SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.

20 Mayıs 2012 Pazar

ANTONİUS İLE KLEOPATRA ÜZERİNE DÜŞÜNCELER


             
               ANTONİUS İLE KLEOPATRA ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

“Kleopatra: Pekâlâ, madem gerçekten âşıksın, o zaman, ne kadar, onu söyle.
Antonius: Ölçülebilen aşk, zavallı bir aşktır.
Kleopatra: Peki, ya ben ölçmeye kalkarsam?
Antonius: O zaman kendine yeni bir dünya bulacaksın.”


                                     

Yazan: W. Shakespeare
Çeviren: Bülent Bozkurt
Yöneten: Kemal Aydoğan
Sahne Tasarımı: Bengi Günay
Müzik: Tolga Çebi
Işık Tasarımı: İrfan Varlı
 Oyuncular: Zerrin Tekindor
                     Haluk Bilginer
                     Kevork Malikyan
                     Mert Fırat
                     Emre Karayel
                     Onur Ünsal
                     Evrim Alasya
                     Muharrem Özcan
                     Gözde Kırgız
                     Zeynep Alkaya
                     Tuğçe Karaoğlan
                     Mehmet Özbek

İktidar ve aşk yan yana gelirse ne olur? Hangisi diğerini esir alır, hangisi diğerine yenilir? İnsan hangi safta yerini alır? Aşkı için tüm gücünden vaz mı geçer, hayatından vazgeçmek pahasına? Peki, bu duruma kadın- erkek ilişkisinden bakacak olursak, ilişkiler nasıldır?  Oyundaki köylünün deyişiyle “kadınları, şeytan bile yemek istemezken” koskaca bir iktidar, nasıl olur da donanmasını denizin ortasında bırakıp da âşık olduğu kadının peşinden gider? İktidarın kısıtılılığı, sevginin sonsuzluğu karşısında yenilmiştir ve Antonius sevgisi için kendinden vazgeçer, tarihin kendine yapıştıracağı “korkak” yaftasına rağmen.

Oyun, hemen her Shakespeare oyununda olduğu gibi sevgi, güç, erdem gibi temellere dayanıyor ve Antonius ile Kleopatra’nın aşkı üzerinden medeniyetlerin çatışmasını, iktidarların savaşmalarını görüyoruz. İktidar çatışması demişken, gemideki çatışma sahnesini çok etkileyici bulduğumu söylemeliyim. Oyunun çevirisi ise bence çok başarılıydı, kulağa hitap ettiğini söylemeliyim. Ayrıca sahne düzeni de alışılmadık bir tarzdaydı, rolü biten oyuncu sahneden çıkmıyor, sahnenin bir kenarında tekrar sahnesinin gelmesini bekliyordu.

Daha önce (sinema ve televizyon çalışmalarını saymazsak) “7” (Şekspir Müzikali)’nde izlediğim Haluk Bilginer(Antonius) bana oyunculuğu çözme anlamında büyük bir ders verdi. Zira bambaşka biri olmadan da, kendi içindeki Antonius’u çıkararak, “aşk-iktidar” çatışmasını başarıyla yansıtan bir oyunculuk sergiledi. Daha önce “Vahşet Tanrısı”nda seyrettiğim Zerrin Tekindor’un (Kleopatra) oyunculuğuysa bana oldukça samimi geldi, karakterinin güvensizliğini mizahla verebilmesi, oldukça başarılıydı. Oyunda, beni etkileyen bir diğer isimse daha önce “Pandora’nın Kutusu” ve “Devrim Arabaları” filmlerinde izlediğim Onur Ünsal… Sinemadaki yalın ama etkileyici oyunculuğu, teatral yeteneğiyle birleşince, çok başarılı bir Shakespeare karakteri yaratmış, hem haberci, hem Eros, hem de Seleucus rollerinde… Kevork Malikyan’ın, Mert Fırat ve Emre Karayel’in samimi oyunculukları da oyuna renk katan unsurlardı. Fakat müzikle ilgilenen biri olarak, beni oyunda en çok etkileyen unsur Tolga Çebi’nin etkileyici müzikleriydi. Bugün aynı zamanda kendisinin Oyun Atölyesi’ne yaptığı müziklerden oluşan “Sahne Müzikleri 1 ve 2” albümünü aldım. Dilerim yakın zamanda Antonius ile Kleoptra’nın müziklerini de içeren bir albüm çıkarır Tolga Çebi.

