SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.

29 Nisan 2012 Pazar

HEDDA GABLER


                                   HEDDA GABLER

"Bazen keskin ve acımasız olabiliyorum. Bazen de isyankâr oluyorum.
Kendime hâkim olamıyorum. Kederli bir özgürlük gibi…”


                                        


Yazan
: HENRİK İBSEN
Çeviren
: EMRE KOYUNCUOĞLU, BAŞAK ERZİ
Yöneten
: EMRE KOYUNCUOĞLU
Dramaturgi
: DİLEK TEKİNTAŞ
Sahne Tasarımı
: GAMZE KUŞ
Işık Tasarımı
: CEM YILMAZER
Kostüm Tasarımı
: GAMZE KUŞ
Yönetmen Yardımcısı
: BAŞAK ERZİ

OYUNCULAR

Bugünkü yazıma başlarken, oyun yorumuna geçmeden önce, oyunda yanımdaki delikanlının söylediği bir sözü tartışmak istiyorum. Ara sırasında telefonla konuşurken ben de kulak misafiri oldum. Delikanlı “Tiyatrodayım… Ödev için, yoksa ne işim var tiyatroda” diyordu karşı tarafa… Bu cümle bireysel bir sevgisizliği yansıtıyor gibi gözükse de bugüne kadar gittiğim pek çok tiyatroda böyle gençler ve bu tarz düşüncelerle çok karşılaştım, şahit oldum… Geçenlerde takip ettiğim bir tiyatrocu, röportajında “gençlerin tiyatroyu sevmeme ve herkesin farklı bir alanın peşinde olmaya hakkı olduğunu” söylüyordu. Elbette herkes istediğini seçmekte özgürdür fakat ne var ki tiyatroya mesafeli yaklaşan gençlerimizin popülist kültürün çok çabuk unutulan değerlerine gönül indirmesi de çok üzücü…
Tiyatro, en başta bir düşünce, kendini oldurma, geliştirme aracıdır, önce kendimizi sonra da toplumumuzu ve dünyamızı algılamamızı sağlar. Tabi ki bu yolda tek değildir, diğer sanat alanlarıyla bir paydada bulunur, ne var ki “bilgi edinmek ve düşünmek” isteyenler için çok önemli bir araçtır. Dolayısıyla “hoşça vakit geçirme aracı” değildir. Buradan da “tiyatroda işi olmayan” gencimizin dünyayı algılama sürecinde bir kapıyı daha yüzüne kapattığını söyleyebiliriz. Peki, bu gencimiz ve diğer gençlerimiz oyun seyretmedikçe, bu oyunların çoğuna kaynak oluşturan kitapları okumadıkça, düşündüren filmler seyretmeyip, sergi gezmedikçe kendilerini nasıl geliştirebilirler? Geliştirmedikleri için topluma nasıl faydalı olabilirler? “Bu tür etkinlikler pahalıdır” demeyelim Türkiye’de öğrenciler için sanat anlamında çok büyük kolaylıklar sağlanıyor. Sorun para da olmadığına göre nerededir peki? Hangimiz hatalıyız? Tiyatro sevmeyen gençler mi? Onlara ödev verip, tiyatroya gitmeye “mecbur eden” öğretmenler mi, aileler mi, yoksa büsbütün sistemin kendisi mi? İşte burada bir kördüğüm oluşuyor. Elbette çoğumuzun yaptığı gibi tüm gençlerimiz bir anda çok popüler olan ama birkaç ay sonra hiç hatırlanmayan şarkıları dinleyip, bol aksiyonu dışında hiçbir özelliği olmayan filmleri seyredebilir, bu bir çeşit rahatlama tercihidir, buna hiçbir sözüm yok fakat ne zaman ki bu rahatlama sürekli bir hal almaya başlar, o zaman durup düşünmek gerekir, bu açıdan da yol gösterici bireylerin olması gerekir, bu aile olur, okul olabilir, önemsenen kişiler olabilir… Bana “sen bunu neden bu kadar önemsiyorsun” diyebilirsiniz, çünkü ben sanat sayesinde kendimi çok büyük anlamda geliştirdiğimi düşünüyorum ve bu kişisel gelişimin nicel olarak artmasının toplumda daha sağlıklı bireyler yaratacağını ve uluslar arası gelişmişlik endeksinde toplumumuzu yüksek düzeylere taşıyacağını savunuyorum… Bu açıdan yaşıtlarımın sanatla ilgili olmasını bu kadar önemsiyorum…
“Hedda Gabler” dünya tiyatrosunun en önemli isimlerinden Norveçli yazar Henrik İbsen’in ondokuzuncu yüzyılın sonunda yazdığı ve bir anti- kahramanı konu alan bir oyunu… Hayatta sevgi ve saygı gibi önemli değerleri bir kenara iten, en büyük tutkusu silahlar olan ve insanların - özellikle sevdiği Ejlert’in- kaderlerinde önemli değişiklikler yaratıp hükmetmeyi seven bir kadın Hedda Gabler… Çeşitli gelgitlere sahip… Bu gelgitlerse Hedda rolündeki Şebnem Köstem tarafından başarıyla yansıtılmış… Hizmetçi Berta rolündeki Elçin Atamgüç, Jorgen rolündeki Ertuğrul Postoğlu, daha önce “Sevgili Doktor” oyununda seyrettiğim fakat bu oyunda daha başarılı bulduğum Thea rolündeki Meriç Benlioğlu, Yargıç rolündeki Erarslan Sağlam, yine daha önce “ Doğumgünü Partisi”nde, “Mutfak Söyleşileri”nde ve repertuara girdiği gibi kaldırılan “Rosenbergler Ölmemeli” oyununda kendisini seyrettiğim ve oyunculuğunu çok beğendiğim Mert Tanık ve bu oyundaki kısa rolüyle beni etkileyen Alev Oraloğlu oyunun diğer isimleri ve her biri oyuna ruhlarını verdiklerini hissettiriyorlar. Fakat tüm oyuncuların bu klasik metni büyük emekle yorumlamalarına, arada verilen müziklere rağmen sanki bir şeyler olmamış gibiydi… Belki bu düşünceme sebep olarak, döner dekorun sahneye sığmayıp ilk koltuk sırasına taşması olabilir… İkinci yarısı, ilk yarısına göre daha etkili olan oyunun sonlarına doğru Hedda Gabler’in psikolojisinin daha ayrıntılı yansıtılmasıyla oyun daha etkileyici bir hale geliyor. Çoğu klasik oyunda olduğu gibi bu oyunda da seyirci- oyuncu arasındaki görünmez uzaklık ise yine korunmuştu… Sonuç olarak şiddetle tavsiye edemesem de yine de oyuncuların emekleri için takdir edilmesi gereken bir yorumlama oldu “Hedda Gabler…”

