem yazılı hem görsel açıdan önemli bir kaynak. 2007 yılında yönettiği "Macbeth" de dvd olarak satıştaydı.
“Ne Yaptıysak Nafile”’nin artısı, oyunun özünde Polonya’nın derdini konu almasının yanında, Türkiye’ye (ve hatta benzer konumlu diğer Doğu ülkelerine) yabancı kalmaması. Dorota Masłowska’nın metni bir uyumsuz tiyatro örneği. Beckett, İonesco, Pinter gibi yazarların etkileri görülüyor. Masłowska, metnin ilk yarısında, ele aldığı konuları (2. Dünya Savaşı, Postmodernizm)  güldürü öğelerine ağırlık vererek işlemiş. İkinci yarıda ise “2. Dünya Savaşı” ve “postmodern yaşam”ı, yine absürditeyle beraber ama bu defa güldürü öğelerini azaltarak yansıtmış. Metin, çift perdeden oluşuyor ancak tek perdeyle sahnelendi.
“Senin İçin Değil” dergisinin astroloji kısmından, önceki senenin domuz burcu insanları için su, domuz derisi, jelatin, süresi dolmuş krema, sıvı bulaşık deterjanından oluşan “Fi Tarihli Tavuk Jambon” tarifi ilk yarıda ağır basan absürd komedi havasına örnek olarak verilebilir. Pinter ve Beckett’in oyunlarındaki söz tekrarlarını bu metinde de görebiliyoruz. Karakterlerden Bozena, “domuz gibi” şişmandır, insanların görüş alanına girmemesi gerektiğini diğer karakterlerle birlikte kendi de tekrarlar. 



Metnin ana mesajına geçilen ikinci kısımsa “Fransa’da Fransa vardır, Amerika’da Amerika, Almaya’da Almanya, hatta Çekya’da bile Çekya, Polonya da sadece Polonya’dadır. Fransa’da baget, İngiltere’de tost, Almanya’da brötchen, bir tek Polonya’da sürekli ekmek, ekmek de ekmek!” tümcesiyle örneklenebilir. Yansıtılan Polonya’nın dışlanmışlık duygusu, var ol(a)mamışlık, yokluk, dördüncü sahnenin sonundaki “Herkes bir şekilde yaşamamak ister” repliği ile birleşince, oyunun iletisi su yüzüne çıkıyor.

















Oyunculuk alanında “Küçük Metal Kız”ın finaldeki performansı dışındaki performanslardan etkilendiğimi söyleyemem. Ancak, absürd bir metni, sahnede bugüne kadar pek çok başarı sağlamış bir yönetmenin rejisiyle izlemek, Polonya Tiyatrosu’nda neler yapıldığına dair küçük bir bilgi sahibi olmak adına önemli bir deneyim oldu. Ayrıca bu oyun bir uyarlama ile bizde de çok başarılı bir şekilde sahnelenebilir diye düşündüm. Özellikle büyük sahneli salonlarda.




    Görsel kaynaklar:   http://turkiye.culture.pl/tr/gallery/ne-yaptiysak-nafile-grzegorz-jarzyna-galeri


 
12 Mayıs 

“ÖZGÜRLÜĞÜN BEDELİ- MONTSERRAT

ESKİŞEHİR BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ ŞEHİR TİYATROLARI


Yazan
Emmanuel Roblès

Çeviren
Kaya Öztaş

Yöneten
Barış Erdenk

Dekor Tasarım
Aytuğ Dereli

Kostüm Tasarım
Funda Karasaç

Işık Tasarım
Osman Uzgören

Hareket Düzeni
Sibel Erdenk

Oyuncular
Sermet Yeşil, K. Sinan Demirer, Mert Kırlak, Burcu Tutkun Oruç, Berkay Akın, Emir İzci, Hakkı Kuş, Nagihan Orhan, Emre Demirci, Yalçın Özen, Umut Bazlama, Ozan Çolak, Celal Örnek

Cezayir doğumlu yazar Emmanuel Roblès’in oyunu “Özgürlüğün Bedeli” geçen sene şubat ayında prömiyerini yapmıştı. Simon Bolivar’ın Latin Amerika’yı İspanyol zulmünden kurtaracağına inanmış olan subay Montserrat, onu işgalci subayların elinden kurtarıp kaçmasını sağlar. Ancak bu durumun anlaşılması, Montserrat’nın tutsak düşmesi ve işkence görmesine neden olacaktır. Ne var ki, Montserrat’nın Bolivar’a inancı tamdır. O kazandığı takdirde özgürlük sağlanmış olacaktır. Bu yüzden işgalci İspanyol subayı, Montserrat’ya işkence etse dahi konuşturamayacağını anladığından, ona manevi baskı yapar. Sokaktan rastgele seçilen altı kişi tutuklanır ve Montserrat’nın karşısına getirilir. Montserrat ya Bolivar’ın yerini söyleyecektir ya da kimisi yeni evli, kimisi küçük çocuklarıyla yalnız yaşayan bu altı kişi öldürülecektir. Toplumumuzun durumuna hiç de uzak olmayan önemli bir metinle karşı karşıyayız. Metin, öncelikle seyirciye vicdan muhasebesi yaparak, kendini Montserrat’nın durumunda düşünmesini sağlıyor. “Kişi özgürce yaşamıyorsa ve eğer gerçekten adaleti getirebilecek bir lider ya da kurumun varlığına inanıyorsa ölmeli midir?” sorusu üzerinde duruyor. “Baskı altında yaşayacaksak, ölmek yeğ midir?”
  



Tutsaklar, metnin bir diğer önemli karakteri olan rahibe yalvarırlar ancak tarih boyunca pek çok defa tekrarlandığı gibi din, iktidarın yanındadır. İktidar, Tanrı’nın yeryüzündeki sesi olduğuna göre, din de onu destekleyecektir! Bu nedenle kurbanlar, sessizce dua etmeli, kaderlerine boyun eğmelidirler! Bu duruma ne kadar aşinayız değil mi! Çaresizlik, özgürlük, esaret, zulüm ve adalet oyunun ana kavramları.