Özetle söylemek gerekirse, beni insan- oyunculuk- müzik ve genel anlamıyla sahne sanatları üzerine düşündüren bir oyun oldu Antonius ile Kleopatra, size de tavsiye ederim.

                                      


                                 

18 Mayıs 2012 Cuma

YOK OĞLUM, BİZ EVDEYİZ


              YOK OĞLUM, BİZ EVDEYİZ
             
               “-Sokaklar it kopuk dolu.
               -Yok oğlum, biz evdeyiz.”

          
                  

Yazan - Yöneten: Görkem Şarkan

Oynayanlar: Deniz Çeliloğlu, Mustafa Barış Koçkar, Esme Madra, Ersin Olgaç, Görkem Şarkan

Erkeklik nedir? Delikanlı olma durumu nasıldır? “Sapına kadar erkek olmak” için nasıl bir “racon” gerekir? Peki bu işleyişin ülkemizdeki yansıması nasıldır? “Delikanlılar” kadınlara ve eşcinsellere nasıl bakarlar? Nasıl yaşarlar?

Bu soruları sorduğumuz zaman aklımıza – ülkemiz coğrafyasından da çok iyi çıkarabileceğimiz gibi- çok net cevaplar gelmekte… Delikanlılar aralarında “kankadırlar”, küfrederler, bira içerler, kadınları düşünürler (tabi ki cinsel anlamda), namus onlar için en önemli noktalardan biridir, kavgaya yatkındırlar, sevgi ve nefret duygularını karşı karşıya koyarsak, nefretleri genellikle ağır basar, çünkü konu sevgiye ve aşka geldi mi, bırakalım kendi aralarında konuşmayı, bunu kendilerine bile çok zor ifade ederler, konuşamazlar… Ama hele bir yanlış olsun, nefretleri her zaman patlamaya hazır bomba gibidir… Peki, eşcinsellere bakışları nasıldır?  “Ne eşcinsellik mi? Abi bırak ibneyi ya…” Kadın eşcinselliğinden hiç bahsedilmezken, erkek eşcinselliğinin de geçerliği pasiflik- aktiflik haline göre değişir… “Aktifseniz eşcinsel değilsinizdir ki!”

Kadınlara gelince, onları anlamaya zaten gerek yoktur! Beğenilen kadınlar göğüs- popo ikileminden oluşur… Eğer bunlar yoksa kadın da yok demektir… Fakat eğer ailedeki bir kadından bahsediyorsak, o zaman “racon” değişir… Anne, “ana” her zaman kutsaldır, kız kardeş, “bacı” ise her zaman kollanmalıdır, duyguları, düşünceleri sorulmadan… Hatta üniversiteye gitmesi bile fazla görülür…

Bu yazdıklarım, ne kadar medeniyet yoksunu ve korkunç gözüküyor değil mi? Fakat bunlar yalnızca bir oyunun düşünceleri değil, ne yazık ki ülkemizin acı bir gerçeğidir… Homofobiyi de içine alan bu nefret halinin yalnızca bir tık ileri safhasının gazetelerin üçünü sayfalarında gördüğümüz “benim olmadı öldürdüm”, “kız arkadaşımı rahatsız etti, bıçakladım” haberlerinden farklı olduğunu kim söyleyebilir? Tabi, bu durumu yalnızca ülkemize mal etmek de yanlış olur, dünyanın “medeniyet timsali” diğer ülkelerinde de benzeri olaylar aynı şiddette yaşanmasa bile gerçekleşmiyor mudur?

