SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.
Heves Duygu Tüzün etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Heves Duygu Tüzün etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Kasım 2012 Çarşamba

"BARSELO"


                                      BARSELO
      
         “Bu dünyada anandan başka hiçbir kadına güvenmeyeceksin!”

Yazan: Alper Kul
Yöneten: Eyüp Emre Uçaray
Yard. Yönetmen: Heves Duygu Tüzün
Oynayanlar: Ismail Karagöz (Pepe)
Deniz Celiloğlu (Jaws)
Musab Ekici (Lapa)
Emre Yetim (Kama)
Elit Çam (Polianna)
Aslı Menaz (Madonna)
Canan Atalay (Yael)

Dün akşamki tiyatro durağım İkincikat’tı. Alper Kul’un yazıp Eyüp Emre Uçaray’ın yönettiği “Barselo” adlı bu yeni oyun, Doğu’dan İstanbul’a gelen bir gencin “erkek olabilme”  ve erkek egemen toplumda “kendini var edebilme” durumunu anlatıyor.

Oyun beni iki açıdan oldukça düşündürdü: İlki, toplumumuzun ne zaman bu erkeklik hegemonyasından kurtulacağı oldu. Tahmin edileceği gibi cinsiyetçiliğin de dini ve etnik ayrımcılıktan hiçbir farkı yoktur. Bu durum kadın- erkek arasındaki eşitsizlikte görülebileceği gibi erkek-erkek veya kadın- kadın arasındaki insan hakları eşitsizliğinde de görülebilir. Bir delikanlı, “tam anlamıyla” erkek olmalıdır ki (en azından kendi çevresinde) söz sahibi olsun. Tabi ki heteroseksüel bir erkek olması itibarını kazanması için çok önemli bir adımdır ama hayat kadınlarıyla adım atılan erkeklik dünyasında en ufak bir hata kabul kaldırmamaktadır zira herkesin bir üstü vardır. “Racon” böyledir… Bu anlayış kadınlara kullanılması gereken meta olarak bakar. Yalnızca annelik kavramı kutsaldır. Ona güvenilebilir. Burada aklıma daha önce yine İkincikat’ta izlediğim “Yok Oğlum Biz Evdeyiz” adlı oyundaki bir replik geldi: Eşcinselliği aktif ya da pasif olma durumuna göre ayıran bir erkeklik anlayışı vardı orada. Çok genel bir kanıyı ele aldığı için bu homofobik anlayışı “Barselo”’nun karakterlerinde de görmek mümkün. “Gerçek” bir erkek dilerse kadının da erkeğin de( cinsel anlamda) hakkından gelir. Yeter ki “eşcinsel” olmasın. İşte algılamada sıkıntı çektiğim sorun da burada doğuyor: Bu karakterler bana ve eşitlik yanlısı insan anlayışına çok uzak ama sorunlar çok yakın. 

Oyundan çıktığımızda Beyoğlu’nda etek giymiş İskoç erkekler gördük. Bense “Pepeler (oyunun önemli karakteri) hemen bunların hakkından gelir” dedim. Ne kadar acı bir durumla karşı karşıyayız değil mi? Hemen yanı başımızda bir sürü Pepe, bir sürü Jaws ve bir sürü Lapa var. Bir de kadınlar… Kimileri insan tacirlerinin eline düşmüş ve çaresi kalmamış kadınlar… Bu açıdan baktığımızda oyunda büyük bir gerçeklik olgusu var. Bu olgu, başarılı bir metin, sahneleme ve oyuncuklarla pekişmiş. Özellikle İsmail Karagöz, Musab Ekici ve Canan Atalay’ın oyunculukları çok başarılıydı.