Bu etkileyici metnin başarılı bir oyuna dönüşmesinde yönetmen Barış Erdenk’in payı büyük kuşkusuz. Metinde, ölümler sahne arkasında tasarlanmış ama Erdenk cinayetleri sahne üstünde göstermeyi tercih etmiş. Bu seçimi doğru buldum çünkü ülkemizde ne kadar sokak ortalarında insan katledilmesine aşina olsak dahi metindeki bu düzenleme oyununun gerçekliğini arttırmış ve bizleri bu gerçeklikle bir kez daha çarpıştırmayı başardı. Bu çarpışmada bel kemiği görevi gören oyuncuların performanslarını da çok etkileyici buldum. Her biri rollerini yaşayarak seyirciye sunuyorlardı. Tutsaklar, korku ve çaresizlikle isyan ediyor, işgalciler ise iktidarın yetkisiyle tüm güçlerini zalimce tutsaklar üzerinde kullanıyorlardı. Montserrat’yı oynayan Sermet Yeşil’i ise ayrıca kutluyorum. Kolay bir karakter olmayan, devrime inancı olan ancak yaşanan zulüm nedeniyle çaresizce adalet ya da ölüm arasında git-geller yaşayan karakterini başarıyla işlediği için. Son derece gerçekçi bir performanstı. Yeşil’i çok sevdiğim filmlerden biri olan Reha Erdem’in “Kosmos”uyla tanımıştım. Bu sene ise sezonun en başarılı oyunlarından biri olan “Savaş”’ta, savaştan gözlerini kaybederek geri gelen bir karakteri oynuyordu.  


“Özgürlüğün Bedeli” festivalin  etkileyici yerli oyunlarından biriydi.


Görseller, İKSV’nin festival sayfasından alınmıştır.



16 Mayıs

“KRAL (SOYTARIM) LEAR”

ALTIDAN SONRA TİYATRO – PANGAR

Ortak yapımcı: İSTANBUL TİYATRO FESTİVALİ

Yazan
William Shakespeare

Çeviren
İrfan Şahinbaş

Uyarlayan ve Yöneten
Yiğit Sertdemir

Sahne Tasarımı
Candan Seda Balaban, Yiğit Sertdemir

Müzik
Tuluğ Tırpan

Kostüm, Maske, Kukla, Makyaj Tasarımı
Candan Seda Balaban

Işık Tasarımı
Yüksel Aymaz

Oyuncular
Tomris İncer, Güven Kıraç, Berkay Ateş, Demet Evgar, Okan Yalabık, Sezin Akbaşoğulları, Umut Kurt

Korrepetitör
Selen Öztürk

Maske Oyunculuğu Koçu
Elif Sözer

Yönetmen Asistanı
Pınar Ongun

Tasarım Asistanları ve Sahne Teknisyenleri
Ebru Özdemir, Merve Durak

Genel Koordinatörler
Gülhan Kadim, Nilgün Kurt





Bu sene Shakespeare’in 450. Doğum yılı olması sebebiyle festivalde pek çok Shakespeare oyunu sahnelendi. İngiltere’den Propeller Theatre Company’nin ve Polonya’dan Baltic Dance Theatre’ın yapımları dışında yerli yapımlar arasında da Shakespeare yorumlamaları vardı. Bunlardan biri de Yiğit Sertdemir’in yönettiği “Kral (Soytarım) Lear” idi. Festivalin başarılı yerli yapımlarından biri olduğunu düşündüğüm bu oyun, “Klasik bir metin, grotesk öğelerle nasıl yeni baştan yorumlanır?” sorusunun cevabı olarak değerlendirilebilir. Bu tragedyayı, geçen sene Aya İrini’de İngiltere’den Globe Theatre yorumuyla izlemiş ve başarısız bulmuştum. Oyunculuk açısından karakterlerin yansıtılamadığını ve sade dekorun da bir tutku uyandırmadığını düşünmüştüm. Böyle olunca bir İngiliz oyunu izlemekten öte başka bir deneyim katmamıştı bana. Bu oyundan sonra Shakespeare’in her biri klasik olarak addedilen oyunların sahnelenmesi üzerine düşünmeye başladım. Bu klasik oyunlar, yüzyıllardır oynandığına göre artık Shakespeare sahnelerken, yenilik getirmek ve seyirciye yeni bir algı ve bakış açısı göstermek oyun yönetmeninin temel ilkesi olmalıydı. “Kral (Soytarım) Lear”’ı yorumlamasıyla Yiğit Sertdemir bana aradığım yeni bakış açısını sundu. Tragedyayı, trajik öğelerini koruyarak, grotesk bir yorumla sunmak, oyuna her şeyden önce bir dinamizm katıyor. Metni okumuş olmanıza rağmen, sizi maskelerle, kuklalarla, zihin açıcı sahneleme öğeleriyle (Açılıştaki karakter tanıtımı, mektup yazma sahnesi gibi) şaşırtmayı başarıyor. Yiğit Sertdemir’in grotesk yorumlama tarzını daha önce “Dertsiz Oyun” ya da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi tiyatro öğrencileriyle sahnelediği “Balkon” oyununu seyredenler anımsayacaklardır. Bu yorumlamaların başarısında Candan Seda Balaban’ın makyaj, kostüm ve -bu oyunda- kukla tasarımlarının da payı büyük kuşkusuz.
  

Oyun, groteskin soytarıların tiyatrosu olduğu ifadesine dayanarak (Jan Kott- Çağdaşımız Shakespeare) soytarının gözünden anlatılıyor. Güldürü öğelerinin ağırlıkta olduğu ilk yarıdan sonra ikinci yarıda Kral Lear’ın “benim yerime sen geç” demesiyle, soytarı söz sahibi oluyor ve ağırlık ona geçiyor. Oyunun soytarının gözünden yorumlanması işte burada başlıyor.

 


Bu yorumu, bize oyunculuklarıyla daha da keyifli hale getiren isimlerse soytarı rolünde Tomris İncer ve Kral Lear rolünde Güven Kıraç başta olmak üzere, Okan Yalabık, Demet Evgar, Umut Kurt, Berkay Ateş ve Sezin Akbaşoğulları. Sahneleme, klasik bir rejide belki oyun içinde tekdüzeliğe düşebilecek performanslara izin vermiyor. Ani geçişler, tepkiler, ses ve beden kullanımı oyunculara dinamik bir performansını şart koşuyor. Maske oyunculuğuna ise Elif Sözer ile uzun süre çalışmışlar. Ayrıca oyunun yanında enstrümanları da kendileri çalıyorlar. Emekleri büyük alkışı hak ediyor! Umarım gelecek sezonda devam eder ve sizlerle beraber ben de bir kez daha izleme şansı bulurum.


