SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.

26 Mart 2014 Çarşamba

Mart 2014 tarihli Özen Yula Söyleşisi: “SANAT DEDİĞİN MUCİZE, İNSANIN DÜNYA YARASINA MERHEM ZATEN”


Söyleşi yapmak fikri uzun zamandır düşündüğüm “Bloğumda nasıl bir yenilik oluşturabilirim, nasıl bir zenginlik sağlarım” sorularımın bir uzantısıdır. Her ne kadar takip ettiğim dergilerde ya da dijital ortamlarda söyleşiler olsa da, bu söyleşiler ya temaları gereği ya da yer sıkıntısı nedeniyle kısıtlı bilgi verdiğinden beni tam olarak tatmin etmiyordu. Merak ettiğim soruları sorabilmek ve bu bilgileri -hiçbir yer kısıntısı da yaşamadan- ilgilisiyle paylaşmak benim için önemli ve güzel bir deneyim. “Onur Karamercan’ın Tiyatro Sahnesi”nin ilk konuğu olduğu için, çok severek ve önemseyerek takip ettiğim bir yazar ve yönetmen olan Özen Yula’ya kendim ve tiyatroseverler adına çok teşekkür ederim.

 Mart 2014 tarihli Özen Yula Söyleşisi:

“SANAT DEDİĞİN MUCİZE, İNSANIN DÜNYA YARASINA MERHEM ZATEN”

- Doğumunuz Eskişehir’de, oradan Gaziantep’e, Urfa’ya, Mersin’e ve Amerika’ya gitmişsiniz. Tiyatroya ilginizin başlama noktasını ve bu ilgiyi arttıran etkenleri merak ediyorum.

Çocukken evde iyi bir kütüphane vardı. Ailem edebiyatı severdi ve okurlardı. Anneannem öğretmendi. Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk dönem öğretmenlerindendi. Osmanlı’nın son döneminde yetişmiş İstanbul’da. Dârülmuallimât’tan mezun olduktan sonra gelip Osmanlıca eğitim vermeye başlamış, fakat daha sonra Cumhuriyet’e geçildiğinde Latin alfabesiyle Türkçe eğitim vermeye başlamışlar. Dönemi için ileride bir kadındı. Fransızca bilirdi, farklı hayat koşullarını görmüş, yaşamıştı. Kurtuluş Savaşı’na katılmıştı. Dedesi mutasarrıflıktayken Suriye’ye götürmüşler, daha sonra dönmüş. Ninem öncelikle bir yığın kitap okumuş ve annemin adını bir romandan koymuş, “Nedret”… Güzide Sabri’nin romanından. Dolayısıyla ailede bir edebiyat sevgisi vardı. Ben de zaten okumaya meraklıydım ve seviyordum, bana iyi geliyordu. Babam da çok gençken bir roman yazmıştı, 1955 senesinde Adapazarı’nda basılmış bir romanı var: “Suların Arzusu Var” diye.  Daha geçende 1956’da hocasına imzaladığı bir nüshayı bulup kendisine hediye ettim. Farklı farklı şehirlerde gezip yaşadık ama daha çok Gaziantep’te kaldık. Gaziantep Anadolu Lisesi’ni bitirirken son sene bir burs kazanıp Amerika’ya gittim.

Çok küçüklüğümden beri beni tiyatroya götürürlerdi, oyunlar seyrederdim ve bu oyunlardan aklımda kalanlar hoşuma giderdi. Orada ayrı bir dünya olduğunu görmüştüm. İlk hatırladığım Gülhane Parkı’nda çok küçükken izlediğim İsmail Dümbüllü’nün son gösterilerinden biriydi. Onun belli bölümlerini çok net hatırlıyorum. Sonra farklı farklı tiyatrolar geldi. Ulvi Uraz Tiyatrosu’ndan oyun seyretmiştim, çocukken. Aynı zamanda ninemin öğrencisi olan Erdinç Dinçer’den pantomim gösterileri seyretmiştim. Turneye geldiklerinde Erdinç Bey Gaziantep’te bizim evimize de gelirdi. Genco Erkal’ın Abdülcanbaz’ını, Lale Oraloğlu Tiyatrosu’nu, farklı farklı tiyatroları turneye geldikçe izlemeye giderdim annem babamla. O arada da ilkokulda beni bir oyunda oynatmışlardı. Lisede edebiyat hocası Elvan Atay, Gaziantep kurtuluşuyla ilgili bir oyun koyuyordu. O dönemde o oyunlarda oynarken tiyatro sevgisi bir şekilde doğmuş, işlemiş. Önce edebiyat sevgisi olarak çıktı, yazmaya başladım. Daha sonra bu, tiyatro sevgisine evrildi bende.

- Daha sonra lise için Amerika’ya gitmişsiniz.