Oyunda, beni düşündüren ikinci nokta ise oyunun daha önce izlediğim “Yok Oğlum Biz Evdeyiz” ve “Aut”’a benzemesi. İkincisi yine bir Alper Kul-Eyüp Emre Uçaray işbirliğiydi. Az evvel metnin başarılı olduğunu söyledim, bu özellikle “Aut”’u görmemiş seyirciler için daha fazla geçerlidir. Metni tek başına ele alırsak hiçbir eksi tarafı yok, bana sadece aşırı derecede Aut’u anımsattı. “Bir yazar için benzer konulu oyunlar yazmak problem midir” diye düşündüm bir an, önemli konulardan bahsettiği sürece sorun olmaz ama tekrara da düşmemelidir diye düşünüyorum. Bu oyun bir tekrar değil, belki bir devam oyunu olabilir ama bundan sonrası ne olacak diye merak etmiyor değilim. Zira bir süre sonra her gün yollarda karşılaştığımız, bazen dik dik bakan, bazen bağıran bazen birilerini vuran ya da bıçaklayan “ağır abileri” sahnede görmek sıkıcı duruma da dönüşebilir.

Not: Oyun yeni olduğu için görsel bulunmuyor ancak burada paylaşmak için takipte olacağım.

11 Kasım 2012 Pazar

“YALNIZLAR KULÜBÜ”NDE KURSİYER OLMAK



         “YALNIZLAR KULÜBÜ”NDE KURSİYER OLMAK

                                “Ne kadar açıksın?”
                    
                          
Yazan & Yöneten: Sami Berat Marçalı
Dekor & Işık: Sami Berat Marçalı
Oynayanlar: Hasibe Eren (Demet), Heves Duygu Tüzün (Emel), Tevfik Şahin (Nazım), Bedir Bedir (Mehmet), Pınar Çağlar Gençtürk (Buse), Güçlü Yalçıner (Kerem)

“Dün akşam bir kursa katıldım hayat ritmimi bulmaya çalışmak için, zor olsa da derin derin nefes aldım, ne yaşadımsa unutmaya ve kendimden uzağa yollamaya çalıştım ama asıl amacım yalnızlığımı bir kenara koyup, yeni şeyler öğrenmekti.” Bu sözüm kurs-oyundan öğrendiklerim. Diğer kursiyerler ne öğrendi, nasıl algıladı bilemem ama “Yalnızlar Kulübü” beni hem keyiflendirdi hem de keyiflendirmekten de öte, 21.yüzyıl metropol insanı yalnızlıkları üzerine derin bir sorguya çektirdi.

Neden o kurstaydım? Kursları ilgi alanıma girdikleri sürece severdim, evet bu kurs, ilgi alanıma giriyordu, hem de hepimizin yakından tanıdığı bir konu olunca: Yalnızlık, daha doğrusu “metropol yalnızlığı.” Hep bir yerlere koşturduğumuz, geç kaldığımız, trafiğe yakalandığımız, birilerini ihmal ettiğimiz, birilerine fazla değer verdiğimiz hayatlar yaşıyoruz İstanbul’da. Bu durum diğer kentlerde böyle midir bilmiyorum, elbette her kentin yalnızlığı başkadır, ama zannediyorum “İstanbul’da yalnız olmak”  fazlasıyla zor ve karmaşık bir durum. Peki, kurslar bu yalnızlığı aşmaya yardımcı olabilecek mi? Bu elbette kişiden kişiye göre değişir, sizin ne almak istediğinizle ilgilidir ama son derece gerçekçi bir karakter olan Demet Sağlam’ın kursunun ne kadar başarılı olduğu sorusunu oyunu izlemenizi tavsiye ettiğim için burada yanıtlamıyorum.

Beni oyunda en çok düşündüren soru “ne kadar açığız” sorusu oldu. Değil karşımızdakilere, kendimize karşı ne kadar açığız?  Açık mıyız, değil miyiz? Farkında mıyız? Bundan ne anlıyoruz? Açık olursak, bizim zararımıza mı olur kârımıza mı? Bir insana dair ne düşünüyorsak, bunu ona karşı açık açık söylemeli miyiz? Ya da kendimizi açık açık belli etmeli miyiz? Bu bir artı mıdır eksi mi? “Yapa yapa” açılır mıyız yoksa? Bu kapalılık mıdır yalnızlığa iten bizleri? Peki, yalnızlık bir seçim midir, yoksa kader mi? Bunu biz mi belirleriz toplum mu? Ya da karşılıklı mı? Elbette, bu soruların Türkiye’de, özellikle de İstanbul’da, çok çeşitli yanıtları var. Benim için “açık olmak”, önce kendimle barışık olmak anlamına geliyor ve buradan hareketle de çevremle barışabiliyorum. Tabi ki fazla açık olup da ritm kaçırmanın da manası yok. Yalnızlık ve beraberlik, bir terazide zor dengelenen ağırlıklar çünkü…