                                                             

28 Nisan 2012 Cumartesi

BİR KARA MİZAH ÖRNEĞİ: NEKRASSOV


                  BİR KARA MİZAH ÖRNEĞİ: NEKRASSOV
         “Tanrı’nın varlığı, insanın ona duyduğu ihtiyaçla kanıtlanır…”
     “Çok sevmek için çok nefret etmek gerekir…”
“Ben namussuz bir namusluyum ama namussuz değilim”…

                                   

Yazan: JEAN PAUL SARTRE
Çeviren: IŞIK NOYAN
Yöneten: ERGÜN IŞILDAR
Dramaturgi: ÖZGE ÖKTEN
Sahne Tasarımı: CEM YILMAZER
Işık Tasarımı: CEM YILMAZER
Kostüm Tasarımı: SABAHAT ÇOLAKOĞLU
Yönetmen Yardımcısı: ÖZGÜR ATKIN

OYUNCULAR:
CANER BİLGİNER, CEM KARAKAYA, CEREN HACIMURATOĞLU, DERYA KURTULUŞ, EFTAL GÜLBUDAK, ENGİN AKPINAR, GÜROL GÜNGÖR, HAŞMET ZEYBEK, MANA ALKOY, MELİKE ALTINBARAN, NİHAT ALPTEKİ, ÖMER BARIŞ BAKOVA, ÖZGÜR EFE ÖZYEŞİLPINAR, RADİFE BALTAOĞLU, RIDVAN ÇELEBİ, SAVAŞ BARUTÇU, SEZAİ AYDIN, UĞUR ARDA AYDIN, UĞUR DİLBAZ, YAVUZ ŞEKER, YILMAZ MEYDANERİ

Şehir Tiyatroları’nda sezon tartışmalı bir şekilde kapanırken, sezonun son oyunlarından Nekrassov benim için büyük bir tiyatro şöleni oldu… Oyunculuklarından, oyunun afişine kadar (Marc Chagall’ın Pencereden Paris adlı eseri) ne kadar büyük bir emekle hazırlandığı belli olan bu oyunu izledikten sonra Türk tiyatrosu ve seyircisi üzerine düşündüm… Yazımda bu düşünceleri açıklayacağım…

Bu sene seyrettiğim kırktan fazla tiyatro eseri arasında Nekrassov en beğendiklerim arasında yerini aldı… Sartre’ın 20. Yüzyılın belirli bir kısmına ışık tutan ve sorgulatan bu oyununu Ergün Işıldar yönetmiş, Özge Ökten’in dramaturgluğunu yaptığı oyunun çevirisi Işık Noyan’a ait… Çeviri bölümü öğrencisi olduğumdan çevirinin son derece akıcı olduğunu söylemeliyim, gerçi Şehir Tiyatroları’nda bugüne kadar birkaç oyun dışında kötü çeviriye pek rastlamadım ama Nekrassov’un çevirisi, akıcılığı ile ayrı bir yere konumlandı…