Lise için gittiğimde, önce New York’a indik, daha sonra Oregon’a uçtum ben. Orada West Albany High School’da okudum. Hem Türk kanunlarına hem de Amerikan kanunlarına göre bir yığın ders aldım. Çok yoğun çalışmak durumunda kaldım ve bitirdikten sonra Türkiye’ye döndüm. O arada üniversite sınavlarını kaçırmıştım, bir yıl Gaziantep’te beklerken sanat ve edebiyatla daha çok haşır neşir oldum. O bir sene, boş senemdi, dershaneye gidiyordum. Daha sonra Hacettepe İktisat’ı kazandım ve konservatuvar sınavına girip girmemek için karar vermeye çalıştım, o dönem hâlâ Mamak’taydı eski konservatuvar binası, sonra Hacettepe’ye, Beşevler’e gittiler. Babamla Mamak’taki okula gitmiştik. O dönem, Turgut Özal’ın ANAP’ı kurduğu, iktisatın, işletmenin revaçta olduğu yıllardı. Onun üzerine ben, bizimkilerin de isteğiyle iktisatı seçtim ve orada okumaya ve aynı dönemde de Hacettepe Üniversitesi Tiyatro Birimi’nden dersler almaya, oyunlarda oynamaya başladım. Dışarda da bir topluluk kurduk. “Dördüncü Boyut Tiyatro Topluluğu” diye. Orada da kendi yazdığımız kısa oyunları birleştiren bir çerçeve yazıp onu oynadık.

Türkiye yasaları, dört yıllık üniversite eğitimi aldığınız zaman ikinci bir dört yıllık eğitimi kabul etmiyordu. Arada askerliğinizi yapmış olmanız gerekiyordu. İktisat bölümünü bitirdikten sonra yüksek lisans yapmak için Tiyatro Bölümü’yle görüşmeye gittim. Sevda Şener hangi kitapları okuduğumu sordu ve konuşmamız neticesinde beni sınava kabul edeceklerini söyledi. Sınavı kazandım ve o bölümde yüksek lisans yapmaya başladım. Metin And, Ayşegül Yüksel, Sevda Şener, Sevinç Sokullu, Nurhan Karadağ gibi hocalarım vardı. Onlardan ders almak keyifliydi. İnsan haliyle bir yığın şey öğreniyor. “Tiyatro Tarihi” içinde yeri olan çok önemli ve değerli hocalar. Fakat ben o arada gene Amerika’ya gitmeye karar verdim. Yüksek lisans tezimin konusunu da “Postmodernizm” olarak belirlemiştim. Oradaki tiyatro ortamlarını görmeye karar verdim, bu da iyi oldu. Living Theatre’a gittim. Hanna Razumova’nın yönettiği bir oyunu seyrettim. O zamanki International Theatre Institute’un (ITI) başkanı vasıtasıyla çeşitli oyunları izleme fırsatım oldu. New York Üniversitesi Experimental Theatre Wings’e gittim. Postmodernizmle ilgili kaynakları topladım. Aynı zamanda bir stüdyoda Lee Strasberg’in öğrencisi Mimi Gina’nın verdiği metot oyunculuğu derslerine katıldım. Bunlar oyuncuları daha iyi anlamak için yaptığım şeylerdi. Tiyatroyu oyuncu tarafından da görmek gerekiyor çünkü. İlla oyuncu olacaksınız diye bir şey yok ama en azından mutfağından yetişip görmek iyi olur. Bunların hepsinin yararını gördüm daha sonra. Brooklyn College’da Profesör John Prosser’ın tiyatro derslerine misafir öğrenci olarak girdim ve Brooklyn College’a girmeye niyetlendim. Profesör de kabul edeceğini ve onay vereceğini söyledi; ama o dönemde Körfez Krizi patladı ve Kuveyt’e girildi, olay giderek büyümeye başladı. İnsanlar savaşı canlı yayın halinde televizyonda seyretmeye başladılar. Geri döndüm ve Ankara’da “Postmodernizm” konulu tezimi tamamlayıp doktoraya girdim. Dersleri verdim ve yeterliliğimi aldım, tez aşamasında tezin iki bölümünü yazıp Sevda Hanım’a verdikten sonra İstanbul’dan, Yapı Kredi Yayınları’ndan bir iş teklifi geldi bana. “kitap-lık” Dergisiyle uğraşmam için. Onu kabul edip İstanbul’a geldim. Cuma günü teklif geldi, ben pazartesi İstanbul’a taşındım.

- Bu tiyatro ortamlarının size nasıl bir katkısı oldu?

Öğrenmeye açtım. Hâlâ da öyleyim. Öğrenmeyi gerçekten seven bir insanım. Türkiye’deki ortamda da öğreneceğim çok şey vardı. Onları öğrenmeye çalıştım. Farklı tiyatroları gördüm, farklı tiyatro insanlarıyla konuştum. Tabiî bunlar yıllar sonra daha net oturuyor insanın kafasında. Çünkü o zamanlar kimde ne kadar malzeme olduğunu bilemiyorsunuz aslında. İnsanlar kendilerini çok iyi prezante edebildiklerinden, satabildiklerinden daha o kadar ayırt edemiyorsunuz kimin daha sahte, kimin gerçekten daha bilgili, birikimli olduğunu. Zaman içinde onları anladım sanırım.