Oyunda sevdiğim bir diğer özellik ise, yerli öğelere yer verilmesi. Örneğin, Taksim’den bahsedilmesi, Barbaros Bulvarındaki trafikten bahsedilmesi. Bunların İstanbul yalnızlığının birer parçası olduğunu düşünüyorum, özellikle de Taksim’in…

Gelelim oyunculuk ve karakterlere, Demet Sağlam, az önce de bahsettiğim gibi son derece gerçekçi bir karakter. Hatta son zamanlarda izlediğim yerli yazar oyunlarında karşıma çıkan en “kanlı canlı”  karakter diyebilirim. Çoğumuz onu çok iyi tanıyoruz esasında, mimikleri, jestleri, tepkileri hepimizin bugüne kadar muhakkak en az birkaç kere karşılaştığı bir insanınkilerle aynı. Hasibe Eren, rolünü başarıyla yansıtmış, Demet Sağlam’ın kendinden emin görünen ama aslında ikilemli, düşünceli ve yalnız halini başarıyla vermiş. Kendisini daha önce Şehir Tiyatroları’nda Arzunun Onda Dokuzu ve Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’da izlemiştim ve kendisine dair olumlu bir gözlemim de her oyunda değişik bir biçimde karşıma çıkması. Tabi ki burada fiziksel bir değişim değil söz ettiğim, oyunculuk adına her karakteri başarıyla yansıttığını düşünüyorum. Demet Sağlam’ın son derece gerçekçi bir karakter olduğunu söyledim ama diğer karakterlerin de bizlere uzak olduğunu düşünmeyin, inanın hepsi Türkiyeli, İstanbullu karakterler.  Disosya’da izlediğim ve yine bu oyunda Disosyadakine göre çok başka karakterleri başarıyla oynayan Pınar Çağlar Gençtürk (bence iki oyundaki performansını da görmeniz lazım, Disosya’nın yorumunu yazmıştım ancak iki oyundaki mimik ve tavırları birbirinden o kadar farklı ki... Bunun da bir oyuncu için en önemli özellik olduğunu düşünüyorum. Farklı farklı karakterleri kendini hiç tekrar etmeden verebilmek… Özellikle kurstan çıktıktan sonraki tiradı bence bu oyundaki en etkileyici sahnesiydi. Komik olduğu kadar acıklı bir sahneydi oynadığı ve dengeyi çok iyi tutturmuştu, oyundan aklımda kalan önemli sahnelerden biridir) ve Güçlü Yalçıner (öncelikle ses tonunun çok etkileyici olduğunu söylemeliyim. Ayrıca oyundaki karakterinin kıskançlığını, sinirli hallerini başarıyla yansıttığını düşünüyorum. Türk toplumunda sıklıkla karşılaşabileceğimiz bir karakter Kerem), geçen sezon izlediğim en etkileyici oyunlardan biri olan Limonata’da izlediğim ve o oyundaki performansından etkilendiğim Tevfik Şahin, bu oyunda Türk toplumunda sıklıkla karşılaşabileceğimiz bir karakteri, Nazım’ı, canlandırıyor. Nazım, kendini “çok açmayan” , seyircinin kafasında soru işaretleri uyandıran bir karakter. ( Bu noktada bir konuyu belirtmeliyim, oyunun yazarı Sami Berat Marçalı, kursiyerlerin geçmişlerini derinlemesine vermiyor-ki oyunu alışılmadık yapan bir özellik bu-, elbette onların hayatlarının bir bölümüne tanıklık ediyoruz, havada kalan bir kısım olmuyor, sadece onların hikâyelerini biz düşünüyoruz, bize düşünme payı bırakması da oyunun önemli bulduğum bir diğer noktası. Oyunun en karanlık, kendini belli etmeyen karakteri de Nazım) Bunun bir oyuncu için zorlu bir özellik olduğunu tahmin ediyorum ama Şahin, bazen çekingenliğiyle, bazen kızgınlığıyla bizlere Nazım’ı yaşatıyor. Yine Limonata’daki kısa ama akılda kalıcı rolüyle hatırladığım Heves Duygu Tüzün ise, bu oyunda Emel karakteriyle karşımızda. Kerem nasıl aşk ilişkisinin maskülen tarafını simgeliyorsa, Emel de feminen tarafını simgeliyor. Emel’in dişi ve kimi zaman da hoppa olabilen tavırlarını Tüzün başarıyla canlandırıyor. Oyunun en naif karakteri ise Bedir Bedir’in canlandırdığı Mehmet. Üç sezon önce Devlet Tiyatrolarında “Kül Bellek” adlı oyunda izlemiştim kendisini, önemli bir oyundu ve oyunda sesini ve diyaframını kullanmasıyla aklımda kalmıştı, bu oyunda da yeri gelince fısıltıyla, yeri gelince ise yüksek perdeden ve sesini hiç düşürmeden Mehmet’i canlandırıyordu.