 
Oyun, 15-16 Mayıs’ta sahnelenecekti ancak Soma’da hepimizi derinden üzen facia sebebiyle ilk gece oynanmadı. 16 Mayıs’taki prömiyer ise Yiğit Sertdemir’in açtığı “#Soma#İşkazasıDeğilCinayet” pankartı ile sonlandı.


                Görsel Kaynaklar: Ali Güler, son fotoğraf hariç




20 ve 23 Mayıs

PROPELLER THEATRE COMPANY’DEN İKİ SHAKESPEARE OYUNU: “BİR YAZ GECESİ RÜYASI” ve “YANLIŞLIKLAR KOMEDYASI”

Yöneten                                                    
Edward Hall

Tasarlayan
Michael Pavelka

Işık
Ben Ormerod

Müzik
Propeller Theatre Company

Ses
David Gregory


“Propeller Theatre Company” tamamı erkeklerden oluşan bir tiyatro topluluğu. 1997 yılındaki "9. İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali"’nde Almanya’dan “Othello” oyunu ile gelen “Ismael Ivo Dans Tiyatrosu”nda da kadın rolleri erkekler tarafından oynanmış. Propeller Theatre Company bugüne kadar Avrupa ülkelerinin yanında Amerika, Avustralya, Bengaldeş, Çin, Malezya ve pek çok dünya ülkesine de turneler yapmış. Maske çalışmalarından, animasyondan, tarih boyunca yer etmiş pek çok müzikten etkilenmişler. “Bir Yaz Gecesi Rüyası”nda da maske oyunculuğundan yola çıkarak oyuncuların yüzlerinin boyanması tercih edilmiş.


                                Fotoğraf: Ali Güler

Oyundan önce sahnede ve salondaki konuşmalarında, oyun arasında ise fuayede verdikleri küçük konserlerde gözlemlediğim kadarıyla oyuncular genel olarak dinamikler. Bu dinamiklik, tüm sahnelerde ve pek çok oyuncunun oyuna başlarken “Let’s have some fun” (Biraz eğlenelim) ifadeleriyle de anlaşılıyor. Topluluk, tüm kontrol mekanizmasını oyuncuya sunduğunu belirtiyor. Oyuncular da bu mekanizmayı seyircinin ilgisini dinç tutarak üzerlerinde topluyor. Her iki oyunda da seyirciler pek çok sahnede kahkahalarıyla ilgilerini belli ettiler.


                               Fotoğraf: Beste Korkmaz


“Bir Yaz Gecesi Rüyası”, “Yanlışlıklar Komedyası”na göre daha klasik bir yorumla sahnelenmiş. Bu oyunda, Puck’ı oynayan Joseph Chance’in performansı dışındaki oyunculuklardan çok etkilendiğimi söyleyemem. Bunun yanında zamanlama, sahneye giriş-çıkış ve özellikle birbirlerinden rol çalmama konusunda hepsi büyük uyum içindeydi. Müzik ve efektleri kendileri yapıyorlardı. Ekip olarak da enerjik olmalarına rağmen bu oyundan çok tatmin olmuş olarak ayrılmadım. Ancak beğendiğim noktalar da oldu. Oyunun tamamen klasik bir rejiyle sahnelendiğini söyleyemeyiz. Klasik anlayıştan uzaklaşmadan hayal gücüne dayalı çeşitli zenginlikler vardı. Dekor, örgülü yarı şeffaf perdeler ve yerle tavan arasına yaklaşık bir metre mesafeyle yerleştirilmiş sandalyelerden oluşuyordu. Metnin ikinci perdesinin ilk sahnesinde Oberon ile Titania’nın sahne üzerinde değil, sandalyelerin bulunduğu bu yükseklikte tartışmaları, diğer karakterlerin de pek çok sahnede bu sandalyeleri kullanması, oyunun, sadece sahne üstünde ve işlevsiz bir dekorla oynanmaması bakımından olumlu bir özellik. Metnin üçüncü perdesinin ikinci sahnesindeki, oyunun ise ikinci perdesinin başında Puck’ın büyüsünden sonra Lysander’in Helena’ya aşkını ilan etmesi, Hermia ve Demetrius’un da sahneye katılışıyla çıkan kavga sahnesi, oyunun oyunculuk açısından da en başarılı sahnelerinden biriydi. Beğenerek ve kahkahalarıyla ilgilerini belli eden seyircilerin yanında arada salonu terk eden seyirciler de gözlemledim. Oyun, ikinci yarıda performans açısından daha başarılıydı. 
 
“Bir Yaz Gecesi Rüyası”ndan iki akşam sonra izlediğim “Yanlışlıklar Komedyası” ise izlemekten daha zevk aldığım bir oyun oldu.  Oyuncular, önceki oyundaki gibi dinamikti ancak bu defa bu dinamizm rejiye de yansımıştı. Bu yorum, topluluğun “tiyatro sanatının keşfedilmemiş pek çok yüzünü keşfetme” amacına çok daha fazla uyan bir çalışmaydı. Öyle ki Dromio’lar kot pantalonla oynadılar. Yan karakterler ise oyundan önce ve arada Meksika şapkalarıyla seyircilerin arasında dolaştılar. Bugüne kadar izlediğim oyunlarda modernizm arayışıyla pek çok klasik oyunun kot ya da başka günlük kıyafetle sahnelendiğine şahit olmuştum ancak bu oyunda bu modernizm, oyunun tümüne aşılanıp ona göre yorumlandığı için kesinlikle sırıtmıyordu. “Yanlışlıklar Komedyası” Shakespeare’in en eğlenceli oyunlarından biri olarak tarihe geçmiş. İki ikiz efendi ve iki ikiz köle çok küçük yaşta ayrı düşerler. Birbirlerinin ikizleri olduğundan haberleri bile yoktur. Efes’te karşılaştıkları bir gün, herkesin bu ikiz kardeşleri birbirlerine karıştırması ve ikizlerin de birbirlerinden haberi olmaması nedeniyle olaylar karışır ve yanlışlıklar büyür. Çözüldüğünde herkes mutlu sona kavuşacaktır. Oyunun bu eğlenceli havasına, renkli kıyafetler ve renkli ışıklar çok uygun düşmüş. Dekor, “Bir Yaz Gecesi Rüyası”ndaki gibi abartısız ve kullanışlıydı. Duvarlardaki orta boyuttaki graffitilerse oyunun eğlenceli havasında görsel zenginlik oluşturmuş ama onların yerine başka bir renklendirme olabilir miydi diye de düşündüm.