Bir şeyi öğrenmek, yeni bir bilgi edinmek, gerçekten beni çok motive eden bir durum. Zaten bilgi, yenilemeniz gereken bir şey. Hayat içinde kendinizi yenilemek, yazmak, oynamak, yönetmek için bilginizi de yenilemek durumundasınız, o da bana iyi geliyor. Halen buna devam edebildiğim için şanslı hissediyorum kendimi. 




Eserlerinizde üslup açısından kesinlikle tekdüzeliğe düşmüyorsunuz. “Jelmaya”daki dil kullanımı, “Şems!.. Unutma!..”daki şiirsel dil, “Gizli Aşk Bu”nun flashbacklerle yazılması, “İstanbul Beyaz- Rakı Rengârenk”… Bu, benim bir yazarı okurken önemsediğim bir nokta. Yaratıcılığınızda beslendiğiniz ve kendinizi geliştirdiğiniz kaynaklar nelerdir?

Mümkün olduğu kadar farklı kaynaklardan yararlanmaya çalıştım. Öğrenmeyi seviyorsanız, ilgi alanlarının bir sınırı olmuyor. Fizikle ilgili bir şeyi de öğrenebiliyorsunuz müzikle ilgili bir şeyi de. Farklı farklı alanlar oluyor ve bu yeni bilgiler insanın önünde yeni kapılar açıyor. Dolayısıyla bunları değerlendirerek yazdığınızda farklı dil kullanımlarına, farklı üsluplara yabancı kalmıyorsunuz. Bu konuda yetkinleşebiliyorsunuz. Benim için bu önemli bir şey. Hep şu örneği verdim:  Bir insan ömrü boyunca aynı hikâyeleri yazarak Türkiye’de çok saygın bir yer edinebilir çünkü Türkiye’deki genel anlayış budur. Eleştirmen dediğimiz kesimin anlayışı da budur. Yani birisi sürekli aynı hikâyeyi yaza yaza, aynı derdi ölçe biçe bu onun genel üslubuna dönüşür ve saygıyla karşılanır. Eleştirmen sayılanlar ise sadece o yazarın her seferinde kendini nasıl yetkinleştirdiğini söylerler; ama siz okur olarak elinizi vicdanınıza koyup da o kişinin yazdığı şeyleri okuduğunuzda, sıkıntıdan geberirsiniz bir süre sonra. Çünkü beş kitapta aynı şey anlatılıyorsa bunun benim için bir değeri yoktur ama Türkiye’deki eleştirmenler ve okur kesiminin büyük çoğunluğu için bunun bir değeri vardır. Bir şey alıntıysa ve kaynak belirtilmeden kullanılıyorsa bunun da benim için bir değeri yoktur. Dolayısıyla ben farklı farklı üslupları kullanmayı, uygulamayı şiar edindim.  Her insanın kendi dili, kendi karakterine göre yetişme yapısı, bir kültür birikimi, benimsediği bir sokak dili var. Bunu bir şekilde –bire bir kullanmak değil ama- sanatın kalıpları içinde hemhal ederek, o sözleri birbirine karıştırarak, söz hünerlerinden yararlanarak belli bir üslup yaratmak söz konusu olabilir. Bunun üzerinde çalıştım yıllarca ve bu oturdu bir şekilde. Dolayısıyla bunun önemli olduğunu düşünüyorum ve yaptığım işi ben de sıkılmadan, tat alarak, zevk alarak yapmak istiyorum. Yazarken de bu böyle, oyun yönetirken de… Eğer sürekli aynı üslupta yöneteceksem bence bu, yaratıcılıkla ilgili bir sorunum olduğunu gösterir. Dolayısıyla farklı üslupları bir arada deneyebileceğim, kurabileceğim yapıtlar vermek ve oyunlar yapmak beni daha mutlu ve huzurlu ediyor. En azından yaşadığımı anlıyorum ve yaşadığımın tadını çıkarıyorum. Ama öbür türlü yapanları da anlıyorum. Herkesin aynı olmasını beklemek zaten mümkün değil. O da bir kazanımdır, ama bende öyle değil.

- İyi ki de değil. Sizinle söyleşmek isterken en çok merak ettiğim noktalardan birini sormak istiyorum. Oyunlarınız, İngilizce, Almanca, Fransızca, Bulgarca, Macarca, Boşnakça, Rusça, İtalyanca, Fince, Japonca, Arapça, Lehçe’ye çevrildi ve bu ülkelerin hepsinde oynandı. Oyunlarınıza yaklaşımları, sahneleme anlayışları ve geri dönüşleri nasıldı?

“Ay Tedirginliği”  İsviçre’de bir tiyatroda gayet stilize, sahnenin ortasına kocaman bir ay figürü konarak yapıldı ve o, başka bir şeye gönderme yaptı.