Sorun elbette basit bir “eğitim şart” cevabıyla geçiştirilemez, evet eğitimle insanlar düzgün yola sokulabilir ancak kafa yapısı ve Türk kültürünün erkeğe yüklediği değerler değişmedikçe bu yaşayış tarzı kolay kolay değişemez düşüncesindeyim…

Yazdıklarımdan anlayacağınız gibi oyun, ülkemizdeki erkeklerin bakış açılarına, yaşayış tarzlarına bir ayna tutuyor… Bu açıdan bakacak olursak, oyunun alkış olmadan bitmesi de çok manidar zira ağlanacak bir durumu alkışlamak oldukça komik geliyor bana… Fakat oyuncuları tebrik etmek gerekiyor, özellikle de oyunun yazarı ve yönetmeni de olan Görkem Şarkan’ı, çünkü tavırları her an sokakta karşılaşabileceğimiz maço erkeklerin tavırlarıyla aynı… Dediğim gibi konu itibariyle alkışlayamayacak olsam da, oyuncuların hepsine buradan bir alkış!

                                          
                                 

16 Mayıs 2012 Çarşamba

ÖZEL YETENEKLERİ OLAN YABANCILAR


          ÖZEL YETENEKLERİ OLAN YABANCILAR

  “Elimizde olan gerçekler, hayallerimizin dönüşümüne sebep olur mu?”

                                   

Yazan: Saviana Stanescu
Çeviren: Kemal Başar
Yöneten: Ömer Fuat Köker
Orijinal Müzikler:  M.Yiğit Dalgın
Düzenleme ve Kayıt: Doğa Ebrişim
Kostüm: Elvan Ezgi Keskin
Dekor: Cenk Hakan Köksal
Afiş Tasarım: Melis Çıldır

Oyuncular:
Nadia: Sibel Şişman
Borat: Cenk Hakan Köksal
Lupita: Başak Kıvılcım Ertanoğlu
Bob: Yunus Emre Terzioğlu
Memurlar: Elvan Ezgi Keskin- Özgün Akaçça

“Özel Yetenekleri Olan Yabancılar” Uygulama Tiyatrosu’nun adını duyduğum ilk oyunları. İlklere karşı her zaman heyecanla yaklaşmışımdır, çünkü içinde ne kadar başarılı oyuncular barındırsa da o tiyatro, bir devam zorunluluğundan değil, tiyatro sevgisinden bir oyun ortaya koymuştur. Dilerim Uygulama Tiyatrosu daha nice oyunlarında bu tiyatro sevgisini koruyup, düşündüren oyunlar ortaya koyar, tıpkı “Özel Yetenekleri Olan Yabancılar” oyununda olduğu gibi.

“Özel Yetenekleri Olan Yabancılar” Rusya’dan hayallerini takip ederek Amerika’ya kaçak yollarla giden iki sevgilinin( Nadia ve Borat), hayallerinin ve hayatlarının sınır dışı edilme tehdidiyle nasıl bir anda değiştiğini gösteriyor. Nadia(Sibel Şişman) ve Borat (Cenk Hakan Köksal) tekrar buluşmak üzere ayrılmak zorunda kalırlar ve ikisinin de hayatı farklı yollarda ilerler. İkisinin de “özel yeteneği” palyaçoluktur aslında, ne var ki palyaçoluk Rusya’da kazandırdığı gibi para kazandıramaz Amerika’daki yabancılarımıza. Özel yeteneklerle, hayaller ve gerçekler bir türlü kesişmez. Borat taksicilik yaparak geçinmeye çalışırken, Nadia hayallerinin partisi olduğunu düşündüğü bir partiye katılır, ev sahibesinin(Lupita) yardımıyla… Ne var ki işler umulduğu gibi gitmez. Borat, Nadia’nın ev sahibesi olan Lupita’ya(Başak Kıvılcım Ertanoğlu) âşık olur. Nadia ise Lupita’nın evine dadanan ve amacı günlük ilişkiler yaşamak olan Bob’a  - önceleri hoşlanmasa da- âşık olmuştur. Böylece onunla evlenecek ve Amerika’da, hayallerinin ülkesinde kalabilecektir, ne de olsa geride bıraktığı kimsesi yoktur. Fakat Borat, Nadia gibi şanslı değildir. Gerçi Lupita da Borat’tan hoşlanmıştır ama Lupita’nın çok büyük hayalleri vardır, o büyük bir oyuncu olup, Antonio Banderas ile kırmızı halıda yürümek istemektedir. Bu yüzden Borat’ı kurtarmak ister ancak onun sevgisine karşılık veremez.