                               Fotoğraf: Ali Güler

“Bir Yaz Gecesi Rüyası”nda beni bazı sahneler dışında çok tatmin etmeyen oyunculuklar ise bu oyunda yerini yetkin oyunculuklara bırakmıştı. Ekip aynı olmasına rağmen, ben bu oyundaki performansların ayrı bir canlılık ve enerjiyle oynandığını düşündüm. “Bir Yaz Gecesi Rüyası”nda da enerjiklerdi ancak hem metin hem de rejinin oyunu çağımıza uyarlama çalışması ve oyunculuk yönetimi gereği (“Bir Yaz Gecesi Rüyası”nda tekdüzeliğe düşen performanslar vardı) genelde tüm oyuncular aktif olmak zorundaydılar. Oyunun en modernist kısmı ise Doktor Pinch’in Efesli Anthipholus’un karşısına çıktığı sahneydi. Neredeyse disko müziği sayılabilecek bir şarkıyla ve ses ve ışık efektleriyle oynanan bu sahne benim oyunda en çok sevdiğim bölümlerden biri oldu. 

Festival kapsamında Propeller Theatre Company’yi izlemek keyifli bir deneyimdi. Ayrıca, “Bir Yaz Gecesi”nin son sahnesindeki “imdat” ve “Yanlışlıklar Komedyası”nda “merhaba” ve “şerefe” sözcüklerinin Türkçe söylenmesi, çok hoş bir espri oluşturmuş. Böyle pozitif enerjili bir ekip çalışması izlemenin pek çok kişiye iyi geldiğini düşünüyorum. Başka bir düşüncem de Türkiye’de yeni sezonlarda Shakespeare sahnelemeyi düşünen tiyatroların tüm karakterleri kadın oyunculara oynatmaları. Bu yorumlama herşeyden önce oyuncu için de seyirci için de önemli bir deneyim oluşturacaktır.




                                Oyundan önce kendi çekimim.



26 Mayıs

“YAŞAR NE YAŞAR NE YAŞAMAZ”

DİYARBAKIR  BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ ŞEHİR TİYATROSU

Yazan
Aziz Nesin

Kürtçeye Çeviren
M. Emin Yalçınkaya

Yöneten
Ferhat Keskin

Koreografi
Serhat Kural

Oyuncular
M. Emin Yalçınkaya, Vural Tantekin, Özcan Ateş, Elvan Koçer, Leyla Batği, Ayşe Sır, Berin Çelik, Mehmet Musaoğlu, Mesut Erenci, Şabettin Dağ, Kemal Ulusoy

Müzisyen
Deniz Güney

Işık Tasarımı
Bayram Can

Konduvit
Hasan Bükey

Yurtdışından gelen tiyatro toplulukları kadar İstanbul dışından gelen tiyatro topluluklarını da fırsat buldukça izlemeye çalışıyorum. “Eskişehir Şehir Tiyatroları” ve “Diyarbakır Şehir Tiyatrosu” bu festival aracılığıyla oyunlarını seyrettiğim tiyatro kurumları. Diyarbakır Şt, İstanbul Şehir Tiyatroları bünyesinde de sahnelenen müzikli oyun “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”la Kadıköy Haldun Taner sahnesindeydi. Bugüne kadar radyo oyunu, sahne oyunu, sinema gibi farklı sanat alanlarında değerlendirilen Aziz Nesin’in bu romanı, Türkiye’deki sosyal kurumların büyük bir eleştirisidir. Ne yazık ki bu işleyişte yıllardır hiçbir değişim olmaması bu oyunun trajik yanını koruyor. İnsan devlet dairesinde müsveddedir, vergi öderken önemli, hak ararken değersizdir, devletin belgeleri tartışmasız doğrudur… İstanbul Şehir Tiyatroları’nın yorumunun yedi senedir sahneleniyor olması (teatral niteliklerin yanında) sanıyorum halkın oyunun içeriğine hiç yabancı olmamasından kaynaklanıyor. Aziz Nesin’in büyük bir gözlemle bu eseri yazmış olması ve toplumsal yaşantıdaki bu aksaklıklardan bahsetmesi karşısında çözüm üretilmemesi, işleyişin düzeltilmemesi ve bir de üstüne Aziz Nesin’e “hain” sıfatının yakıştırılması, devletin anlayışını apaçık önümüze koyuyor.

Diyarbakır Şehir Tiyatrosu daha kısa bir anlatımı tercih etmiş. Romanın 340 sayfa civarı olduğu düşünülürse, elbette sahneleme aşamasında çeşitli çıkarmalar, düzenlemeler yapılacaktır. Ancak, doksan dakikalık bu yorumun beni çok tatmin ettiğini söyleyemeyeceğim. Trajedinin komedi unsurlarıyla dengelenmesi sağlanmış ancak İstanbul Şt’nin 180 dakikalık yorumundan çıkartılabileceğini düşündüğüm sahneler olduğu gibi, bu oyuna da birkaç sahne eklenebilir ya da var olan sahneler seyirciyi sıkmayacak şekilde derinleştirilebilirdi diye düşündüm. Hızlandırılmış ya da kısa bir yorum olarak değerlendirilebilir. Bir on yaş daha genç bir Yaşar da daha inandırıcı olabilirdi. Bununla birlikte oyunda Türkiye bürokrasisinin Kürtler tarafından, onların bakışıyla yorumlanmasını önemli buldum.  Ayrıca Yaşar’ın finale doğru sokakta isyan etme sahnesinde, ona karşı polisin duman makinesiyle gaz sıkması çok manidardı. 

