SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.

24 Mart 2012 Cumartesi

“ SEZUAN’IN İYİ İNSANI”’NIN ÇIĞLIKLARI


                          SEZUAN’IN İYİ İNSANI”’NIN ÇIĞLIKLARI
“Kardeşinizi boğazlıyorlar göz yumuyorsunuz! Basıyor çığlığı da siz susuyorsunuz. Aranızda dolaşıyor zorba, birini daha seçmek için. Susarsak dokunmaz bize diyorsunuz. Ne mene yerdir burası, ne biçim insanlarsınız siz. Haksızlık yapılan şehirde ayaklanmalı insanlar. Ayaklanma olmazsa batsın o şehir… Karanlık basmadan yansın kül olsun !”

    

Yazan: Bertolt Brecht
Çeviren: Adalet Cimcoz
Yöneten: Yücel Erten
Müzik: Paul Dessau
Müzik Direktörü: Çiğdem Erken
Dekor Tasarımı: Ethem Özbora
Kostüm Tasarımı: Nalan Alaylı
Işık Tasarımı: Yakup Çartık
Dramaturgi: Yücel Erten-Şafak Eruyar
Yönetmen Yardımcıları: Burak Şentürk-Aylin Gürsoy
Asistan: Ece Karaağaç
Oyuncular:
Shen Te (ve) Shui Ta: Zeynep Ekin Öner
Pilot Sun/ Yeğen: Reha Özcan
Sucu Wang/İşsiz: İlkay Akdağlı
Shin/Çocuk: Zeynep Erkekli
1.Tanrı/ Topal: Zühtü Erkan
2.Tanrı/ Büyükbaba: Uğur Hakan Güneri
3.Tanrı/ Berber Shu Fu: Ahenk Demir
Sun'un Annesi/ Yaşlı Orospu: Seval Gökçe
Mal Sahibi Mi Tzü: Hanife Şahin
Marangoz Lin To/ Papaz/ Bay Chu: Cengiz Baykal
Kadın: Mehlika Balkan
Adam/ Müşteri: Hakan Şahin
Gebe Gelin/ Genç Orospu/ Bayan Su: Aylin Gürsoy
Polis/ Garson/ Bay Fu: Yıldırım Gücük