“Yalnızlar Kulübü” kursunda gülebilirsiniz, ben de güldüm diğer kursiyerlerle beraber ama oyundan çıktığımdan beri hala İstanbul insanı ve yalnızlığı üzerine düşünüyorum ve bu kurs-oyunun kişisel gelişimime, farkındalığıma katkısı olduğunu da belirtmeliyim. İyi ki yazılmış bir oyun “Yalnızlar Kulübü”.  (Aynı önemi Limonata için de söyleyebilirim) Modern Türk Tiyatrosu açısından da büyük önem taşıdığını düşünüyorum.

Yazımı sonlandırırken, İkincikat ile ilgili benim için çok önemli olan bir düşüncemi paylaşmak istiyorum: Pek çok mekânda tiyatro izlemiş bir seyirci olarak, İkincikat’ın seyircisine değer veren bir tiyatro olduğunu söylemeliyim. Oyun çıkışında ekiple sohbet etmek, onlarla oyunu ve tiyatroyu konuşmak benim büyük zevklerimden biri ve üstelik bunun için kulis kapılarında görevlilerle içeri girmek için tartışmanıza bile gerek kalmıyor. Bu insancıl yaklaşım için İkincikat’a bir teşekkür daha!

                                          
                                        

15 Eylül 2012 Cumartesi

AUT


                                 AUT

    “Kötülükten gördüğüm iyiliği başka hiçbir şeyden görmedim…”

Yazan: Alper Kul- Özgür Ozgülgün
Yöneten: Eyüp Emre Uçaray
Yardımcı Yönetmen: Heves Duygu Tüzün
Oynayanlar:      Ferit Kaya (Sarı)
                         Erkan Kolçak Köstendil (Zehir)
                        Taner Ölmez (Boza)
                         İhsan Ceylan (Fidel)
                        Sinan Arslan (Öcü)
                        Ömer Güneş (Çocuk)
                       Volkan Çolpan (Oswald)
                       Doğan Kecin (Reis)
                       İncinur Daşdemir (Manita)          

                                                                

İnsan, hayatında kendini geliştirmek istiyorsa ilgisini hemen her konuda duyarlı bir düzeyde tutmalı diye düşünürüm… “Aut” benim bu amaçla bilet aldığım bir oyundu. Çünkü futbolla özel bir alakam olmamasına rağmen, bu yola baş koyan “koyu fanatikleri” daha yakından tanımanın bakış açımı zenginleştireceğini düşünüyordum. Bahsettiğim ““koyu fanatikleri” daha yakından tanımak için maça gidilemez mi?”, ya da “maç muhabbeti yapılan ortamlar yeterli değil midir?” diye de sorulabilir bu noktada, ne var ki oyunculuklar ve oyunun kesinlikle sığ bir anlatıma sahip olmaması, oyunu etkileyici kılıyor.

Oyunu izledikten sonra, benim düşündüğüm nokta ise futboldan çok futbolu bir nevi bir din gibi görüp, ona imanla bağlananlar, futbol için gerekirse canını vermekten kaçınmayan, onun için kapı tutan, adam paketleyen, kavga eden insanların psikolojileri… “Aut”’u izlerken hem gülüyor hem düşünüyorsunuz… Benim düşündüğüm nokta ise işte bu psikolojik noktaydı… Tabi bu yazıda, fanatikliğin derinlemesine sosyolojik boyutlarından bahsetmeyeceğim ama bahsettiğim bu insanlar kazanılması ve topluma kazandırılması gereken insanlar, hayatları yukarılardan gelecek bir iş telefonunun ucunda olan bir insan kendi hayatına ne kadar değer verebilir ki?