Sahne geçişleri ve müzikler (Deniz Güney) oldukça başarılıydı. Oyunculuklarda ise en çok Ayşe rolünü oynayan Elvan Koçer’i beğendim. Hem duyguları yaşayışı hem de finaldeki şarkıda sesi etkileyiciydi. Umarım Koçer’i bundan sonra başka bir Diyarbakır Şt turnesinde ya da İstanbul’daki bir tiyatroda izleyebiliriz.



             Fotoğraf, İKSV Festival sayfasından alınmıştır

Ek bir düşünce:  Haldun Taner Sahnesi’nin havasız ve sıcak salonunda oyunu seyrederken burası hiç olmazsa Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin yarısı olsun dedim. Zira binanın arkası konservatuvar olduğu için bir yenileme yapılamıyor olabilir ancak seyirci ve oyuncuların bu düşük nitelikli salonları hak etmediğini düşünüyorum. (Elbette hiç yoktan iyidir. Pek çok zaman ve mekânda kendisine eşyadan değersiz olduğu hissi verilen halkımızın pek çoğu iyi bir salon olarak da nitelendirebilir ancak böyle olmamalı. Tabi, iyileştirme vaadiyle alınıp sevimsiz bir AVM olarak önümüze sürülme riskini düşünmeyi hiç istemiyorum!)




28 Mayıs

“BİR HALK DÜŞMANI”

SCHAUBÜHNE BERLİN

Yazan
Henrik Ibsen

Yöneten
Thomas Ostermeier

Dramaturji
Florian Borchmeyer

Sahne Tasarımı
Jan Pappelbaum

Kostüm Tasarımı
Nina Wetzel

Müzik
Malte Beckenbach, Daniel Freitag

Işık Tasarımı
Erich Schneider

Duvar Yazıları
Katharina Ziemke

Oyuncular

Dr. Stockmann Christoph Gawenda

Member of City Council Ingo Hülsmann

Mrs. Stockmann Eva Meckbach

Hovstad Andreas Schröders

Aslaksen David Ruland

Billing Moritz Gottwald

Morten Kiil Thomas Bading



Schaubühne Tiyatrosu 1962’de kurulmuş. Geçirdiği pek çok süreçten sonra 1999’dan beri sanat yönetmenliğini İstanbul seyircisinin de önceki festivallerden “Nora-Bir Bebek Evi” ve “Hamlet” rejisiyle tanıdığı Thomas Ostermeier yapıyor. 2002 yılındaki “13. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali”ne de “Bedenler” adlı dans gösterileriyle konuk olmuşlar. Bugüne kadar Avrupa ülkeleri dışında Kuzey ve Güney Amerika’ya, Avustralya’ya ve Asya’ya turneler yapmışlar. Dünyanın bir sürü şehrinde oyunlarını sahnelemişler. Oyundan sonraki söyleşide Thomas Ostermeier, Almanya’da devletin sanata katkı sağlamadığını, kültür bakanlığının sanata çok küçük bir bütçe ayırdığını, bu bütçenin de diğer kurumlarla paylaşılınca fazlasıyla bölündüğünü, bu nedenle tüm kazançlarını turnelere borçlu olduklarını ifade etti.

 “Bir Halk Düşmanı” prömiyerini 2012 senesinde Avignon Festivali’nde yapmış. Henrik İbsen’in bu oyunu 1882 yılına ait. Avrupa bir yana bu oyunun bugünün Türkiye’sine fazlasıyla uyduğunu düşünüyorum. Dr. Tomas Stockmann, pek çok kişinin ziyaret ettiği bir kaplıcanın sularının zehirli olduğunu fark eder ve halkı bilinçlendirmek ister. Ancak bu isteğini gerçekleştiremez. Taraflı gazeteciler ve kendi çıkarını düşünen kaplıca yetkilisi ağabeyi tarafından engellenir. Zehirli kaplıca suyu temelinde Stockmann, aslında tüm toplumun zehirlenmiş olduğunun farkına varır. Bu genel adaletsizliği halka bir söylevle anlatmak ister ancak büyük tepkiyle karşılaşacak ve “halk düşmanı” olarak nitelendirilecektir.



Ostermeier, dramaturguyla beraber metni düzenlemiş, modernize etmiş, eklemeler/çıkarmalar yapmış. Metne fazla bağlı kalmamaları, yaratıcılık düzeyine de yansımış. Sahne geçişlerinde oyuncuların enstrümanlarla modern müzik yapmaları oldukça başarılı olmuş. Arasız 150 dakikalık oyunda bu modernizasyonun seyircinin de ilgisini dinç tutmasını sağladığını düşünüyorum. Festivalde sahne aldıkları ilk geceden sonra oyunda Türkiye’ye de değinmek istemişler. Abisinin Stockmann’ı tekmelemesi (Başbakanın mali müşavirinin Soma’da bir vatandaşımızı tekmelemesinden hareketle), “pis çapulcu” repliği ve ayrıca “Ekonomi krizde değildir, ekonomi bizzat krizdir” replikleri seyirciden de fazlasıyla ilgi gördü. Oyunun metnin aslından farklı olarak “Peki dürüst Stockmann da dürüstlüğünden vazgeçip, kendi çıkarını düşünebilir mi?” sorusuyla bitmesi ise, 21. Yüzyıl insanının ikircikliğini anlatması bakımından önemli olmuş.