“İnsan hem kendine hem de çevresindekilere aynı anda ne kadar iyi olabilir? İyilik nereye kadardır? Dünya iyi bir yer midir? Dünyada bir tane iyi insan dahi kalmamış mıdır? Kalanlar nerdedir? İyi olmak için kendimizden ödün mü vermek gerekir?” İşte bana bu soruları dün akşam seyrettiğim Bertolt Brecht imzalı “Sezuan’ın İyi İnsanı” oyunu sordurttu. Brecht’in “ kötü olan dünyada iyi bir insan olarak kalabilme” teması günümüze kesinlikle uyduğu  - ve maalesef daha uzun bir süre de uyacak gibi gözüktüğü için- oyun beni ayrıca etkiledi, kendi yaşamıma dair sorular sordurttu ve düşündürdü. Her ne kadar yazılarımı oyunun duygusal etkisinden çıktıktan sonra mantıksal bir çerçevede yazsam da bu yazımı yarı duygusal ve yarı mantıksal çerçevede yazmaya çalışacağım zira oyunun sordurduğu sorular tüm dünyanın ve toplumların sorunu olduğu için her zaman güncelliğini koruyacaktır. Oyun, bu bağlamda aslında her gün bir yerlerde yaşanan sorunları, kavgaları ele alması açısından, hepimizin hayatına değiyor.
Tanrılar Sezuan kentine bir ziyarette bulunurlar fakat genç fahişe Shen Te dışında kimse onları evinde ağırlamak istemez. Ertesi sabah, Tanrılar giderken Shen Te’ye iyi olmanın erdemlerini sayarlar ve ona teşekkür etmek için bir miktar para verirler. Shen Te bu parayla yaşantısını düzeltmek ister, fahişeliği bırakır ve bir tütün dükkânı açar. Ne var ki açması ile bir sürü “aç” insanın dükkânına doluşması bir olur. Shen Te, tüm bu insanlara iyilikle yaklaşır, olayların sonunun iyi bir yere varmayacağını tahmin etse bile, çünkü iyi ve erdemli olması öğütlenmiştir bir kere, o da bundan böyle kötülüğü yok etmek adına iyi olacaktır. Âşık olur, parasının bir kısmıyla âşık olduğu adama yardım eder, kendisini sokağa atan ev sahiplerine kapısını açar, açlara pirinç verir. Fakat bu duruma dur demek için de iyiliksever bir Shen Te’nin yanında “durumu dengeleyecek”, düzeni sağlayacak bir “amca oğlu”na ihtiyaç vardır. Bunun üzerine Shen Te erkek kılığına girerek düzeni sağlamaya çalışır. Pilot olma sevdalısı sevgilisi Sun’dan vazgeçer ve yine insanlara iyilik yapmak gerektiğini düşündüğü için onlara yardıma koşar. Ne var ki iyilik maraz doğuracak ve Shen Te sonunda Tanrılar’a hesap soracak ve imdat çığlığı atacaktır.
Sezuan’ın İyi İnsanı, beni, Yücel Erten’in rejisi, Adalet Cimboz’un çevirisi, Ethem Özbora’nın dekor tasarımı, Nalân Alaylı’nın giysi tasarımı ve Yakup Çartık’ın ışık tasarımı ile bir ders niteliğinde etkiledi. Çeviri bölümü öğrencisi olduğum için en hassas olduğum nokta çeviriler ve böyle başarılı ve abartısız çevirilerle karşılaştığım zaman çok mutlu oluyorum. Giysi, dekor ve ışık tasarımlarının ise oyuna çok uygun olduğunu ve oyunun anlatmak istediği soruna yardımcı olduğunu düşünüyorum. (Özellikle dekorun kullanımı) Oyunculuklara gelince, tüm oyuncukların başarısı yanında birkaç ismi ayrıca anmam gerekiyor: Oyunda iyiliği yansıtmak için elinden geleni yapan ve hem Shen Te hem de Shui Ta olarak çok başarılı olan, gerek sesini kullanışıyla, gerek duyguyu verebilmesiyle beni çok etkileyen Zeynep Ekin Öner… Bedensiz Kadın’da izleyip, etkilendiğim ama özellikle bu oyunda bambaşka bir karakteri (Sun) de böylesi büyük bir başarı ve sadelikle oynadığını görünce bir kere daha tebrik etmek istediğim Reha Özcan… Yine Bedensiz Kadın’da hayranlıkla izleyip, “acaba daha sonra hangi oyunlarda oynayacak” diye merak ettiğim ve bu oyunda(3.Tanrı ve Berber Shu Fu) izleyip, oyunculuğunu yine çok beğendiğim Ahenk Demir… Ve oyunun bence temel taşlarından birini(Sucu Wang) başarıyla oynayan İlkay Akdağlı. Oyunda Paul Desseau’nun yazdığı müziklerin de ayrıca çok etkileyici olduğunu söylemek isterim. Piano, klarnet ve trompetten oluşan orkestra ise sadeliğiyle etkiliyordu.
Belki Shen Te iyiliği de kötülüğü de en ince sınırlarıyla tanıdığı için bir denge sağlayamadı ya da belki iyiliğin en ince sınırını tanımadığımız için biz mi iyiliği tam anlamıyla bilemiyoruz, bilmiyorum ama ne var ki Brecht’in de dediği gibi “dünyayı öyle bir yere götürmeliyiz ki iyilik beklenmemeli”, savaşımız bu yönde olmalı. Yoksa kötülük her yerde ve çok kolay, biz insanlığın iyi zoru seven bireyleri olarak iyiliğin zorluğundan sabırla yine iyilik çıkartmalıyız…
                                       
                                           


                                           


                                                          

20 Mart 2012 Salı

DOPDOLU BİR OYUN: VENEDİK TACİRİ


                           DOPDOLU BİR OYUN: VENEDİK TACİRİ
                      
                               “Dert çağıran, bedelini öder…”

Yazan: W. Shakespeare

Çeviren-Yöneten: Nesrin Kazankaya

Dramaturgi: Şafak Eruyar

Dekor-Kostüm: A. Şirin Dağtekin

Karnaval Kostüm ve Maskları: Nilüfer Moayeri

Işık: Yüksel Aymaz

Müzik Yönetmeni: Ezgi Kasapoğlu

Dans Düzeni: Erdinç Anaz

Yön. Yrd.: Zeynep Özden

Video Tasarım: İlker Yiğen - Zeynep Özden


Oynayanlar:
Shylock:  Mehmet Ali Kaptanlar
Antonio:  Can Başak/Muhammet Uzuner
Portia:     Nesrin Kazankaya
Nerissa:   Başak Meşe
Bassanio: Kayhan Teker
Gratiano: Mehmet Aslan
Launcelot: Aytunç Şabanlı/Volkan Aktan
Jessica:   Zeynep Özden
Lorenzo:  Erdinç Anaz
Salarino: Okan Kayabaş