Oyunda beni en çok etkileyen nokta ise erkek memurun( Özgün Akaçça) Nadia’ya tecavüz etme sahnesi. Her ne kadar Amerika’da gözaltında neler yapıldığına dair bir ışık tutsa da bunu medenileşme evrelerini tamamlayamamış her ülkeye uyarlayabiliriz. Bir yazarlık fantezisinden çok, önemli bir soruna değinilmesi açısından çok etkileyici buldum. Bu açıdan metin de çok önemli ve metnin başarılı çevirisi.

Oyuncuların hepsi de bana rolü yaşadıklarını hissettirdiler… Borat’ın çaresizliği, Nadia’nın hayalleri, Lupita’nın önceleri sinirli ama sonra sevecenleşen tavırları, Bob’un yalnızlığı ve memurların sertliği, çok iyi yansıtılmıştı.

Oyuna dair bir eleştirim ise Bob karakteriyle alakalı. Yunus Emre Terzioğlu Bob karakterini başarıyla oynuyor ancak oyunun başında sadece yüzeysel ilişkiler yaşamak isteyen ve alkolik bir tipleme çizen karakterin bir anda Nadia’ya yardım eden ve artık sadece diyet cola içen bir karaktere dönüşmesi çok havada kalmış gibi geldi bana. Sanki arada bir şeyler olmuş ama bu sahneye taşınmamış gibi. Tabi bu oyunda, direk göze batan bir eksiklik ya da yanlış değil ama oyunu ve yorumlamayı beğenmeme rağmen bu dönüşüm sanki çok çabuk olmuş gibi geldi bana. Çünkü kadınları yatağa atmaktan başka bir şey düşünmeyen Bob, belki Nadia’nın hayalleri yıkıldıktan sonra ona bir süre yakın görünüp, sonra Nadia’yı kullanıp bıraksaydı, Bob karakterine daha uygun bir davranış yapmış olurdu. Aradaki geçiş çok hızlı olmuş sanki…

Hayaller, benim için her zaman önemlidir, gerçekler de… Bu açıdan beni düne kadar yabancı olduğum bu karakterlerle tanıştırıp, heyecanlandırdıkları için Uygulama Tiyatrosu’na teşekkürlerle…

                                          

                                 

14 Mayıs 2012 Pazartesi

UĞUR POLAT VE ÇEHOV MAKİNESİ


                       UĞUR POLAT VE ÇEHOV MAKİNESİ


                   



   

YAZAN: MATEİ VİSNİEC

ÇEVİREN: METE GÜRMAN

YÖNETEN: MÜGE GÜRMAN

DEKOR TASARIMI: ZEKİ SARAYOĞLU

GİYSİ TASARIMI: ŞİRİN DAĞTEKİN

IŞIK TASARIMI: AKIN YILMAZ

DRAMAURG-GÖRÜNTÜ TASARIMI KOREOGRAF: MÜGE GÜRMAN

YÖNETMEN YARDIMCISI: ERKAN TAŞDÖĞEN

ASİSTANLAR: FATİH SÖNMEZ/ İSMET VURAL

Kaç zamandır oyun eleştirilerim dışında, yazılarımda sevdiğim oyunculardan da bahsetmek istiyordum. Dün İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında izlediğim Matei Visniec oyunu “Çehov Makinesi” bana bu fırsatı verdi. Yazımda önce çok sevdiğim Uğur Polat’tan bahsedeceğim ancak elbette oyunun bir ekip çalışması olduğunu görmezden gelemeyeceğim için de oyuna ikinci kısımda değineceğim.