“Sahibinden Kiralık” New York’ta, La Guardia Performing Arts Center’da bir Türk yönetmen, Handan Özbilgin tarafından çok daha farklı bir şekilde sahnelendi. Ama bir Amerikan yönetmeni, Jake Witlen onu yine La Guardia’da başka bir festival kapsamında yaptığı zaman da bambaşka bir sonuç çıkmıştı ortaya. Fransa'da Chartreuse'de ve Paris'teki okumaları birbirinden çok farklı oldu. Mauro Avogadro tarafından yönetilen İtalya’daki prodüksiyon bir parkta, oldukça sert sahneler içererek sahnelendi ve oradaki Katolik seyircilerin bazıları parkı terk ettiler. Ama Floransa'da başka bir topluluğun yaptığı mizansende seyircilerin hepsi salonda ilgiyle izlediler. Onların yazdıklarıma yaklaşımlarını merak ediyorum. Beni nasıl anladığını, yazdığımı nasıl bir dünyayla algıladığını takip ediyorum. Oryantalizm de çok geçerli olabiliyor, ama neyse ki benim yazdıklarıma uygulayacakları oryantalist yaklaşımlar o kadar geçerli değil. Çünkü sokak dilini ve sokak halini anlattığım, sahneye genelde onu getirmeye çalıştığım için, bu, dünyanın hiçbir yerinde hiçbir insana yabancı değil. Onlar da genelde kendi ülkelerindeki sokak diline göre bir şey kuruyorlar ve yapıyorlar. Benim için o yönü enteresan oluyor. Mesela Belarus’ta nasıl görüyorlar, İsveç’te Belarus’taki o durumu nasıl görüyorlar. Türkiye’deki sokak çocukları arasında geçen bir cinayet ve tecavüz hikâyesini Belarus’ta kukla tiyatrosu olarak nasıl oynadıklarını ve bunu İsveç seyircisinin nasıl değerlendirdiğini görmek benim de ufkumu açıp bir yığın şey öğretiyor. Dolayısıyla onların nasıl baktığı kadar ben de onlardan ne aldığıma bakıyorum açıkçası.  Onlar da genelde çok oryantalizme gitmeden daha net görüp değerlendiriyorlar. Orada çıkan eleştiriler de bunu gösteriyor zaten.

Belarus Free Theatre topluluğunun sahnelemesini enteresan karşıladım. On iki-on üç yazardan kısa kısa oyunları bir araya getirip Eurepica Airlines diye üç saatten fazla süren bir oyun yaptılar. Üç tinercinin hikâyesinin geçtiği  “Derin Bir Ülkede”nin bir bölümünü çevirdiler ve onu kukla tiyatrosu olarak oynadılar. Kadının bir ayağı bir çocuk, diğer ayağı bir çocuk oldu, eli de bir çocuk oldu ve ayağa tecavüz ederek gösterdiler oradaki vahşi durumu. Mesela bu gerçekten enteresan bir yaklaşımdı benim için.

Bir de Almanya’da Schaubühne’de bir oyun istemişlerdi benden (İstanbul-Sofya). Altı yazarı bir araya getiren bir tren oyunu yaptılar “Orient Express” diye. Biljana Srbljanović vardı.  Beş kompartımanlı bir tren yapmışlardı. Her kompartımana seyirciler alınıyordu, bir de koridorda bir oyun oynanıyordu. Her oyun on dakika içinde bitiyordu ve bunlar rutin olarak dönüyorlardı. Birinci kompartımandaki seyirciler, ikinci kompartımana geçiyor, ikinci kompartımandaki üçüncüye geçiyor ve o oyunları seyrediyordu. Hepsi bittiğinde çevrede olanları algılıyordunuz. Mesela rayların yanından koşarak geçen iki kişinin aslında dördüncü kompartımandaki oyunda olduğunu anlıyordunuz. Video artistlerle çalışmışlardı ve her kompartımanın içinde bir sanat yapıtı duruyordu. Bu, estetik anlayış olarak çok güzel bir yapıydı. Mesela onda da seyirci çok güzel şeyler söyledi. Thomas Ostermeier’in genel sanat yönetmenliğinde yapılan bir çalışmaydı zaten. Ama mesela aynı yerde benim “Sahibinden Kiralık”ın mizansenli okuma tiyatrosu yapıldı, onu yanlış bir yönetmene vermişler. O, oyundaki siyah saçlı ve siyah saçıyla ilgili espri konusu olan kızı, sarışın, çok sağlıklı bir Alman oyuncusuna oynatmıştı. Dolayısıyla o esprilerin hepsi kaybolmuştu. İzleyenler sevdi genelde ama ben seyrettiğimden memnun kalmadım.  Ama “Orient Express”teki o kısa oyunun uygulamasını gerçekten beğendim, güzeldi. İki oyuncu, biri Bulgar, bir Türk, trende birbirlerini anlamadan konuşarak Sofya’ya doğru yola devam ediyorlardı. Oradaki çalışmayı sevmiştim ben.




- Oyunlarınız hem Şehir ve Devlet Tiyatrolarında hem de özel tiyatrolarda oynandı. Karşılaştırdığınızda nasıl bir sonuç çıkıyor?