Shakespeare’in 1596/97’de yazdığı “Venedik Taciri”’nin üzerinden yüzyıllar, Tiyatro Pera’nın sergilediği “Venedik Taciri”’nin prömiyerinin üzerinden ise tam dört yıl geçmiş… Benim gibi gönlünü sanata adamış bir genç için ne kadar geç kalmış bir yorum… Ne var ki bu oyun sergilenmeye başladığında lisedeydim ve lisemizin bizlere verdiği yoğunluk gereği tüm lise hayatım boyunca izlediğim oyun sayısı beşi geçmemiştir. (Bu sayı şimdi neredeyse iki haftada beşi buluyor)                      Bu zannediyorum yalnız benim lisemin değil, aynı zamanda genel olarak eğitim sistemimizin bir olumsuzluğu çünkü düşündüğüm zaman sanatla bu kadar ilgili olmama rağmen derslerimden kendime kalan zamanımda ancak dinlenme payı buluyordum ve şimdi üniversiteyi bitirmek üzere olan bir genç olarak o yıllarda derslerimizde işlediklerimizin bir kısmı yerine bizlere haftada en az iki kere tiyatro izleme ve yorumlama şansı verilseydi, etrafımızdaki olay ve olgulara bakışımızın çok daha farklı olacağını düşünüyorum. Elbette ben ve sanatla ilgili arkadaşlarım üniversitede ve ya iş hayatında da kendilerini geliştirebilme, olan biteni kavrayabilme şansı yakaladık ama benim eğitim sistemimizdeki bu eksikle ilgili düşüncem tamamen bir temenni, gelecek kuşakların zihinlerinin açılması, düşünce sistemlerinin değişmesi, daha erken gözlem kazanmaları içindir…
Yine de çok şanslıyım ki Tiyatro Pera’da Brecht’in “Rahat Yaşamaya Övgü”’sünü ve Çekhov’un “Vanya Dayı”’sını izleme şansı buldum. Her ikisini de çok severek seyretmiştim…
Shekespeare’in oyununun yorumlanmasına gelince ise çok başarılı bir modernizasyon olduğunu söyleyebilirim. Özellikle Devlet Tiyatroları’ndaki “Antigone” yorumlamasından sonra (ki başarısız bir modernizasyon olduğunu düşünüyorum) bu başarılı adaptasyonu görmek bana “klasikler de modern bir şekilde yorumlanabiliyormuş” dedirtti. Başarılıdan kastım, usta bir yazarın, düşünürün çok önemli bir metnini bozmadan, sade bir çeviriyle ve başarılı oyunculuklarla ( özellikle Shylock rolündeki Mehmet Ali Kaptanlar’ın göz dolduran oyunculuğunu anmadan geçemem),şık kostümlerle, göz alıcı danslarla (burada da Erdinç Anaz’ın dans düzenine önemli katkıları olduğunu düşünüyorum) ve oyunla çok paralel giden müziklerle harmanlayıp sunulabilmesindendir ki bu noktada Nesrin Kazankaya’nın başarılı yönetmenliğini de tebrik etmek gerekiyor. Bu açıdan “Venedik Taciri” dopdolu bir oyun, belki bazı seyircilere ağır gelebilir ama gerçek sanatseverler tam bir şölenle karşı karşıyalar.
Oyun, Hristiyan ve Musevi ayrımına dayanmakta ve Shakespeare’in sonelerinde de değindiği gibi özünde insanı ele almakta. Bir grup Hristiyan, bir Musevi’yi dolandırırlar fakat Musevi hakkını savunur, ne var ki dönemin koşulları gereğince Musevi olması elindekilerden olmasına yol açacaktır.
Oyunda Musevi Shylock’un Hristiyanlar tarafından küçümsendiğini, alaya alındığını, kızının da Musevi olduğu için babasından utandığını görüyoruz. Oyunun ilerlemesiyle ise Hristiyanlar’ın Shylock’un mal varlığına el koymasına tanık oluruz. Burada dikkatli olmak gerekir, oyun kimilerine antisemitizm içeriyor gibi gelse de Shakespeare Shylock’a “Yahudi insan değil mi, eli tutmaz mı, gözü görmez mi?” dedirterek aslında herkese bakışının eşit olduğunu anlatmak ister. Nitekim finalde Shylock ‘un kendisine ihanet eden kızı dâhil, herkesi affetmesi zayıflığından değil, kendisinde insana özgü “merhamet etme” duygusuna sahip olduğu, yani “insan olduğu” içindir. Shakespeare bir kez daha insan olmayı hatırlatır bize ve insan olmanın erdemlerini. Kötülükler zaten vardır ama önemli olan iyilerin kötülükler karşısında nasıl tepki vermesi gerektiğidir.
Tiyatro Pera’nın beğendiğim bir özelliği daha, kimi oyunlarda eksik bilgilerle önümüze sunulan, kimi çok beğendiğim oyunlarda arayıp da bulamadığım oyun kitapçıklarını çok başarılı ve emek vererek bize sunması, bu açıdan oyunun kitapçığı pek çok açıdan önemli bir kaynak oluşturuyor. Aynı zamanda Tiyatro Pera’nın bugüne kadar oynadığı tüm oyunların kitapçıklarından oluşmuş bir de kitabı var: “Tiyatro Pera'nın On Yılı…” Tiyatroseverler kaçırmasın! Hem oyunu hem de kitabı.