Herkesin ilgi alanı farklıdır, benim ilgi alanımın futbol olmaması, futbol seven insanları küçük göreceğim anlamına kesinlikle gelmez fakat hayatları bir şekilde kaybedilmiş ve hayatın kenarında yaşayan bu insanların bir şekilde topluma zararlı konumdan faydalı konuma geçirilmeleri gerekir… Kaynağı barış ve adalet olan bir sporu kim niye istemesin ki?

Bahsettiğim “kazanılması gereken insanlar” sözünü biraz daha açayım. Bir grup taraftar, hayatlarında en çok sevdikleri bir  “manita”, bir de takımları… Onlar için hiçbir şey bu iki öğenin yerini alamaz, zaten alması için onlara bir şans verilmiş midir? Bu insanların eğitimleri nasıldır, var mıdır?  Niçin takımlarını her şeyin üstünde tutarlar? Kendilerini bu şekilde mi ifade ederler? Dostlukları nasıldır? Birbirlerine güvenirler mi yoksa birbirlerini satmak için fırsat mı kollarlar? Onları koruyan var mıdır? Harcanırlar mı, faydalanırlar mı? İşte, tüm bu soruların yanıtlarını asla yüzeysele inmeden, gayet başarılı oyunculuklarla bize gösteren bir oyun “Aut”. Özellikle Erkan Kolçak Köstendil’in oyunda gitgide sertleşen “Zehir” karakterini başarıyla yansıttığını düşünüyorum. Ayrıca Ferit Kaya, bugüne kadar, psikolojisini çok merak ettiğim ve çözmeye çalıştığım bir karakteri etkileyici bir şekilde oynuyordu.

Futbol hayatına ve fanatikliğe dair cevaplanması gereken onlarca soru var, fakat ben oyundan da hareketle beni en çok etkileyeni sizlere sorayım, bu insanlara “gerçek iyiliği” kim gösterecek ki kötülükten medet ummasınlar?

Bir hatırlatma: “Aut” bu gece son kez oynanacak ve yerleri tükenmiş, ama yazımda bahsettiğim soru ve sorunlar hala geçerli, oyunla beraber bitmeyecek. Toplumumuzun içinden çıkan bu karakterleri pek çok yerde görebilirsiniz…  


                                               
                                 

              

5 Eylül 2012 Çarşamba

KORKU TÜNELİ İLE TİYATRO SEZONUNU AÇMAK



        KORKU TÜNELİ İLE TİYATRO SEZONUNU AÇMAK

“Yaşam ne biliyor musun? Kanalizasyonda camdan bir kayık içinde yüzmek… Bokları sevmeyi öğrenmek zorundasın, yoksa yolculuk pek de zevkli olmuyor…”



YAZAN: PHİLİP RİDLEY
YÖNETEN: SAMİ BERAT MARÇALI
ÇEVİREN: ÖZLEM KARADAĞ
OYUNCULAR: MURAT MAHMUTYAZICIOĞLU
                          BANU ÇİÇEK BARUTÇUGİL
                          USHAN ÇAKIR
                          EYÜP EMRE UÇARAY
PROJE EKİBİ: EYÜP EMRE UÇARAY
                        HEVES DUYGU TÜZÜN
                        SAMİ BERAT MARÇALI
DRAMATURJİ: ÖZLEM KARADAĞ
MÜZİK-EFEKT TASARIM: ERSEN KUTLUK
IŞIK TASARIM: EYÜP EMRE UÇARAY
                           USHAN ÇAKIR
KOSTÜM TASARIM: HELUKA TOLAN
                                     MELTEM TOLAN
DEKOR TASARIM: MELTEM TOLAN
AFİŞ TASARIM: CEMRE YEŞİL