Ödenekli tiyatrolarda yapıldığı zaman, dekor, kostümler ve oyunculuklar açısından çok daha yetkin ve bazen de şatafatlı şeyler ortaya çıkabiliyor. Bunlarla hepsi ayrı ayrı ödüller kazanıyorlar. Oyuncu ödülleri de aldılar, reji ödülleri de, dekor- kostüm de aldılar. Bir yığın ödüller kazanıldı, ben de yazar ödüllerini aldım. Ama dışarda, genç gruplarda yapıldığı zaman bu benim açımdan heyecan verici oluyor. Çünkü başka ve taze bakış açılarının çıkmasını sağlamak da önemli. Ben zaten bağımsız tiyatrodan geldim. Varlığımı ödenekli tiyatrolara borçlu değilim. “5. Sokak Tiyatrosu”nda Derya Alabora ve Murat Karasu’nun oynadığı, Mustafa Avkıran’ın yönettiği, Naz Erayda’nın çevre düzenini yaptığı “Ay Tedirginliği” adlı oyunla çıktım. “Afife En İyi Yazar” ödülünü aldım, ilk defa bununla Bonn Bienali’ne seçildim. Viyana’daki bir festivale gittim ve ondan sonra Avrupa yolum da açıldı. Dolayısıyla özel tiyatroların, daha iyi niyetli, daha alçakgönüllü prodüksiyonların değeri daha yüksek. Ödenekli tiyatrolarda olması da iyi. Ama onların yapay politik yaklaşımları bazen insanı ikrah ettirebiliyor durumdan.

- “Dünyanın Ortasında Bir Yer” özelde ya da “Yala Ama Yutma” ödenekli bir tiyatroda oynansaydı nasıl olurdu?

“Yala Ama Yutma” ödenekli bir tiyatroda oynansaydı muhtemelen birçok özelliğini yitirmiş olarak, dili daha ehlileştirilmeye çalışılarak yapılacaktı. Onun için ödeneklide oynanmadı. Bağımsız bir grup tarafından (Biriken) oynanması iyidir. Farklı bir reji anlayışıyla ve video art kullanımıyla dikkati çeken bir çalışmaydı. Bu özellikler o oyunu New York’taki “Under The Radar Festivali”ne taşıdı. Oraya giden ve NY Times'da eleştirisi çıkan ilk Türk Tiyatrosu örneğiydi bu oyun.  Diğer türlü büyük bir prodüksiyonu daha küçük bir yerde yapmak alçakgönüllü olabilir. Ama öbürü kadar yetkin sonuçlar doğurmaz ve öbürü kadar daha çok seyirciye ulaşmaz. Mesela “Aşk Evlerden Uzak” Ankara’da Şinasi Sahnesi’nde oynanmıştı Devlet Tiyatrosu’nda ve kaç bin seyirci izledi o oyunu. Halbuki özel bir tiyatroda oynasa elbette o sayıda bir seyirciye ulaşılamayacak. Yönettiğim oyunlarda da söz konusu bu. Ödenekli tiyatroda bir oyun yönettiğiniz zaman bu çok daha geniş bir seyirci kitlesine ulaşıyor ve beğendikleri takdirde beş yıl devam edebiliyor. Ancak bağımsız bir tiyatroda bunun olması çok düşük bir ihtimal. Dolayısıyla böyle karşıtlıklar çıkabiliyor. Benim gönlüm özel ve yeni gruplardan ve bağımsız tiyatrodan yana. Çünkü artık benim ödeneklilerde bilmem ne oynanacak diye kanıtlayacağım bir şey kalmadı. Zaten yurtdışında bir şekilde biliniyor, basılıyor, ediliyor. Yani öyle bir derdim yok.

-Oyunlarınızda her zaman yeni sahneleme yöntemlerine imkân sağlıyorsunuz. “80060” sokak tiyatrosu olarak düşünülmüş, “Pusulasız” Salt Galata Binası’nda gezerek oynanmış, dört yazardan biri olduğunuz “Gezerken” parklarda oynandı, “ İstanbul-Sofya” trende geçiyor… Farklı sahneleme teknikleri ve farklı mekânların seyirciye yeni deneyimler yaşatmanın yanında nasıl bir etkisi oluyor?