Oyunla ilgili olumsuz bulduğum en önemli nokta, metnin dördüncü sahnesinde, Dr. Stockmann’ın halka söylev verme sahnesinin interaktif yapılmasıydı. Kimi konsept oyunlar dışında interaktif oyunları çok tasvip etmiyorum. Bu oyundaki sahneyle ilgili olarak da fazlasıyla “seyirciye oynandığını” düşündüm. Seyirciden Thomas’ı neden haklı bulduklarının açıklanması isteniyor. Toplumumuzdaki haksızlıkların ve adaletsizliğin bünyemizde birikmişliğiyle seyirciler üçer beşer, beşer onar söz alıp, haklı olanı anlatmaya çalışıyorlar. Yürekten katıldığım “Sesi yüksek çıkan her zaman haklı değildir”, “Her yer Gezi her yer Direniş!” ve daha pek çok cümle sarf ediliyor. Evet, seyirci oyunun içinde! Ancak dramatik yanı fazla ağır basıyor ve uzuyor! Biz bu söylemleri günlük hayatımızda, adalet talep ettiğimiz herhangi bir mecrada kullandık ve kullanıyoruz. Gayet aşinayız ancak oyunun bağlamından kopmamakla beraber bu sahnenin oyunun modernizasyonunda gerekli olup olmadığını düşündüm. Zira seyirci en haklı söylemi dahi savunsa oyunun işleyişinde bir ikinci yola başvurulmayacaktı, Dr. Thomas her halükarda haksız çıkacaktı. Seyirciyi oyuna dâhil etmek, belki ilgiyi canlı tutmak, seyircinin oyun izleniminde normalden daha büyük bir etki bırakmak için olabilir. Oyun sonrası yapılan söyleşide Thomas Ostermeier, turnelerde kendileri de bu sahnede şaşırdıklarını, New York’taki seyircilerin “devrim” çığlıkları atarken, Atina’da pasif bir seyirciyle karşılaştıklarını belirtti.  Oyunun modernizasyonu zaten yeterliydi, bu bir nevi foruma çok da gerek olmadığını düşündüm.

Dekor sade ama aynı zamanda kullanışlıydı. Duvardaki tebeşir yazıları, Stockmann’ların evinden gazete basımevine geçildiğinde “redaktion” yazılması, söylev mekânında duvarların beyaz boya ile rastgele boyanması, Dr. Stockmann’ın yalnız bırakılmışlığının mekanın önemsizliği üzerinden anlatılması işlevseldi.  



“Peter Stockmann” oyunun karşı gücü, en sözü geçen karakteri. Ingo Hullsman, karakterini önce içselleştirmiş, daha sonra da vücuduyla bu karakteri dışarı yansıtma konusunda çalışmış. Karakterin yapısı ve Hullsman’ın vücudu birleşmiş. Performansını çok başarılı buldum. Seyircilerden interaktif kısmında aldığı olumsuz tepkileri ve “yuh”ları da gözönüne alırsak performansının pek çok kişiyi etkilediğini söyleyebiliriz. Oyunun yan karakteri "Billing" ise kıyafeti ve davranışlarıyla “modernize” edilmiş bir karakter.  Ostermeier, bu “modern görünümlü genç gazeteci” karakteriyle “bazı insanlar ne kadar modern görünümlü olursa olsun yine de kendi yararını düşünür ve boyun eğer” iletisini vermiş. Moritz Gottwald de bu rolde “modern görünümlü insanın” vereceği tepkileri düşünmüş, mimik ve jestleriyle o karakteri oluşturmuş, oyunculuğunu başarılı buldum. Pek çok seyirci de bu anlık tepkileri beğendiğini kimi yerde kahkahalarıyla belli etti. "Dr. Stockmann", oyunun ana karakteri ancak ağabeyi kadar sözü dinlenmediği için Peter Stockmann’ın aksine heyecanını ve öfkesini daha sınırlı belli edebilen, etki gücü abisine göre daha az bir karakter. Stefan Stern, karakterinin heyecanını, inancını yaşamış. Özellikle söylev sahnesinde bu heyecanı en üst seviyede yansıtıyordu. Bunun dışındaki sahnelerde ise sade ama tekdüzeliğe düşmeyen bir performans sergiledi.



“Bir Halk Düşmanı” festivalde “iyi ki gördüm” dediğim oyunlardan oldu. Algımı genişletti. Repertuarlarındaki yine Henrik Ibsen’e ait “Hedda Gabler”’i, Fassbinder’in filmleri “Maria Braun’un Düğünü” ve “Fear Eats The Soul”’(Korku Ruhu Yer)'dan hareketle “Fear Eats Germany”’yi (Korku Almanya’yı Yer) ve Visconti’nin “Venedik’te Ölüm”ünün nasıl yorumlandığını ayrıca merak ettim. Yeni sezonlarında “Leonce ile Lena” ve “3. Richard” da dâhil olmak üzere on oyun sahneleyecekler. Berlin’de yeni oyunlarını izlemeyi isterim.

Görseller, İKSV Festival sayfasından ve Festival’in Facebook sayfasında paylaşılan Ali Güler’e ait fotoğraflardan alınmıştır.


30 Mayıs

“FÜ”

İKİNCİKAT

Yazan
Murat Mahmutyazıcıoğlu

Yöneten
Sami Berat Marçalı

Oyuncular
Deniz Türkali, Serra Yılmaz, Canan Atalay, Aziz Caner İnan

Reji Asistanları
Melis Öz, Merve Kayaalp, Semih Varol

Sahne Tasarım
Murat Mahmutyazıcıoğlu

Işık Tasarım
Doğu Akal

Sahne Müziği
Ozan Tekin

Afiş Tasarım
Gizem Bentürk, Ahmet Alp Babür

Festivalin yerli yapımları arasında en beğendiğim oyunlardan biri oldu “Fü”. Öncelikle dört tane her biri birbirinden farklı bir hikâyesi olan karakteri yaratıp, son derece gerçekçi bir anlatımla işlediği için metnin yazarı Murat Mahmutyazıcıoğlu’nu tebrik ediyorum!