Açıkçası oyuna biletimi alırken oyuncuları bilmiyordum fakat oyunda Arda Aydın’ın da olduğunu öğrenince sevindim zira Keşanlı Ali Destanı, Buluşma Yeri ve Lüküs Hayat’tan sonra bu oyunda nasıl bir karakteri oynayacağını çok merak ediyordum. Bir anti- kahramanı(Georges)  canlandırmış bu sefer Aydın ve karakterle aramıza bir mesafe koymayı başarmış (tabi bunda Sartre’ın ve yönetmen Ergün Işıldar’ın da payı vardır). Oyunu izlerken iyi- kötü kargaşasını size de yaşatıyor ve düşündürüyor…  Sahnede tüm oyuncular birbiriyle dengeli ve eşit bir oyunculuk sergiliyor, bu açıdan oyun başarılı oyunculuklarla daha da renkleniyor… Daha Buluşma Yerinde seyrettiğim Sezai Aydın ise Sibilot karakterini ustalıkla canlandırmış…  Ayrıca ışık ve efektler, dekorun sadeliği ama kullanışlı olması aynı şekilde kostümlerin sadelikle göz alıcı olması, bu oyunu sevmemdeki diğer etkenler…



                                                    

Oyundan çıktığımda ise kafamdaki ilk soru: “Seyirci bu oyunu anlar mı?” oldu, elbette burada seyirciye ve oyuna karşı kötü bir düşüncem yok ki az evvel oyunu ne kadar beğendiğimden söz ettim ama Türk seyircisinin kara mizaha, hele de böyle uzun süreli bir kara mizaha(üç buçuk saat) ayıracak vakti ve isteği olduğundan şüpheliyim… Tabi ki sadık tiyatro seyircileri için bu sözüm geçersizdir, onlar tiyatronun nasıl kafa yapımızı değiştirdiğini, düşünce tarzımızı geliştirdiğini bildikleri için, bu oyundaki emeğin kıymetini de anlamışlardır. Belki de ben sorumu “seyirci bu oyunu anlamak ister mi? Anlamak için çaba harcar mı şeklinde sormalıyım…”  Zira oyun özenli bir dikkat ve takip istiyor… “Peki, seyircinin anlamak istediği düzeyde oyun yapılırsa, seyirci kendini geliştirebilir mi?”  sorusu ortaya çıkıyor burada da ki tiyatro kişiye bir şey katmayacaksa, var olması anlamsızdır… Beni oyunla ilgili endişelendiren noktayı biraz daha açayım, bu denli emek verilmiş ve dolu bir oyunun seyircisi çok salonlara oynamasını istiyorum… Tabi ki seyircinin beklentisi de önemlidir, ne var ki, düşünmeye, sorgulamaya yönelik oyunlar benim için ayrı bir önem taşıyor, hele de sorgulayan sanatın baltalanmaya çalışıldığı şu günlerde… Bu açıdan Nekrassov felsefi bir kara mizah değeri taşıyan, güldüren ama daha çok düşündüren bir oyun olarak hafızamda kaldı, tavsiye ederim…
                                               
                                            



21 Nisan 2012 Cumartesi

SANATÇIDAN DAHA FAZLASI, “MİCHELANGELO”’NUN BİR BİREY OLARAK PORTRESİ


SANATÇIDAN DAHA FAZLASI, “MİCHELANGELO”’NUN BİR BİREY OLARAK PORTRESİ
             
                        “Sanat, soylu insanlara özgü bir haz değildir…”       


                             


Yazan: Irmak Bahçeci
Yöneten: Saydam Yeniay
Dekor Tasarımı: Behlüldane Tor
Giysi Tasarımı: Medine Yavuz
Işık Tasarımı: Ayhan Güldağları
Müzik: Çağrı Beklen
Koreografi: Cihan Yöntem
Dramaturg: Sündüz Haşar
Yardımcı Yönetmen: Atilla Şendil
Asistan: Senem Cevher

Oyuncular:
Michelangelo: Atilla Şendil
Brimante: Mahmut Gökgöz
Ghirlandio: Cemal Ünlü
Gözcü: Ozan Uçar
Soderini: Tevfik Tarhal
Timoteo: Kemal Topal
Julius, Leonardo: Nurettin Özşuca
Guido: Çetin Demir
Luigi: Onur Serimer
Rosinha: İpek Gülbir
Silvia: Tuğba Karabey
Raphael: Arda Baykal
Kardinal: Utku Çorbacı
Delfi Bilicisi: Merve İleri
Lidya Bilicisi: Merve Bağdatlı
Yardımcı: Gökay Müftüoğlu
Delikanlılar: Arda Tunaseli, Çetin Demir, Samed Silme, Mehmet Konu
Genç Michelangelo: Halil İbrahim Irklı

Bugün seyrettiğim oyun beni fazlasıyla heyecanlandıran ve yeni kapılar açan bir bilgilendirme/ düşünme / yorumlama dersi niteliği taşıyordu. Kişisel olarak, Rönesans sanatı ve Michelangelo Buanarotti’nin eserleri ilgi alanıma fazlasıyla giriyor ve elbette bir sanatçının yaşamını incelerken onu hayatıyla ele almak gerektiğini düşünürdüm. Fakat bu ele almayı daha çok sanatçının fikirleri ya da bağlı olduğu akım üzerinden kurgular, onun yaşayış biçimini derinlemesine ele almazdım. Ne var ki, “Michelangelo” oyunu bana bu anlamda takip ettiğim sanatçıları bir “birey” olarak ele almaya yöneltmesi açısından önemli bir görev taşıyor.