Yazar olarak, benden önceki dönemde Memet Baydur’un, Murathan Mungan’ın yazdıklarına bakarsan, onlar da belli kalıpların dışına çıkmaya çalıştılar ve belli şeyler yaptılar. Her zaman belli kalıpların dışına çıkmaya çalışan yazarlar vardır ve tiyatro onların sayesinde olduğu noktadan başka bir noktaya doğru gider. Türk Tiyatrosu’nda sokağın dilini anlatan ilk oyunu ben yazdım: “Sahibinden Kiralık”. Türk Tiyatrosu’nda bu alanda ilktir. Ondan önce o tarz bir sokak dilini, sokak şiddetini, jigoloların arasındaki hayat tarzını anlatan bir şey yazılmamıştı. Başka türlü, farklı farklı yetkin eserler yazılmıştır elbette. Ama bir şekilde sokağın dilinin de sahneye gelmesini istedim. Sadece burjuva tiyatrosunun aile ilişkileri, kuşaklar arası çatışmalar gibi şeylerden uzak bir yapı kurulmasını istedim, buna çalıştım. Farklı üslupların sahne üstünde değerlendirilmesi taraftarıydım ve o zamana kadar sıkışmışlığını hissettiğim bir tiyatronun kalıpları dışına çıkmayı aradım. “5. Sokak Tiyatrosu”nda da bunu yaptık. Mustafa Avkıran’ın yaptığı da buydu. Naz Erayda’yla beraber yaptıkları da buydu o zamanlar. Farklı tiyatrolarda olan da buydu. Kamusal alanda, farklı alanlarda tiyatro yapılması gibi şeylere de, farklı sahneleme biçimlerine de açık olunması gerektiğini düşündüğüm için bu tarz yapılarda oyunlar yaptım. Sinema tekniğini çok kullandığım oyunlar oldu.

- “Gezerken”, Gezi Direnişi sırasında ve sonrasında pek çok parkta oynandı, seyirci algısı açısından nasıl geri dönüşler oldu?

Seyirci algısı açısından çok heyecanlı, duygusal ve güzel bir yapının içindeydi. Biz dört yazar bir araya gelerek oyunlar yazdık. İnternetten gelen bir teklif üzerine o gün düşündük, konuşurken “niye yapmıyoruz” dedik. “Tamam, ben yaparım, ben yaparım!” deyip bir araya geldik ve benden daha genç kuşaktan üç yazarla beraber yaptık bu işi. Hepimiz kendi yaşadığımız deneyimden ya da eski deneyimle bugünü birleştirerek bir şeyler çıkarmaya çalıştık. Bu, sahne üzerine geldiğinde yazarlar açısından da çok heyecan verici bir şey oldu. Çünkü her birimiz kendi oyunumuzu yönettik, iyi oyuncularla çalıştık, oyuncular da hakkını vererek oynadılar. O duygusal atmosfer içinde binlerce kişi tarafından, daha sonra da farklı parklarda yüzlerce kişi tarafından izlendi, hep olumlu geri dönüşler aldık. Kendi oyunumla ilgili beklediğim tepkiyi bazı yerlerde aldım, bazı yerlerde daha az miktarda aldım. Ama mesela her seferinde muhakkak eski dönemleri de yaşayan, eski dönemlerde Taksim’de yaşanan 1 Mayıs olaylarında da bulunan kişiler ağlayarak olaya dahil oldular. Onları hıçkırıklarından tanıyordunuz yani. Onlar o günleri de bugünü de yaşamışlardı ve biliyorlardı.  Dolayısıyla benim oyunumun (Boşluğu Doldurmak) kahramanı, aslında ölmüş olan adamın ruhu onlara, kendi arkadaşlarına, kendi günlerini yaşattı. Sonuçta bu beni de çok etkileyen bir şeye dönüştü. Çoğu zaman o kalabalık arasında sizi anlayan insanlar için ve onların hatıralarına saygıyla yazarsınız. Benimki de öyle bir şeydi.

Biz ilk oyun olarak dört kişi bir araya geldik. Sonra bir dört kişi daha bir araya gelip yazsa ne iyi olur, ama Türkiye’deki bu tür oluşumlarda, insanlar sürekli başlarında birinin olmasını istiyorlar. Aslında kendi başımıza hareket etme yetisine sahip birer erişkin gibi davranıyoruz. Yazık ki bu konulara gelince bir ergenlik ortaya çıkıyor ve herkes bir şekilde içine kapanıyor. Karşısındakinden bir hareket bekliyor. Bu yanlış ama bu yaşta da bu insanlara bunu öğretecek kişi ben değilim zaten. Kendileri algılarlarsa yaparlar belki.

- Uluslararası prodüksiyonlar ve İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerin yanında özellikle Anadolu’dan eserlerinize geri dönüşleri merak ediyorum.

Çok güzel iletişim kuruluyor. Oradaki okuyan insanlar tiyatroya, sanata çok daha açlar. Çünkü buradaki gibi her gece, istedikleri zaman yüz küsur tiyatroya gidemiyorlar. Dolayısıyla, Anadolu’da çok daha farklı bir şekilde karşılanıp değerlendiriliyor. Oradaki okur-yazar kesim daha duyarlı. İstanbul’daki kadar hayatın hızıyla şaşırtılmamış, seçeneklerle şımartılmamış, kirletilmemiş insanlar. Dolayısıyla daha zaman ayırarak, daha yetkin, daha sakin okuyup değerlendirebiliyorlar. Onların bakış açılarından görmek de benim için hakikaten bir kazanç oluyor. Oradaki insanların tepkileri bana da bir şeyler öğretiyor. Anadolu’daki farklı kentlerde, kasabalarda olan ilgiyi, okumayı gerçekten önemsiyorum, tiyatroda da, edebiyatta da. Çünkü birileri okuduğunda “Ben anormal değilmişim! Benden önce benim gibi düşünen başkaları da varmış! Bak benden önce bu adam da böyle yaşanmış, düşünmüş!” diyebilsinler diye birtakım şeyleri paylaşıyorsunuz, bunun için yazıyorsunuz aslında. Çünkü bu kültürel mirastır. Sadece bir kişinin eseri değildir. Örneğin ben Refik Halit Karay, Reşat Nuri Güntekin ya da Safiye Erol okuduğumda “Bak, onlar da bunu hissedip yaşamışlar” diyorum. Bunu yıllar sonra söyleyebiliyorsam, elbet birileri de bizim yazdıklarımız için ileride “Bak bu adam 1990’larda, 2000’lerde bunları anlatmış. Biz 2050’de hâlâ bunu yaşıyoruz!” diyecektir diye düşünüyorum. Belki bu da o kişideki yazma akışını körükleyecektir. Bu, devamlılık içeren bir akış.