Bazı sanatçılar vardır, sizin için ayrı bir yerdedirler. Diğer sanatçıları ne kadar takdir etseniz de sizin için özel olanları başka bir alana konumlarsınız. Bu sanatçılar, size hem bir şeyler öğretir ve katarken, size kendinizi iyi hissettirirler. İşte Uğur Polat da benim için ayrı bir yerde olan sanatçılardandır. Tıpkı, Zuhal Olcay ve Tilbe Saran gibi… (Bu sözümle diğer sanatçılarımızı göz ardı ettiğimi lütfen düşünmeyin) Sanatçı tanımını burada rahatça kullanıyorum çünkü bu tanım, benim kafamda hem alanında göz alıcı bir yeteneğe işaret ederken, bir o kadar da mütevazılığa yer vermek zorundadır, bana göre sanatçı hem yetenekli hem alçakgönüllü olmalıdır. Uğur Polat’ın sanatında hem kendimden bir şeyler bulabildiğim için hem de duruş olarak kendime yakın hissettiğim için, Çehov Makinesi’ne giderken heyecanlıydım… Bu heyecanım oyunun lezzetiyle birleşince, çıkışta kendisiyle tanışmak istedim ve benimle bir fotoğraf çektirerek, benim hatıra makineme çok güzel bir anı ekledi. İnsan hayatının böyle anlarla ayrı bir renklendiğini düşünmüşümdür hep…

Müge Gürman’ın yönettiği oyuna değinecek olursam, “Çehov Makinesi” büyük bir emek ve ekip çalışmasıyla hazırlanmış bir oyun. Oyunculuklarıyla, çevirisiyle, koreografisiyle, ışığıyla, giysileriyle büyük bir alkışı hak ediyor. Ne var ki, hızlı temposundan dolayı oyuncu için de seyirci için de dikkatli bir takip gerektiriyor. Çehov’un bir karakter olarak yer aldığı oyunda, Çehov ve yazarak yarattığı karakterleri karşı karşıya geliyor ve ortaya bazen güldüren bazen de düşündüren bir tablo çıkıyor. Daha önce Tiyatro Pera’nın oyunlarında ve bu sene Şehir Tiyatrolarında Ateşli Sabır(Postacı) adlı oyunda seyrettiğim ve oyunculuğunu çok beğendiğim Levent Öktem ve oyunda “Vişne Bahçesinde unutulan yaşlı uşak Firs ” rolündeki Toygun Ateş, oyunda beni oyunculuklarıyla heyecanlandıran diğer isimlerdi.

Daha önce Vanya Dayı ve Sevgili Doktor oyunlarını izlediğim ve pek çok öyküsünü okuduğum Anton Çehov’u sıkı takip edenler için de “yeni başlayanlar” için de ilginç bir deneyim “Çehov Makinesi”.

                                   

                                         

5 Mayıs 2012 Cumartesi

HERKESİN BİLDİĞİ SIRLAR


                         HERKESİN BİLDİĞİ SIRLAR

 “Neden her sabah uyandığımızda yeniden âşık olamıyoruz birbirimize…”

Yazan: Yavuz Özkan
Yöneten: Hidayet Erdinç
Dekor Tasarımı: Ethem Özbora
Giysi Tasarımı: Medine Yavuz
Işık Tasarımı: Serhat Akın
Yönetmen Yardımcısı: Elif Erdal
Asistanlar: Alayça Öztürk - Yaşar Büker

Oyuncular:
Adam: Burak Şentürk
Kadın: Ebru Unurtan


                                               

                                         