Öncelikle söylemeliyim ki, bu oyun Saydam Yeniay’ın da kitapçıkta bahsettiği gibi kesinlikle bir belgesel değil. Usta bir sanatçının, sanatçılığının ötesinde bir  “birey” olarak ele alınışı. Her ne kadar Michelangelo ekseninde Rönesans dönemi toplumuna şöyle bir göz atabiliyorsak da, oyun toplumsal çizgilerden çok, birey(sanatçı) ve toplum ilişkisini inceliyor. Toplumu Michelangelo (ya da dostlarının ona seslendiği gibi) Michel’in gözünden görüyoruz. Oyunda onun yakın çevresindeki insanlarla, arkadaşları ve yardımcılarıyla olan ilişkilerine tanık oluyoruz, onunla beraber sinirleniyor, onunla beraber üzülüyoruz. Michelangelo’nun mesleki tutkularını, sanata ve insana dair düşüncelerini (özellikle üstünde durulan özür dileme kısmı ile ilgili) görüyor ve onun çağı için ne kadar önemli bir “devrimci” olduğuna şahit oluyoruz.

Sanat ve bilim özgürlükle her zaman iç içedir, iç içe olmak zorundadır, çünkü ikisi de, aydınlatıcı, zihin açıcı ve yol göstericidir. İkisini de kısıtlayamayız, eğer engellersek toplumumuzun aydınlık yarınlarını da karanlığa mahkûm etmiş oluruz. Bu yüzdendir ki, sanatın başkaldırıcı ve değiştirici gücü olabilmelidir. Her ne kadar sanatçının bu devrimci yanı çağdaşları tarafından küçümsense bile çağlar sonra hak ettiği değeri fazlasıyla fark ediliyor, tıpkı Michelangelo’ya yaşadığı çağda “deli” gözüyle bakılması gibi. Elbette bu bakış açısı, meslektaşları için bir rahatlama sebebi olabilir ama sanatla ilgili olmayan insanların da (yardımcısı ve bekçi gibi) Michelangelo’yu deli olarak addetiği aşikâr.

Delilikle dâhilik arasında çok ince bir çizgi olduğu söylenir hep, peki biz Michelangelo’ya deli diyebilir miyiz? Çevresindekileri harekete geçmeye cesaretlendiren, kimseyi kendinden küçük görmeyen bir dahi fakat uzlaşmaya varamayınca vahşileşen ve çevresindekileri korkutan bir “deli”… İnsanoğlunun yirmi dört saat içinde kırk sekiz ruh yapısına sahip olduğu düşünülürse, Michelangelo da bu iki uç arasında gelip gidiyordu. Tabi, onun mücadeleci yanı kiliseyi rahatsız ettiği için Michelangelo “deli” sıfatından kurtulamayan bir “yalnız”dı… Onu yalnızlaştıran ise dâhilik düzeyindeki yeteneği ve uzlaşmazlık konusundaki takıntılı deliliğiydi.

Bana tüm bunları düşündürdüğü için öncelikle oyunun yazarı Irmak Bahçeci’yi tebrik etmem gerekiyor. Böylesine başarılı ve düşündürücü bir metin kaleme aldığı için.  Aynı şekilde oyunun yönetmenliği için “Baştan Çıkarma” ve “Aşkın Sıradanlığı” oyunlarından tanıdığım Saydam Yeniay’ın başarılı rejisi ve Sündüz Haşar’ın başarılı dramaturgisi için… Oyunda seyirciye hem düşünme payı bırakılmıştı hem de bu pay asla sıkıcı boşluklara dönüşmüyordu. Her sahne duygu ve düşünceyi abartıdan kaçınan bir sadelikle veriyordu. Aralarda Michelangelo’nun eserlerinin slaytla gösterilmesi ise seyircinin yorumlamasına yardımcı olabilecek kaynaklardan…  Sahne düzeniyse pek çok oyundaki başarılı dekorlarından tanıdığım Behlüldane Tör’e ait… Çağrı Beklen’in müziklerinin ise oyuna ayrı bir renk kattığı düşüncesindeyim… Tabi bir görsel şölen olan kıyafetlerin Medine Yavuz Almaç’ın tasarımıyla, Yusuf Çalışkan ve Melek Şafak’ın elinden çıktığını belirtmeliyim… Ama daha önemli bir görsel şölen ise hemen önümüzde tüm varlığını rolüne veren ama bunu büyük bir sadelikle yapan oyuncu Atilla Şendil’in ders niteliğindeki oyunculuğu. Elbette bu rolü başka bir oyuncumuz da oynayabilirdi, ne var ki bir rolü benliğine bu kadar oturtabilir miydi bilemiyorum… Oyunculukta aradığım en önemli özellik sadeliktir ve çok mutluyum ki bu kadar başarılı bir metin ve reji hiç abartıya yer verilmeden “yaşandığı gibi oynanmış.” Diğer oyunculuklar da öyle… “King Kong’un Kızları” ve “Ne Dersin Azizim”’de izlediğim usta oyuncu Mahmut Gökgöz başta olmak üzere yeni tanıdığım ama yeni oyunlarda da seyretmek istediğim pek çok genç oyuncu tanıma fırsatını da elde ettim, bu da bu oyunun çok önemli artılarından…