Bu yaşanmışlıkları paylaşmak ve alıcının, yalnız olmadığı duygusunu hissetmesi sanatın en önemli misyonlarından bir tanesi bence. Ben bunu facebook ve twitter’dan paylaşımlarınızda kendi adıma da hissediyorum ve pek çok kişinin de hissettiğini biliyorum.

Sanırım evet. İnsanlar yolda çevirip “Biz sizi seviyoruz. Face’te, Twitter’da sizi takip ediyoruz” dedikleri zaman ben de bunu hissediyorum.

- Kendinizi yakın hissettiğiniz, yaratıcılığınızı besleyen, özellikle yurtdışından, yönetmen ya da yazarlar var mıdır?

Sevdiğim yazarlar elbette var. Klasik tiyatro içinde de, in-your-face içinde de, daha sonrası akımlar ve new-writing içinde de sevdiğim yazarlar var. Amerika’dan da, Avrupa’dan da isimler var. Yönetmen olarak da keza. Benim imgelemimi canlandıran, bir şeyler uyandıran, iyi gelen Alvis Hermanis diye bir isim var, Árpád Schilling, Alman tiyatrosundan Peter Falk. Bir yığın isim sayabilirim aslında. David Greig diye bir yazar var, Sarah Ruhl var, iyi olduğunu düşündüğüm. Caryl Churhill zaten büyük ve önemli bir isim benim için. Erken bir kayıp olan Sarah Kane gene önemli bir isim. Adam Rapp ilginç bir Amerikan yazarı. Tracy Letts çok önemli bir tiyatro insanı. Bunlar sadece o imgelemi besleyen isimler, seyrederken “Evet, ben de bunu hissediyorum” diyorum. Bunu Türkiye’de, Avrupa ile Ortadoğu arasında bir ülkede hissediyorum. Bu adam Amerika’nın Doğu kıyısında bir eyalette hissediyor aynı şeyi. İnsan ruhu nerede olursa olsun insanlık paydasında birbirine yakın.

- Oyun izlemeye ödenekli tiyatrolarda başladım, daha sonra alternatif tiyatrolarda devam ettim ve bu iki alanda da çok severek takip ettiğim oyunlar oldu. İzlediğim oyunlarda her zaman yenilik aradım, beni şaşırtsın istedim. Burada, Türkiye imkânlarıyla bundan sonra in-your-face’ten sonra nasıl bir akım gelir? Gelir mi? Tiyatro üzerine çok düşünen biri olarak özellikle sormak istiyorum, tiyatroda dinamizm nasıl sağlanır?