Yazıma başlarken yaklaşık üç aylık sabırlı bir bekleyiş sürecinin sonunda bir oyun izleyebilmenin, daha doğrusu 2012-2013 sezonunun ilk oyununu izleyebilmenin mutluluğunu sizlerle paylaşmak istiyorum… Misyonu geniş ve çok çeşitli olan sanatın tanımını elbette burada uzun uzadıya yazmayacağım fakat ne var ki beni eğitmesi, düşündürmesi, kendimle yüzleştirmesi açısından sanatın her dalı benim için çok önemli… Bir toplumda sağlıklı bireylerin oluşabilmesi ve o toplumun kendini hem medeni hem kültürel anlamda uluslararası düzeyde taşıyabilmesi için gerekli olanın da bu olanı düşünüyorum: Kendimizi tanımak ve yüzleşmek… Bu yüzden, sanatın hangi dalı olursa olsun, seçtiğim kitaplarda, filmlerde, tiyatro oyunlarında düşünmeyi ve o hikâyeyi kendi içimde yaşamayı çok severim, bunun geliştirici olduğuna inanırım, acı çekmek, kendimi acımasızca irdelemek pahasına hem de… Yoksa sadece “hoş vakit” geçirmiş olursunuz…   

İkincikat’la tanışmam geçen seneye rastlar, özellikle Limonata adlı oyunlarını çok beğenmiştim, hem konusu hem de oyunculuklarıyla… Yaptıkları anket sonucunda gösterimleri bitmiş oyunlarından tekrar sahnelenmesi en çok istenen “Korku Tüneli” adlı oyun olmuş. “Korku Tüneli” size az önce açıkladığım sanat görüşüme tamamen uyan ve düşündüren bir oyun. Tabi ki arada gülüyorsunuz ama biraz derine indiğiniz zaman kendi korkularınızı düşündürmeye çağırıyor metin sizi, izlediğiniz karakterlerden öte…

Salona girerken diğer İkincikat oyunlarında kullanılmayan, başka bir kapıdan, Haley(Banu Çiçek Barutçugil) ve Presley’in (           Murat Mahmutyazıcıoğlu) evlerinin kapısından giriyorsunuz salona ve bu alışık olmadığınız durum, sizi korku tüneline hazırlıyor… Korku demişken, doğaüstü, fantastik durumlar değil sözünü ettiğim, aksine insanın bizzat içinde olup asla yüzleşemediği, belki de -oyunda da belirtildiği gibi insanın korkuya olan ihtiyacından- yüzleşmek istemediği korku durumlarından bahsediyorum.

“İnsan korkuya neden ihtiyaç duyar?” ,“Bu durum normal midir? “,“Normal nedir?”  gibi soruların yanıtlarını düşünürken üstünüze bir kapı kapanıyor, bir de kilitlenip, zincirleniyor, korunacağız, tıpkı ikiz kardeşler Haley ve Presley gibi… Çikolata ile neşelenip, uyku hapları ve ilaçlarla sakinleşeceğiz, yoksa her an korkularımıza yenik düşebiliriz, bu bizim için çok kötü olur. Yine de bilinçaltımız hiçbir zaman anneciğimiz ve babacığımızın bizi nitelendirdiği gibi “uslu bir çocuk” değildir, onlar bizi her zaman dış dünyadan korumuş ve kollamış, bize dış dünyanın “kötü” bir yer olduğu duygusunu aşılamışlardır. Bilinçaltımız ise korkularla yüzleşmek ister, evlerimize tanımadığımız insanları almak pahasına bile olsa… Bir yanımız “hayır” dese bile, “hayır” aslında evet değil midir? Düşüneceğiz…  Haley’in rüyası bizi Hristiyanlık üzerine düşündürürken, Presley’in eve aldığı eğlence dünyasının yakışıklı ve çekici ismi Cosmo (Ushan Çakır) bizi 21.yüzyılın eğlence kavramı üzerine düşündürür. Yine eğlence dünyasının sorgulanmasından devam edersek, yüzü en kötü kâbuslardan bile daha kötü hale gelmiş ve bir maskenin altında yaşayan “korkunç”  Pitchfork (Eyüp Emre Uçaray) ise “aslında korkularımızı yanlış şeylere yönlendirdiğimizi” gösterdi bana. Zira, tanışmaları sırasında Presley, tokalaşmak için Pitchfork’un elini tutmak dahi istemez, oysa ki Pitchfork’un elleri çok yumuşaktır… Buna karşın, tekinsiz Cosmo’ya güvenir ve onu kızkardeşiyle evde baş başa bırakır. Burada korkuyu net bir şekilde tanımlamamız gerektiğini görüyoruz, bize “alışılmadık” gelen şeyler her zaman korkunç olmayabilir veya güvendiğimiz kimseler her zaman bu güvene sadık olmayabilirler…
Ben oyuna dair bunları düşündüm ve düşünmeye de halen devam ediyorum… 