   Son olarak bir teşekkürüm de Devlet Tiyatroları’na… Bu oyunu Marc Rothko’nun yaşamını irdeleyen “Kırmızı” adlı oyunun bir devamı gibi gördüm (Arada “resmi” bir bağ olmamasına rağmen). Dilerim sanat ve umutla kapamakta olduğumuz bu sezon, ekimde açılacak yeni sezonda da çeşitli ressamların ve sanatçıların hikâyeleri ile devam eder, eder ki biz de “mücadeleci olma” yolunda kendimizi geliştirebiliriz…

                                              


                                         

18 Nisan 2012 Çarşamba

NİCE YILLARA “LÜKÜS HAYAT”


                             NİCE YILLARA “LÜKÜS HAYAT”
“Bir koyun çalarsan tam 30 yıl yersin. Sürüyü götüreceksin ki; seninle ticaret yapsınlar.”

Yazan
: EKREM REŞİT REY
Yöneten
: HALDUN DORMEN
Koreografi
: SELÇUK BORAK
Müzik
: CEMAL REŞİT REY
Sahne Tasarımı
: NİLGÜN GÜRKAN
Kostüm Tasarımı
: CANAN GÖKNİL
Yönetmen Yardımcısı
: SAVAŞ BARUTÇU
Süre
: 3 SAAT 50 DAKİKA / 3 PERDE

OYUNCULAR


                                                   


Hani bazı olgular vardır, muhakkak bir şekilde hayatınıza dâhil olmuş, beyninizin bir kıvrımına takılıp kalmışlardır… Bir tiyatro sevdalısı olarak bu kadar geç bile olsa bu klasik eseri beynime sadece melodisi ile kazınmış olmasının yanında konusu ve oyunculuklarıyla da tam bir görsel şölen hatta bir ders niteliği taşımasını istediğimden bugünümün dört saatini bu üç perdelik operete ayırdım ve çok da keyif aldım.

Ekrem Reşit Rey’in zenginlerin dünyasını anlattığı bu eseri Cemal Reşit Rey’in artık klasikleşmiş müzikleriyle hayat bulmuş ve bu oyunu Haldun Dormen yönetmiş, hem de muhteşem oyunculuklarla…  Zihni Göktay’ın (Rıza) sadeliğiyle devleşen oyunculuğu, doğaçlamaları,  Şenay Saçbüker’in (Zeynep) ve Savaş  Barutçu’nun (Fıstık)  samimi oyunculukları, daha önce Buluşma Yeri’nde seyredip çok beğendiğim Uğur Arda Aydın’ın (Veysi) sahnedeki rahat hali ve yine Buluşma Yeri’nde oynayan İlhan Kilimci (Şevket) ‘nin oyunculuğu, Derya Kurtuluş (Şadiye) ve Cem Karakaya’nın ( Memiş) aralarındaki uyum, beni oyunda çeken etkenlerdi… Bunun dışında sanıyorum oyunun bunca yıldır oynananılagelmesinde oyunun başarılı modernizasyonunun ve konusunun güncelliğinin de payı çok büyük, özellikle seyircilerden gelen alkışlar da bunu göstermekte… Müziklerin canlılığı ve etkileyiciliği için de orkestraya bir alkış…

Bir kişilik özelliği olarak oyunun başlama saatinden en az yarım saat önce tiyatroda olup, kapı açılır açılmaz girenlerdenim ve bugünkü gözlemlerimde biraz da seyircilerden bahsetmek istiyorum… Birçok ilk ve ortaokul öğrencisiyle beraber seyrettim oyunu ve ne mutlu ki onlar da keyif aldı, bu konuda. Önceleri endişeliydim çünkü benim için tiyatroda “üniformalı” bir ilk veya ortaokul öğrencisi görmek benim için oyunda bol gürültü olacağına işarettir ve bugüne kadar gittiğim pek çok oyunda da bu böyle olmuştur. Tabi ki burada eğitim sorunu devreye giriyor, çocuklar elbette tiyatroya getirilmeli ama bu bir ödev olmaktan çok sevgi ve merak kaynaklı olmalı, bu sevgiyi ve merakı da önce aile sonra da okul aşılamalı diye düşünüyorum… Ne mutlu ki bugünkü oyunda onlar da keyif aldılar ama umarım oyunun mesajına dair bir kişi bile olsa bir yerlerden bir şeyler kapmıştır, zira kitlelere açık bir oyun olduğu için yüzeysel güldürüler dışında derin konulara da değinilmekte. Bunun dışında söyleyebileceğim genel olarak seyircilerin sıkılmadan ve bol kahkahayla ve toplumsal mesaj verilen kısımlarda alkışlarla duyarlılıklarını gösterdikleri… Oyunun sonunda bunca emeğin dakikalarca ayakta alkışlanması da seyircinin sevgisini gösteriyor… Alkışta ise oyuncuların salona inip seyircilerin arasından geçmeleri, Zihni Göktay’ın seyirciye değer verdiğini gösteren jestleri ve projeksiyonla bugüne kadar Lüküs Hayat’ta oynamış oyuncuların gösterilmesi oyunu daha da anlamlı kıldı. Bu vesile ile başta Suna Pekuysal ve Semiha Berksoy olmak üzere önce bu oyuna ve sonra da Türk Tiyatrosu’na emeği geçmiş tüm tiyatrocularımıza yürekten bir alkış yollayalım, asla unutulmayacak emekleri ve samimiyetleri için... Gelin hep beraber söyleyelim: “Şişli’de bir apartman, yoksa eğer halin yaman, nikel-kübik mobilyalar, duvarda yağlı boyalar… Lüküs hayat, lüküs hayat ! Bak keyfine yan gel de yat! Ne ömür şey, oh ne rahat! Yoktur eşin lüküs hayat!”