“Fü” (Füreyya) ve “Mü” (Münevver) birbirinden farklı, yaşları büyük ancak “yaşlı olmayan” iki kız kardeştir. Metnin odak noktası Fü üzerine kurulu.  Diğer karakterlerin yaşantılarına Fü’nünki kadar dâhil olmasak da çok da yabancı kalmıyoruz. “Fü”, toplumda sık rastlayabileceğimiz bir karakter değil. Çılgın, duygusal, şakacı, geçinilmesi çok kolay olmayan bir kadın. Kardeşi “Mü” ise onun aksine ayakları yere basan, mantığıyla hareket eden bir karakter. Oyun boyunca ara ara telefonda konuştuğu ve sesini dahi duymadığımız oğluyla ilişkileri çok iyi değil. Metinde, aile içi ilişkilerin de üzerinde duruluyor. Abla-kardeş, anne-oğul, anne-kız… Hikâyeye, Mü’nün Fü’ye bakması için tuttuğu tiyatro sevdalısı yardımcı Sibel ve onun bıçkın sevgilisi Erkan da katılır. Erkan, bu tiyatro işini çok tutmaz ancak Sibel, Erkan’ı sevmekle birlikte, kafasına koyduğundan kolay vazgeçmeyecektir. Bu hikâye temelinde, geçmiş yılların küçük bir panoramasına da tanık oluruz. 70’li yılların devrimci gençliği, 1 Mayıs 1977, Süreyya Plajı, eski zamanlarda tiyatro yapmak isteyen kişilere bakış. (Kadınlar fahişe, erkekler ibne “olurmuş”) Bir Bostancılı olarak oyunun Suadiye’de geçmesi, kendimi oyuna ayrıca yakın hissettirdi. Ancak pek çok kişinin oyuna yakınlık duyduğunu ve duyacağını biliyorum. Çünkü oyunun içine serpiştirilen yukarıda örneklediğim ve diğer öğeler, pek çok seyirciyi bu ortak hikâyede buluşturmayı başarıyor. Bu başarıda Sami Berat Marçalı’nın da payı büyük. Her sahne dikkatle işlenmiş ve metnin içinde zaten hâkim olan duygu yoğunluğu abartma tuzağına düşülmeden, komediyle dengelenerek abartısız ve etkileyici bir rejiyle sunulmuş. Sahneler arasındaki müzikler ise oyuna uygun düşmüş.



Oyunun başarıya ulaşmasındaki son ve en önemli unsur ise ders niteliğinde oyunculuklar. Seyirciyi, hikâyenin hüznüyle duygulandırıp, komedi unsurlarının ağır bastığı sahnelerde kahkaha attırırken, büyük bir seyir zevki yaşatıyorlar.  2010 yılındaki 17. İstanbul Tiyatro Festivali’nde Sedef Ecer’in “Sur Le Seuil”(Eşikte) okuma tiyatrosunda izlediğim, okumalarına katıldığım ve başta Ferzan Özpetek olmak üzere pek çok önemli yönetmenin filmlerinde izlediğimiz Serra Yılmaz’la birlikte yine filmleriyle tanıdığım, daha sonra İkincikat’ın oyunu “Limonata”  ve Dot’un “Altın Ejderha”sında tiyatro sahnesinde izlediğim Deniz Türkali’yi sahnede bir arada görmek büyük keyif ve çok güzel bir tiyatro olayı. Bugüne kadar gözlemlediğim kadarıyla seyirciler de bu buluşmaları seviyorlar.  Deniz Türkali “Fü”yü derinlemesine incelemiş. Belirttiğim gibi, toplumda fazla rastlanmayan bir karakter olduğu için, belki başka bir oyunculuk tarzıyla seyirciye de yabancı gelebilirdi ancak Türkali seyircinin ilgisini çekmeyi çok iyi başarıyor. Fü’nün çılgınlığını, heyacanını, kırılganlığını, kısacası tüm duygularını, vücudunu kullanışıyla ve sesi ve mimikleriyle bizlere sunuyor. Mü’nün duygusal dünyası Fü kadar değişken değil ancak onun da duygusal sıkıntıları var. Oğluyla anlaşmazlığı gibi. Serra Yılmaz, Mü’nün bu sıkıntısını gayet inandırıcı bir oyunculukla yansıtıyor. Ayakları yere basan, Fü’ye göre daha az bir heyecan duyarak ya da aynı heyecanı belli etmektense, daha çok içinde hissederek… Bu birbirine bağlı ama farklı iki karakterin birbirinden farklı oyunculuk tarzlarıyla sahnelenmesi çok önemli. Biri bedeni kadar ruhunu da ortaya koyarken, diğeri ruh dünyasını bedeniyle yansıtıyor. Deniz Türkali ile Serra Yılmaz’ın bu ayrımın bilinciyle karakterleri bize sunmaları, oyunun başarısını arttırmış.



 Türkali ve Yılmaz’ın yanında, Fü’nün yardımcısı Sibel rolünde Canan Atalay ve Sibel’in sevgilisi Erkan rolünde Aziz Caner İnan da çok başarılı performanslar sunuyorlar. Canan Atalay, konservatuvara girmek isteyen, azimli Sibel’i çok iyi anlamış. Fü’nün evinde onları dinlerken ya da Erkan’la birlikteyken, farklı ruh hallerini başarıyla vermiş. Enerjik ve tekdüzeliğe düşmeyen bir performans sergiliyor. Erkan rolünde Aziz Caner İnan da rolüne uygun olarak, vücuduyla ve sesiyle “Bıçkın Erhan”ı bizlere yaşatıyor. Son derece inandırıcıydı. Özellikle kolunu titretme ve parktaki nara atma sahnelerinde seyirciler de beğenilerini kahkahalarıyla belli ettiler.




Dekor, iki koltuk, bir masa, komodin, hastane odasında bir yatak ve bir banktan oluşuyordu.  Sahne değişimlerinde de yerleri değişmedi. Her biri sahnenin ayrı mekânında oynandı. Hastane kısmındaki pencereler ise çok hoş bir espri olmuş. 

Oyunda hüznün yanında pek çok nükteli bölüm de vardı. Murat Mahmutyazıcıoğlu, bu oyunda, bir tek duygu üstünde yoğunlaşmaktansa pek çok ruh durumunu işlemiş. Öykünün içinde tiyatrodan da bahsedilmesini anlamlı buldum. Bu çokyönlülük oyunu başarıya götürüyor. Yeni sezonda tekrar izlemeyi düşünüyorum. Sizlere de tavsiye ederim. İkincikat’ta oynamaya devam edecek. Bize böyle kaliteli yapımlar sundukları için İkincikat’a bir kez daha büyük alkış!