Oyunculuklardan bahsetmem gerekirse, Banu Çiçek Barutçugil dışındaki tüm oyuncuları ilk defa sahnede seyrediyordum. Ushan Çakır’ı ise severek izlediğim “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi” filminde seyretmiştim…  Murat Mahmutyazıcıoğlu, bence bir oyunculuk dersi veriyor, oyunun başkarakteri olarak, temposunu düşürmeden ve abartmadan ve diğer karakterlerle paslaşarak… Özellikle Presley ve Cosmo’nun diyaloglarında Ushan Çakır ile çok iyi bir uyum yakaladıklarını düşünüyorum… Banu Çiçek Barutçugil’i daha önce Limonata’da izlemiştim ve bu defa onun daha farklı bir karakteri yine başarıyla oynadığını gördüm. Eyüp Emre Uçaray da kısa ama başarılı performansıyla dikkat çekiciydi…

Çikolata yemek güzeldir, ya da gerekirse uyku hapı alınabilir, fakat önce korkularımızla yüzleşmeliyiz, sebebini tanımalıyız, yoksa çikolatanın tadı ağzımızdan gidince ya da uykudan uyanınca yine benzeri şeyleri yaşarız… Yeni oyun sezonunda ve özellikle hayatınızda bol bol düşünmeniz dileğiyle!

                                                      

17 Mart 2012 Cumartesi

REFLÜSÜ OLANLAR DİKKAT! /BİR “LİMONATA” YAZISI

                           REFLÜSÜ OLANLAR DİKKAT! /BİR “LİMONATA” YAZISI
              
                                                        Bazen düşmek gerekir…”