Bence in-your-face zaten miadını doldurmuş bir yapı. Ondan sonra da çok iyi yazarlar çıktı. Mesela, David Greig’i hiçbir akımın içine koyamazsın, in-your-face değildir David Greig. Çok farklı ve özel bir yazardır. Beni şaşırtan yazarlar, oyunlar, tiyatral gösteriler, performanslar ve bunları yapan sanatçılar illa bir akım içinde olmak zorunda değiller. Şu anda çok renkli bir tiyatro ortamı var. Kimisi gerçekten geçmişin birikimlerinden yola çıkarak bir şeyler yapmaya çalışıyor.  Ama bence bazıları seyircinin hoşgörüsüne çok fazla sığınıyorlar. Çok kötü işler yapıyorlar ve bu çok kötü işleri bir nimetmiş gibi sunmaları bana doğru gelmiyor. Çünkü oraya para ödeyerek gidip de bir oyun izliyorsam, vaktimin çalınmasını, kötü oyunculuklarla, yanlış diksiyonlarla, ucuz zekâ gösterileriyle bana geri dönmesini istemiyorum. Çünkü bu, bana bir şey ifade etmiyor. Dolayısıyla bunu da onlarla mümkün olduğu kadar uygun dille paylaşmaya çalışıyorum. Çünkü gerçekten çok pişman oldum. Geçen sezon yaklaşık seksen oyun seyrettim, bunun altmışından pişman olmuşumdur ben. Yani ya sahne üzerindeki şeylerden sıkıntıdan ölmüşümdür, ya oyuncu adına utanmışımdır, ya rejisör olarak hiçbir reji göremeyip utanmışımdır. Ama o yirmi oyun arasında gerçekten iki- üç oyun çıkmıştır. O iki-üç oyun da, onu yapan insanlar da, oynayanlar da, üretenler de gerçekten iyi ki var! İş, bu anlayıştaki insanların sayısının çoğalmasında. Bunun için de kendimizi bilgiyle, birikimle desteklemek durumundayız. Yeni yetişen yazarların çoğu gerçekten okumadan yazıyor. Çünkü ancak okumazsanız bu kadar kötü yazabilirsiniz. Edebiyatçılar, gerçek yazarlar zaten bunun dışındalar. Onlar gerçekten geçmişin bilgisiyle, birikimiyle girip,  günümüz edebiyatını da takip edip öyle yazıyorlar. Yeni tiyatrocular da, bakıyorum, bazen gerçekten kötü oyunlar yapıyorlar. Çünkü ne birbirlerini takip ediyorlar, ne yabancı oyunları! Sadece kendileri varmış, kendilerinden öncesi yokmuş gibi davranıyorlar. Türk Tiyatrosu’ndaki bu canlanma, ne yazık ki kalite açısından bir canlanmayı getirmedi. Sadece sayısal olarak, okuldan çıkan çocukların, bir araya gelip, perde kurup oyun yapması kavramını getirdi ortaya. Yaratıcılık son derece sade, yalın şeylerle de olabilir. Ama bunu yapacak ya da buna yönlendirecek mentalite yoksa ortada, o zaman gerçekten vasat altı, kötü, seyirci hoşgörüsüne sığınan oyunlarla idare etmek durumunda kalırız.  Bunlar bir süre sonra geldikleri gibi yavaş yavaş çıkacaklar ya da eğer akıllılarsa kendilerini geliştirip, gerçekten yaratıcı oyunlarla ileride sahne üzerinde var olacaklar diye düşünüyorum. Küçük görmek değil, okuyup ya da seyredip, eksik buldukları oyunda neyin olmadığını, oturmadığını anlamaları da önemli.

-  Yeni projelerinizi merak ediyorum. Bu, banko sorulardan biridir.

Yeni oyunum “Bakarsın Bulutlar Gider”’i Bo Sahne’de yönettim. Selen Öztürk’le Kenan Ece iyi bir düet sunuyorlar seyirciye.

- İKSV Müzik Festivali’nde Fazıl Say ile bir projeniz olacak.

Fazıl Say’ın önayak olduğu bir proje. Demet Evgar, Songül Öden, Esra Bezen Bilgin’in oyuncu olarak görev aldıkları ve Birsen Tezer ile Serenad Bağcan’ın da şarkılarıyla katkıda bulundukları bir Sait Faik projesi : “Stelyanos Hrisopulos Gemisi”. Üç kişi bu hikâyeyi anlatacaklar. Öbür iki kişi de Fazıl Say’ın bestelediği sözlerini benim yazdığım şarkıları söyleyecekler: “Kedilerin Şarkısı”, “Adanın Şarkısı”, “Stelyanos’un Şarkısı” gibi… Haziranda Zorlu Center’da ve Burgazada’da olacak gösteriler. Ona da nisan, mayıs gibi başlayacağız.

- Bu son sorum çok kişisel olabilir ama esasında tüm insanlığa dair bir şey sormak istiyorum, sizin sözlerinizle: “Masalın sonunda başımıza düşen elmaları bile seçemezken, dialoglarımızı oynarken”, daha iyi bir dünya düşünmek ya da değişim ve gelişimi düşünmek mümkün mü? Ve “Yakındoğu’da İhanet”teki karakterinizin söylediği gibi “edebiyat, tiyatro, sinema, müzik, kısaca sanat bizi kandırmak için mi var?”

Bunlar bizi kandırmak için var. Ama kandırmak da şöyle bir şey, bize farklı bir masal okumak için var. Biz zaten nasıl bir dünyada yaşadığımızı biliyoruz. Dünya zalim ve zor bir yer, hayat da gerçekten acımasız. Çocukluktan itibaren bunu öğrenerek büyüyoruz biz. Örselenerek, dayak yiyerek, katı kurallar içinde yetişiyoruz. Bu sadece bizde değil, dünyanın her yanında böyle. Ama bu dünyaya ve bu hayata dayanabilmek için tüm bu sanatlar gerçekten çok işe yarar masallar sunuyorlar bize. Biz bu masalları kendi keyfimize göre dinlediğimiz, anladığımız ve bunlarla beraber yeni bir yola girmeye çalıştığımız zaman, hayat daha katlanılabilir, dünya da daha yaşanabilir bir yere dönüşüyor. İnsana iyi geliyor, insanın dünya yarasına merhem oluyor bütün bu sanatlar. Sanat dediğin mucize, insanın dünya yarasına merhem zaten. 




Fotoğraflar: Bülent Yazıcıoğlu

YASAL UYARI: 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince bu söyleşinin yeniden yayımlanması, alıntı yapılması ve herhangi bir ortamda basılması önceden izin gerektirir.