                                                          
                


                                        



15 Nisan 2012 Pazar

“ DÜNYANIN ORTASINDA BİR YER”


                  “ DÜNYANIN ORTASINDA BİR YER”
                   
                   “Hüzün gibi sevda da geçicidir…”

Yazan
: ÖZEN YULA
Yöneten
: M.NURULLAH TUNCER
Dramaturgi
: DİLEK TEKİNTAŞ
Koreografi
: GJERG PREVAZI
Müzik
: CAN ATİLLA
Sahne Tasarımı
: M.NURULLAH TUNCER
Işık Tasarımı
: M.NURULLAH TUNCER
Kostüm Tasarımı
: DUYGU TÜRKEKUL
Efekt
: ERSİN AŞAR
Yönetmen Yardımcısı
: AHMET HÜN
Süre
: 1 SAAT 10 DAKİKA / TEK PERDE
OYUNCULAR




Şehir Tiyatrolarında sahnelenen Özen Yula imzalı “Dünyanın Ortasında Bir Yer” oyununa giderken hem heyecanlı hem de bir o kadar düşünceliydim zira Şehir Tiyatrolarının “yok edilmeye” çalışıldığı bugünlerde “özgür düşünceden” ne kapabilirim diyordum kendime… Acaba bir daha Aziz Nesin oyunu seyredebilecek miydim bu çatı altında? Ya da insan sevgisini, insana saygıyı anlatan başka bir oyunda yeni dersler çıkarabilecek miydim kendime? Elbette kurumlarda değişiklikler olacaktır, hiçbir şey yerinde kalamaz fakat konu hayatımızı şekillendiren ya da hayatımızın şekillendirdiği “sanat” ise sanatı koruyucu kanalların ve özgürleştirici düşüncelerin de artması gerekmektedir… Bu bağlamda Günlük Müstehcen Sırlar ve Mutfak Söyleşileri gibi oyunlara yönelik “içi boş fakat amacı maalesef çok dolu” eleştirileri de hiçe sayamadığımı belirtmeliyim…
İnsanda olan insandan nasıl saklanabilir ki? Ben bu bağlamda seyrettiğim tiyatroların özellikle cinsel/dinsel/etnik her türlü ayrımcılığı yaşamış ya da yaşamasa bile tanık olmuş, gözlemlemiş yazarların kaleminden çıkmasını özellikle isterim,(bu bağlamda oyunda yabancı dillere başvurulmasını da ayrıca çok beğendiğimi söylemeliyim) isterim ki benim göremediğim bir olguyu bana tanıtsın ya da bir sadece bir kişinin bile olsa düşünce yapısını değiştirsin, değiştirsin ki önce insanlarımız sonra da toplumlarımız gelişebilsin… Özgürce icra edilemeyen bir sanata sahip olan bir toplumun gelişemeyeceğini düşünüyorum ve ne mutlu ki yalnız değilim fakat yine de okuduklarım, görüp duyduklarım beni dehşete düşürüyor… Tıpkı Özen Yula’nın birkaç sene önce “sergilenmeye çalışılan” “Yala ama Yutma” oyununun başına gelenler gibi…

Özen Yula önemsediğim ve oyunlarını takip etmeye çalıştığım bir yazar ve aynı zamanda bir yönetmen, bu sezon izleyip çok beğendiğim “Şems Unutma” oyununun yönetmeni ve iki sezon önce Duru Tiyatro’da seyrettiğim “Ay Tedirginliği” oyununun da yazarı… “Dünyanın Ortasında Bir Yer” ile beni çok katmanlı düşüncelere ittiği için artık daha da büyük bir iştahla takip edeceğimi düşünüyorum… Aynı şekilde daha önce İntiharın Genel Provası ve Buluşma Yeri oyunlarını izlediğim yönetmen Nurullah Tuncer’in yine yönettiği bu oyunu izledikten sonra, onu da ayrıca takip etmeye karar verdim.

