HEDDA
GABLER
"Bazen keskin ve acımasız
olabiliyorum. Bazen de isyankâr oluyorum.
Kendime
hâkim olamıyorum. Kederli bir özgürlük gibi…”
|
||||||||||||||||
OYUNCULAR
|
||||||||||||||||
Bugünkü
yazıma başlarken, oyun yorumuna geçmeden önce, oyunda yanımdaki delikanlının
söylediği bir sözü tartışmak istiyorum. Ara sırasında telefonla konuşurken ben
de kulak misafiri oldum. Delikanlı “Tiyatrodayım… Ödev için, yoksa ne işim var
tiyatroda” diyordu karşı tarafa… Bu cümle bireysel bir sevgisizliği yansıtıyor
gibi gözükse de bugüne kadar gittiğim pek çok tiyatroda böyle gençler ve bu
tarz düşüncelerle çok karşılaştım, şahit oldum… Geçenlerde takip ettiğim bir
tiyatrocu, röportajında “gençlerin tiyatroyu sevmeme ve herkesin farklı bir
alanın peşinde olmaya hakkı olduğunu” söylüyordu. Elbette herkes istediğini
seçmekte özgürdür fakat ne var ki tiyatroya mesafeli yaklaşan gençlerimizin
popülist kültürün çok çabuk unutulan değerlerine gönül indirmesi de çok üzücü…
Tiyatro,
en başta bir düşünce, kendini oldurma, geliştirme aracıdır, önce kendimizi
sonra da toplumumuzu ve dünyamızı algılamamızı sağlar. Tabi ki bu yolda tek
değildir, diğer sanat alanlarıyla bir paydada bulunur, ne var ki “bilgi edinmek
ve düşünmek” isteyenler için çok önemli bir araçtır. Dolayısıyla “hoşça vakit
geçirme aracı” değildir. Buradan da “tiyatroda işi olmayan” gencimizin dünyayı
algılama sürecinde bir kapıyı daha yüzüne kapattığını söyleyebiliriz. Peki, bu
gencimiz ve diğer gençlerimiz oyun seyretmedikçe, bu oyunların çoğuna kaynak
oluşturan kitapları okumadıkça, düşündüren filmler seyretmeyip, sergi
gezmedikçe kendilerini nasıl geliştirebilirler? Geliştirmedikleri için topluma
nasıl faydalı olabilirler? “Bu tür etkinlikler pahalıdır” demeyelim Türkiye’de
öğrenciler için sanat anlamında çok büyük kolaylıklar sağlanıyor. Sorun para da
olmadığına göre nerededir peki? Hangimiz hatalıyız? Tiyatro sevmeyen gençler
mi? Onlara ödev verip, tiyatroya gitmeye “mecbur eden” öğretmenler mi, aileler
mi, yoksa büsbütün sistemin kendisi mi? İşte burada bir kördüğüm oluşuyor.
Elbette çoğumuzun yaptığı gibi tüm gençlerimiz bir anda çok popüler olan ama
birkaç ay sonra hiç hatırlanmayan şarkıları dinleyip, bol aksiyonu dışında
hiçbir özelliği olmayan filmleri seyredebilir, bu bir çeşit rahatlama
tercihidir, buna hiçbir sözüm yok fakat ne zaman ki bu rahatlama sürekli bir
hal almaya başlar, o zaman durup düşünmek gerekir, bu açıdan da yol gösterici
bireylerin olması gerekir, bu aile olur, okul olabilir, önemsenen kişiler
olabilir… Bana “sen bunu neden bu kadar önemsiyorsun” diyebilirsiniz, çünkü ben
sanat sayesinde kendimi çok büyük anlamda geliştirdiğimi düşünüyorum ve bu
kişisel gelişimin nicel olarak artmasının toplumda daha sağlıklı bireyler
yaratacağını ve uluslar arası gelişmişlik endeksinde toplumumuzu yüksek
düzeylere taşıyacağını savunuyorum… Bu açıdan yaşıtlarımın sanatla ilgili
olmasını bu kadar önemsiyorum…
“Hedda
Gabler” dünya tiyatrosunun en önemli isimlerinden Norveçli yazar Henrik
İbsen’in ondokuzuncu yüzyılın sonunda yazdığı ve bir anti- kahramanı konu alan
bir oyunu… Hayatta sevgi ve saygı gibi önemli değerleri bir kenara iten, en
büyük tutkusu silahlar olan ve insanların - özellikle sevdiği Ejlert’in-
kaderlerinde önemli değişiklikler yaratıp hükmetmeyi seven bir kadın Hedda
Gabler… Çeşitli gelgitlere sahip… Bu gelgitlerse Hedda rolündeki Şebnem Köstem
tarafından başarıyla yansıtılmış… Hizmetçi Berta rolündeki Elçin Atamgüç,
Jorgen rolündeki Ertuğrul Postoğlu, daha önce “Sevgili Doktor” oyununda
seyrettiğim fakat bu oyunda daha başarılı bulduğum Thea rolündeki Meriç
Benlioğlu, Yargıç rolündeki Erarslan Sağlam, yine daha önce “ Doğumgünü
Partisi”nde, “Mutfak Söyleşileri”nde ve repertuara girdiği gibi kaldırılan
“Rosenbergler Ölmemeli” oyununda kendisini seyrettiğim ve oyunculuğunu çok
beğendiğim Mert Tanık ve bu oyundaki kısa rolüyle beni etkileyen Alev Oraloğlu
oyunun diğer isimleri ve her biri oyuna ruhlarını verdiklerini hissettiriyorlar.
Fakat tüm oyuncuların bu klasik metni büyük emekle yorumlamalarına, arada
verilen müziklere rağmen sanki bir şeyler olmamış gibiydi… Belki bu düşünceme
sebep olarak, döner dekorun sahneye sığmayıp ilk koltuk sırasına taşması
olabilir… İkinci yarısı, ilk yarısına göre daha etkili olan oyunun sonlarına
doğru Hedda Gabler’in psikolojisinin daha ayrıntılı yansıtılmasıyla oyun daha
etkileyici bir hale geliyor. Çoğu klasik oyunda olduğu gibi bu oyunda da
seyirci- oyuncu arasındaki görünmez uzaklık ise yine korunmuştu… Sonuç olarak
şiddetle tavsiye edemesem de yine de oyuncuların emekleri için takdir edilmesi
gereken bir yorumlama oldu “Hedda Gabler…”