“Sence bizde aşağılık kompleksi var mıdır?” diye sorar kadın kocasına, kocası ise “hayır, biz zaten aşağılığız” diye yanıtlar onu… Bu sözler, başrollerini Sezen Aksu ve Ferhan Şensoy’un paylaştığı Yavuz Özkan imzalı “Büyük Yalnızlık” filminde geçen repliklerden biridir… “Büyük Yalnızlık” benim sevdiğim ve kadın-erkek ilişkileri üzerine düşündüğüm bir film olmakla beraber, eleştirmenler tarafından tutulmaz… “Herkesin Bildiği Sırlar” ise bu filmden yola çıkılarak oluşturulmuş bir oyun… Hikâye yine bir kadın ve kocası arasında geçmekte. Bizse bir evliliğin bitimine, -belki de yeni bir boyuta geçmesine- tanık oluruz. Kadın ve adam, evliliklerini tartışırlarken aslında onların kendileriyle olan hesaplaşmalarına tanık oluruz… İroni taşıyan sözler, cevapsız kalan sorular (özellikle aldatmayla ilgili), histerik kahkahalar, bağırışlar…
Öteden beri süregelen “karşı cinsi” algıla(yama)ma ya da algılamak istememe durumu, bizi cinsiyetler, kimlikler ve beklentiler üzerine düşünmeye davet eder.
Erkek, kendini kadına verilmiş bir lütuf olarak görürken, bir yandan en büyük hatasının ona “tavlanmış olmak” olduğunu düşünür. Kadınsa, adamın tüm hatalarına rağmen bir çocuk kalbine sahip olduğunu itiraf eder ama sonra bu sözüne pişman olur, “çocuk kalbine sahip olacağına adam gibi olsaydı” der… Burada herhangi bir yargılama yoktur, kadının ve adamın olaylara ve birbirlerine bakış açıları farklıdır yalnızca, ne var ki bu bakış açısı değişikliği bir aşkın neredeyse tüm evrelerine sızar ve hep bir sorun çıkarmayı başarır… Her iki taraf da haklıdır aslında, yalnızca anlayış tükenmiştir, sabır da bittiyse konuşmak gerekir, devam etmek de, bitirmek de cesaret gerektirir… Kim sevgiyle, saygıyla kurduğu bir ilişkinin tükenmesini ister ki? Tabi temeldeki sevgi ve saygı zedelenmemişse…
Yavuz Özkan filmleri benim için önemlidir, çünkü kadın ve erkek ilişkileri üzerine soru sordurup, düşünmeye iter… Bir Kadının Anatomisi, Bir Erkeğin Anatomisi, Bir Sonbahar Hikâyesi, bu düşüncelerime kilit oluşturabilecek sorular sordurmuştur bana… Bu açıdan Yavuz Özkan’a teşekkür ediyorum, bana bu soruları sordurup düşündürdüğü için… Ne var ki, oyunu beğendiğimi söyleyemem… Her ne kadar daha önce Ne Dersin Azizim’de izleyip sevdiğim Burak Şentürk ve bu oyunla tanıdığım Ebru Unurtan’ın oyunculukları, karakterleri başarıyla yansıtsa da, daha önce de farklı sanatçılar tarafından farklı yorumlamaları olmuş bu oyunun, modernizsayonu, ister istemez beni filmle karşılaştırma yapmaya itti. Evet, adamın ve kadının nedenleri, zedelenmiş sevgileri, zavallılıkları, “aşağılık olmaları” çok iyi yansıtılmış, fakat belki ben sahnede “benim babam senin babanı döver” diyen bir karakter ve buna gülen bir seyirci yerine daha akılcı espriler ve bunun üzerine düşünen seyirciler görmek istiyorum, tiyatrodan beklentim bu… Tabi ki, bu replik, karakterin gülünçlüğünü ve çaresizliğini anlatmak için yazılmıştır, hak veriyorum yalnızca benim beklentim bunun çok üzerinde olduğu için hayal kırıklığına uğradım… Tabi ki modernizasyon olmalı, neticede 1989 yapımı bir filmi, yirmi küsur sene sonra aynı repliklerle seyretmek çok sıkıcı olurdu, demek istediğim sadece bu modernizasyonun belki daha başarılı olabilmesiydi… Örneğin dekor, bu açıdan son derece başarılıydı…
Ufak bir karşılaştırma yapacak olursam, İki Çarpı İki adlı Devlet Tiyatrosu oyunu da benzer bir konuyu çok farklı bir açıdan incelemesiyle beni düşündürmüş ve yıllardır herkesin bilegeldiği bu sırları farklı bir şekilde verebilmenin bir yolu olduğunu göstermişti bana, bu yüzden çok beğenmiştim.  Belki oyundaki bu düz ve yalın anlatım benim için fazla sade geldi ama bundan hoşlanıyorsanız, gülmek, gülerken kendi hayatınızdan kesitler görmek istiyorsanız ve bunun için karmaşık yollar aramıyorsanız, “Herkesin Bildiği Sırlar” tam size göre...