Oyun basit söyleyişle kırsalda geçen bir aşk ve mutsuz bir evlilik hikâyesini anlatıyor fakat ne mutlu bana ki bana bundan çok fazla şeyler de söyleyebildi… Değil dünyanın ortasındakilerin, tüm dünyanın arzuları, duyguları aslında bir değil mi? Sevgi… Sevmek ve sevilmek… Fakat duygular her zaman gerçeğe uymuyor ( belki biz uyduramıyoruz) Bu yüzden oyunda da belirtildiği gibi sabrediyoruz, fakat nereye kadar? Oyundaki yün yumakları sevdiğimizi de bizi seveni de bizi de birbirimize bağlayıp imkânsız bir birliğe doğru sürüklemiyor mu? O imkânsız birlik de bizim gerçeğimiz olmuyor mu? Kendi söylencemizi oluşturamıyoruz… Belki de o cesareti kendimizde bulamıyoruz, koşup istediklerimizi elde edemiyoruz ve bize yalan olan bir gerçekle baş başa kalıyoruz, bizim olmayan bir gerçekle… Sonra o gerçeği kabullenip, yüreğimize ve gülüşümüze bin kilit vuruyoruz, peki kim kazanıyor? Kim mutlu oluyor? Oyun işte bana tam da bunları hissettirdi… Tabi bu hislerime ek olarak Can Atilla’nın muhteşem müziklerinin etkisi de yadsınamaz… Sıkı bir Can Atilla takipçisi olarak keşke bu müzikleri (ve bu vesileyle tüm oyunların müziklerini) cd formatında bulabilsek, hiç olmazsa oyun girişlerinde ufak bir jest olarak sunulsa çok şık olmaz mı? Bu açıdan Tolga Çebi’yi ve Oyun Atölyesi’ni de tebrik etmek gerekiyor, Türkiye’de bu konseptte bir albüm yaptıkları için…

Oyunculuklarda ise beni en çok Ezgi Sümer Yolcu ve Tomris İncer etkiledi… Bu oyun, Tomris İncer’in son oyunuymuş, işte beni bambaşka sorulara yönelten bir olgu… Kimbilir belki başka tiyatrolarda kendisini seyredebiliriz ama yine de düşünmeden edemiyorum… Son alkışlar, son ezber, son sahne, belki de son ışıklar… Ama eminim o ışık, o enerji biz özgür düşünceli seyirci ve sanatçılarda sürdüğü sürece sönmeyecektir… Bu vesile ile tiyatroya, tiyatromuza emek vermiş tüm sanatçılarımıza bir vefa gösterelim ve “tiyatronun özgür ışığını” söndürmeyelim…



4 Nisan 2012 Çarşamba

"SEN OLMAK NEDİR?"


                         “ SEN OLMAK NEDİR ?”
                         
                                           “Âşıklık nedir? Ben ol da bil …”     

Yazan: Nur Can Kara
Yöneten: Onur Ekren - Nur Can Kara
Oynayan: Mert Turak      
Tüy: Nimet Gürbüz
Prodüksiyon Asistanı: Cihangir Meşeli- Yağız Konyalı
Görsel Tasarım: M. Tuğrul Emiroğlu
Fotoğraf/ Video: Utku Sarıöz