“Cam Yapraklar” adlı oyunu yorumladığım bir önceki yazımda İkincikat’ın yenilikçi bakış açısının tiyatromuza çok önemli bir soluk getirdiğini söylemiştim, dün gece “Limonata”’yı seyrettikten sonra bu görüşümün doğruluğunu bir kere daha anladım çünkü Limonata şimdiye kadar seyrettiğim oyunlar içerisinde en güzellerinden biri olmakla kalmadı, aynı zamanda çok önemli bir sorunumuzu: eşcinselliği derinlemesine sorun edinip sahneleyebilen cesur oyunlarımızdan biri olması açısından önemli bir yere sahip oldu.
Oyun, bir televizyon karesinde başlar: Genç sunucu (Heves Duygu Tüzün) ve yazar Müge (Banu Çiçek Barutçugil), Müge’nin ilk kitabı ve bu kitabın başarısını konuşurlar, fakat sunucu sorduğu soruların cevabını almadan başka sorularla  Müge’yi sıkıştırır, toplumca hiç de uzak olmadığımız magazin basınının adeta sanatçılardan hınç alma sorununun bir örneğidir karşımızdaki. Nitekim Müge sözünün sürekli kesilmesine en sonunda kızarak cevap verir. Ekran burada donar ve biz bu defa Müge’yi annesiyle beraber televizyonda kendini izlerken görürüz, Müge durumdan hoşnut değildir, fakat Anne (Deniz Türkali)  memnundur, oyunun bütününe baktığımızda aslında bu ailedeki anne-çocuk ilişkisine dair ufak da olsa bilgi sahibi oluruz.
Sonraki sahnelerde ailenin erkek çocuklarıyla tanışırız: Yurtdışından yeni dönen Melih (Sezgi Mengi) ve askerde ayaklarını kaybeden ve eşcinsel bir ilişki yaşayan Ege (Tevfik Şahin) ile sevgilisi Koray( Barış Gönenen)… Fakat ailede yolunda gitmeyen “bir şeyler“ vardır, annenin aklı gidip gelmekte, Müge, Melih’in dönmesine sevinmemektedir… Tüm bunların sebeplerini oyunun ilerlemesiyle anlarız: Anneyi, kocası terk edip gitmiştir, Melih kimseye veda etmeden Fransa’ya kaçmıştır. Anne eşcinsel oğlunu tanımamakta, abla bu ilişkiyi görmezden gelmekte ama bir yandan kardeşinin hayatını sürdürmesine yardım etmektedir… Melih’in yurtdışından dönüp abisinin yürüyemediğini ve eşcinsel ilişkisini öğrenmesiyle durum daha da karışır. Tıpkı Müge’nin “anne bunlar ne, neye bakıyorsun” deyip fotoğrafları odanın içine saçması gibi, aile dağılmıştır, herkes bir yerlerdedir… Anne sevgi doludur ama hastadır… Melih, “abi sen şey mi oldun?” diyerek homofob bakış açısını yansıtır, Ege, sevgilisi Koray’ın “vicdani retçi” olmasını istemekte ve askerlikten hiç konuşmamaktadır,  Müge ise hem herkesi bir araya getirmek istemekte hem de tüm bunlardan yorulmuş durumdadır…
Birden çok mu karmaşık gözüktü?  Oysa tamamen bizlerin hayatını yansıtıyor. Kahramanlarla özdeşleşmemiz için illa onların hayatlarını ya da sorunlarını yaşamak zorunda değiliz, hepimizin ailesinde böyle sorunlar yaşanmıyor mu? Ailesinde hiç sorun olmayan şanslı azınlıktan olmadığımıza göre…
Oyunda kardeşlerin hepsi kendileriyle, birbirleriyle ve hayatlarıyla hesaplaşırlar, bu hiç de kolay olmayacaktır, bazen bağıra çağıra, bazen sessizliğin gücüyle bazen de salya sümük ağlayarak… Bu konuda oyuncuları ayrıca tebrik etmeliyim, çünkü durumun perişanlığı ancak bu kadar gerçekçi bir üslupla verilebilirdi.
Bu hesaplaşmalar sırasında, Ege’nin bir repliği ise durumu çok iyi özetlemekte: “Bazen düşmek gerekir…”  Durumu düşünebilmek, sorunu çözebilmek için, peki Melih ve Müge, Ege’nin kendini tekerlekli sandalyeden bıraktığı gibi düşebildiler mi? Müge bunu yazılarıyla yapıyordur aslında, kitabı babası ve Melih’e adadığı için… Peki Melih? Oyun sonuna doğru onun da kendiyle ve kardeşleriyle hesaplaşabildiğini görürüz fakat o yine de gitmeyi tercih eder... Ege ise sevgilisinden ayrılmak zorunda kalacaktır, zira Koray askere gidecektir ve Ege kadar güçlü olmadığını söyler, onun da herkes gibi kendiyle ve toplumla hesaplaşması gerekmektedir…
“Limonata” Sıfırnoktaiki Topluluğu tarafından sahnelenen Sami Berat Marçalı’ya ait ve Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun yönetmenliği ve Iraz Yöntem’in yardımcı yönetmenliğini yaptığı bir oyun. Bu başarılı metin, başarılı bir sahneleme ve her biri birer ders niteliğinde olabilecek oyunculuklarıyla düşündürüyor, etkiliyor ve sorgulatıyor…
Tabi ki, Limonata reflüsü olanlarda, hazımsızlık çekenlerde çeşitli olumsuz etkilere sebep olabilir! Aç karnına içilemeyebilir... Ama benim – ve öyle zannediyorum ki tüm ekibin- dileği homofobinin yok edilmesidir… Bu açıdan dilerim Limonata olumlu etkilere vesile olur. Dünya ve başta toplum önce saygı, sonra da sevgiyle düzelir, daha iyi bir yere gelir… Bunun için de birbirimizi dinlemek gerekir… Oyun sonunda bunu kardeşler öğrenmiştir,birbirlerine sevgiyle sarılırlar ama tekrar karşımıza çıkan sunucunun Müge’yi yine sorularıyla sıkıştırdığını görürüz, sunucu saygıyı, karşısındakini dinlemeyi öğrenememiştir, peki ya biz?