                                Görseller: Ali Güler


4 Haziran

“GERGEDANLAŞMA 2.014”

STUDIO OYUNCULARI

Yazan ve Yöneten
Şahika Tekand

Dekor ve Kostüm Tasarımı
Esat Tekand

Işık Tasarımı
Şahika Tekand

Yönetmen Asistanları
Ayşegül Cengiz Akman, Ayşe Draz, Verda Habif, Nagihan Gürkan, Selen Kartay, Nesli Kayalı, Arda Kurşunoğlu, Nilgün Kurtar, Mehmet Okuroğlu, Tulu Ülgen

Oyuncular  (alfabetik sırayla) Serkan Abeş, Burcu Afşin, Ayşegül Cengiz Akman, Huriye Aliefendioğlu, Alp Alpergün, Ayşegül Altan, Zeynep Altop, Seda Arık, Onur Berk Arslanoğlu, Cansın Asarlı, Nazlı Atayman, Melis Avçil, Barış Bahçeci, Bengü Bektaş, Cem Bender, Demet Bendik, Gizem Bilgen, Jankat Bozkurt, Gamze Dirlik, Umut Doğanay, Ayşe Draz, Seda Fettahoğlu, Giray Girişken, Mehmet Günal, Nagihan Gürkan, Verda Habif, Ayhan Hülagu, Deniz Karaoğlu, Selen Kartay, Nesli Kayalı, Ebru Kaynak, Atagün Mert Kejanlıoğlu, Oğulcan Kızgınkaya, Nazlı Deniz Korkmaz, Arda Kurşunoğlu, Nilgün Kurtar, Cengiz Macun, Nihat Maça, Mehmet Okuroğlu, İlksen Gözde Olgun, Yalın Önal, Demet Özbay, Özgür Özcan, Sarper Özcan, Serpil Özcan, Melike Özkarakahya, Nazlı Özkartal, Özgür Özkurt, Can Özmen, Ahmet Sarıcan, Şinasi Sırkıntı, Ebru E. Süren, Gül Şener, Pınar Tamer, Cem Taylan, Şahika Tekand, Kısmet Tekinbaş, Hakan Turutoğlu, Ilgıt Uçum, Arda Uğurlu, Tulu Ülgen, Lale Yekeler, Nihan Yığın, Duru Yücel, Yasemin Yüksel, Nedim Zakuto

Şahika Tekand’ın Eugène Ionesco’nun “Gergedanlar” oyunundan hareketle uyarlayıp yönettiği “Gergedanlaşma” 1995/96 sezonunda ilk defa sahnelenmiş ve o sene gerçekleştirilen “8. İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali”nde de yer almış. Studio Oyuncuları’nın 25. Yıldönümleri vesilesiyle “Gergedanlaşma 2.014” adıyla tekrar ele alınmış.

Edebiyata dayalı, psikolojik ya da gerçekçi oyunların yanında, bu alanlarla hiç ilgisi olmayan uyumsuz tiyatro benim çok ilgi duyduğum bir alan. Trajediyle komedinin içiçe geçtiği, bir anlam ya da açık bir ileti vermekten uzak bu oyunları okumak ya da izlemek bana büyük zevk veriyor. Alışılmışın dışındaki sahneleme yöntemleri aynı zamanda ufkumu açıyor. Bu açıdan Studio Oyuncuları’nın önemi çok büyük. Önceki festivalde sahneledikleri Samuel Beckett’in “Oyun”u da kum küpleri içinde geçiyordu.


Görsel Kaynak: http://www.milliyetsanat.com/yazar-detay/asu-maro/istanbul-tiyatro-festivali-nde-neler-gorelim-/3960


“Gergedanlaşma” da “oyun” ve “oynamak” kavramları üstüne kurulu. Oyuncular /adaylar koro olarak addedilebileceği belirtilen büyük bir topluluğun önünde performanslarını/ oyunlarını sunarlar. Bu oyunlar, seksek, yay mekanizması yardımıyla zıplama, koşma, silindir üstünde yürüme, köşe kapmaca, dengede durma ve tekerlek oyunlarıdır. Oyuncular oyunlarını sunarken aynı zamanda oynadıkları oyunu uyumsuz tiyatroya özgü tekrarlarla anlatırlar.  Hem bedenleriyle hem sesleriyle oldukça enerjiktirler. Yedi aday/ gerçekte yedi oyuncu uzun süre koşarak ya da zıplayarak ve aynı zamanda seslerini aynı etki gücünde ve yüksek tonda koruyarak aktif performanslar gösterirler. Her birinin oyunundaki iletilerin gönderme yaptığı çeşitli durum ve kavramlar vardır. Yayla zıplama oyunundaki “Kaygan zeminde yürüyebilenler, her devre uyum sağlarlar” repliği, dengede durma oyununda “düşme”nin kötü ve üzücü bir durum olduğunun pek çok deyimle ifade edilmesi(attan düşmek, derde düşmek, ocağına düşmek, güçsüz düşmek, vb. gibi), demokrasi ve uyumsuz olma durumu örnek olarak verilebilir. Performanslarından sonra jüri/koro ya da büyük çoğunluk/toplum olarak adlandırılabilecek bir topluluk onları değerlendirir. “Yeterli” ya da “yetersiz” bulur. Yeterli bulunan oyuncular gergedan boynuzunu kazanırlar. Karar mercii görevi gören bu topluluktaki oyuncular ( sayabildiğim kadarıyla 48 oyuncu vardı) zamanlama (timing) konusunda kusursuzdular. “Oyun”daki rejisiyle de hatırlayabileceğiniz gibi Şahika Tekand, oyunun yapısına uygun olarak oyuncularını zaman konusunda en ufak bir hataya imkân vermeyecek şekilde yönetmiş.  Zamanlama ve performans kavramları, yarattığı sistem içinde düzenli bir şekilde işliyor. Bu özelliklerle beraber, kafamda sahnelemeye ve uyumsuz tiyatroya dair sorular oluşturduğu için, yeni bir algı kattığı için bu oyunu çok önemli buldum ve beğendim. Ayrıca oyun çıkışında seyircilerin konuşmalarından onların da beğendiklerine ve etkilendiklerine şahit oldum. Tüm koltukların doluluğu bir yana, kısmen merdivenlerin de dolu olduğunu ekleyeyim. 1 Temmuz’da Enka Açıkhava Tiyatrosu’nda olacaklar.
 



                                Fotoğraf: Ali Güler


Ve bir sonraki tiyatro festivaline sabırsızca !