                                           
Sezon sonuna yaklaşırken ve seyrettiğim oyunların nicel olarak tatmin edici olmasına rağmen yolunda gitmeyen bir şeyler vardı, daha görmem gereken çok oyun vardı! Ben de dün akşamımı seve seve düşünmeye, hissetmeye, yüzleşmeye ayırmak istediğim için, uzun zamandır sahnelenen “Sen Olmak Nedir”’de karar kıldım. Kuşkusuz bu seçimde Tiyatro Halt’ın ““ uygunsuz” sözler söyleyebilmesi, durgun sulara dalga misali, kafalarda soru işaretleri oluşturabilmesi”nin payı da çok büyük. Oyunlara gitmeden ufak araştırmalar yaptığım için, amaçları dikkatimi çekmişti. Önceki yazılarımda da belirttiğim gibi tiyatroyu kesinlikle bir “eğlence, kendini iyi hissetme aracı” olarak görmediğimden, hayata dair sorular soran, herhangi bir olay ya da olguyu farklı açılardan sunabilen oyunlar benim için ayrıca önemli.
“Sen Olmak Nedir” ya da kısaca S.O.N.  da bu açıdan bende saygı uyandıran oyunlardan biri oldu. “Bir erkek nasıl erkek olur? Erkek olmanın kuralları ve görevleri nelerdir? “Erkek adam neler yapar ya da neler yapmaz”” sorularını baz alarak toplumda çok önemli bir yere parmak basan bir metinle karşı karşıyayız. Kahramanımız spermiogram testi yaptırmak ( yoksa erkekliğini kanıtlamak mı demeliydim?) elinde boş kabıyla test odasına girer ve oyun başlar.
Kimi insanlar vardır, her zaman her şeyi yoluna koyarlar, işlerini yaparlar ama biz onları tanımayız, daha doğrusu tanımak istemeyiz, görmeyiz… Acaba bu onların kenara itilmiş olduklarından mıdır? Hiç sanmıyorum, sadece “kendi kendine var olmuş” ve bu varoluşa şahit istemeyen varlıklardır. Ne var kahramanımızın da dâhil olduğu çok büyük bir grup var ki varoluşlarına her zaman birilerinin tanık olmasını isterler. Bu onlar için bir ihtiyaçtır, çünkü ancak böyle saygınlıklarını kazanabileceklerdir, başkaları onayladıktan sonra. Burada aslında bir kadın- erkek ayrımından çok insani bir konu bahsedilen. Ne var ki erkek egemen toplumumuzda bir erkeğin “kendisine atfedilecek erkeklik özelliğini” kazanabilmesi bir kadına göre daha ön plana çıkarıldığı için oyuna bir erkeğin penceresinden bakıyoruz, hem de bir kadının kaleminden çıkan bir erkeğin penceresinden!
Kahraman “kahraman” olabilmek için hayatını mücadeleyle geçirir, okulda ön plana çıkmak ister ama dayak yer, babasından zaten şiddet görmüştür, askerliğinde komutanına alay konusu olur( oyunun en beğendiğim kısmının burası olmasının da toplumda, özellikle “erkek egemen faaliyet alanlarında” erkekten beklenen özelliklere “sahip olmayan” belki de bu özellikleri sahiplenmeyen, sahiplenmek istemeyen erkeklere karşı olumsuz bakışı simgelemesidir, örneğin: erkek korkar mı?) Kendine rol-model arar, âşık olur, hayal kurar ama hep bir edimi vardır, hep “olmak” ister… İyi ya da kötü fark etmezdir onun için…
“Görünür olmaya çalıştım. Ben yürürken önümde yol açsınlar, kaçsınlar, kenara çekilsinler istedim. Kırmızılar, yeşiller, maviler giyindim. Bakıp gülseler bile, bakıp görmüş olacaklardı. Öyle de oldu. Sırf bu maskaralık için görünmezlik yeteneğimden vazgeçtim.”
Ne kadar farkında olunsa da insan bazen bile isteye “ maskara olabiliyor.” Nitekim sonunda bir tüy( belki bir hayal, belki de bir anı) gelir ve kahramanımızın hayatını “mutlu ve saygın” kılar. Artık toplum baskısının önemli bir dinamiği olan mahalle de kahramanımızı ve karısını takdir etmekte, onlara gıpta ile bakmaktadır… Kimbilir belki de tüm maskaralıklar baskılardan doğuyordur, “görünür olma” baskısından… Kendimizi görünür olduğumuzda m ı buluruz, karşımızdaki bir “sen”de mi yoksa içimize dönüp baktığımız “ben” de mi? Peki tüm yazı kimseye görünmeden ayaklarımızın altından süzülüp çalışarak geçiren o “görünmeyen” karıncalar? Belki de önemli olan sessizce, kimseye göstermeden “olmak” ve bu dünyada payına düşeni yapıp, sahneden çekilmektir…
Demiştim ya “beni düşündüren oyunu severim” diye, işte cevaplanması hiç de kolay olmayan sorularla yüzyüze kalmış durumdayım, hayır bu asla bir şikâyet değil, aksine “ben olabilmek” için çok gerekli olduğunu düşündüğüm savaşımlar… Oyun yazarı Nur Can Kara’ya beni bu düşüncelerle bir kez daha yüzleşmemi sağladığı için çok teşekkür etmem gerek ve tabi ki bu metni oyunculuğuyla çok başarılı bir noktaya taşıyan Mert Turak’a da… Kendisini yakın zamanda başka iki oyunda da izlemiş ve oyunculuğunu çok beğenmiştim, bu beğeninin sebebi ise yalnızca oyundaki karakteri yaşamasındaki ve olmasındaki doğallık değil aynı zamanda farklı karakterleri de başarıyla yansıtabilmesindedir… Otobüs’te başka, Postacı’da başka ve S.O.N.’da ise yine bambaşka bir karakteri ustalıkla yansıttığını düşünüyorum… Ki bu da bir aktörün sahip olması gereken en önemli özelliğidir diyebiliriz, değil mi? Ayrıca Tüy rolündeki Nimet Gürbüz’ün de kısa ama etkileyici oyunculuğunu atlamadan geçemem, zira mimikleri ve jestleriyle rolünün hakkını verdiğini düşünüyorum…
Yazımı sonlandırırken, beni çok etkileyen ve mutlu eden bir olayı da sizlerle paylaşmak istiyorum: Dün Tiyatro Halt’ın kuruluşunun birinci yıldönümüydü ve bugüne özel olarak bininci seyirciye özel bir sürpriz hazırlandı ve oyundan sonraki kokteyl-partide bu sürpriz sunuldu, hem de tüm seyircilere pasta ve kurabiye ikram edilerek… Bense bloğum için konuştuğum Nur Can Kara, Mert Turak, Nimet Gürbüz ve Yağız Konyalı’nın yakın ilgileriyle çok mutlu oldum. Böyle bir olaya ilk kez tanık oluyordum ve bu yakın ilgi beni çok mutlu etti, çünkü sadık bir tiyatro seyircisi olarak “düşünülmek, değer verilmek” çok çok önemli… Evet, bininci seyirci imkânı artık yok ama Sen Olmak Nedir’i muhakkak izleyin, belki de oyunun en büyük sürprizi sizi kendinizle tanıştırmasıdır…