17 Mart 2012 Cumartesi

REFLÜSÜ OLANLAR DİKKAT! /BİR “LİMONATA” YAZISI

                           REFLÜSÜ OLANLAR DİKKAT! /BİR “LİMONATA” YAZISI
              
                                                        Bazen düşmek gerekir…”


“Cam Yapraklar” adlı oyunu yorumladığım bir önceki yazımda İkincikat’ın yenilikçi bakış açısının tiyatromuza çok önemli bir soluk getirdiğini söylemiştim, dün gece “Limonata”’yı seyrettikten sonra bu görüşümün doğruluğunu bir kere daha anladım çünkü Limonata şimdiye kadar seyrettiğim oyunlar içerisinde en güzellerinden biri olmakla kalmadı, aynı zamanda çok önemli bir sorunumuzu: eşcinselliği derinlemesine sorun edinip sahneleyebilen cesur oyunlarımızdan biri olması açısından önemli bir yere sahip oldu.
Oyun, bir televizyon karesinde başlar: Genç sunucu (Heves Duygu Tüzün) ve yazar Müge (Banu Çiçek Barutçugil), Müge’nin ilk kitabı ve bu kitabın başarısını konuşurlar, fakat sunucu sorduğu soruların cevabını almadan başka sorularla  Müge’yi sıkıştırır, toplumca hiç de uzak olmadığımız magazin basınının adeta sanatçılardan hınç alma sorununun bir örneğidir karşımızdaki. Nitekim Müge sözünün sürekli kesilmesine en sonunda kızarak cevap verir. Ekran burada donar ve biz bu defa Müge’yi annesiyle beraber televizyonda kendini izlerken görürüz, Müge durumdan hoşnut değildir, fakat Anne (Deniz Türkali)  memnundur, oyunun bütününe baktığımızda aslında bu ailedeki anne-çocuk ilişkisine dair ufak da olsa bilgi sahibi oluruz.
Sonraki sahnelerde ailenin erkek çocuklarıyla tanışırız: Yurtdışından yeni dönen Melih (Sezgi Mengi) ve askerde ayaklarını kaybeden ve eşcinsel bir ilişki yaşayan Ege (Tevfik Şahin) ile sevgilisi Koray( Barış Gönenen)… Fakat ailede yolunda gitmeyen “bir şeyler“ vardır, annenin aklı gidip gelmekte, Müge, Melih’in dönmesine sevinmemektedir… Tüm bunların sebeplerini oyunun ilerlemesiyle anlarız: Anneyi, kocası terk edip gitmiştir, Melih kimseye veda etmeden Fransa’ya kaçmıştır. Anne eşcinsel oğlunu tanımamakta, abla bu ilişkiyi görmezden gelmekte ama bir yandan kardeşinin hayatını sürdürmesine yardım etmektedir… Melih’in yurtdışından dönüp abisinin yürüyemediğini ve eşcinsel ilişkisini öğrenmesiyle durum daha da karışır. Tıpkı Müge’nin “anne bunlar ne, neye bakıyorsun” deyip fotoğrafları odanın içine saçması gibi, aile dağılmıştır, herkes bir yerlerdedir… Anne sevgi doludur ama hastadır… Melih, “abi sen şey mi oldun?” diyerek homofob bakış açısını yansıtır, Ege, sevgilisi Koray’ın “vicdani retçi” olmasını istemekte ve askerlikten hiç konuşmamaktadır,  Müge ise hem herkesi bir araya getirmek istemekte hem de tüm bunlardan yorulmuş durumdadır…
Birden çok mu karmaşık gözüktü?  Oysa tamamen bizlerin hayatını yansıtıyor. Kahramanlarla özdeşleşmemiz için illa onların hayatlarını ya da sorunlarını yaşamak zorunda değiliz, hepimizin ailesinde böyle sorunlar yaşanmıyor mu? Ailesinde hiç sorun olmayan şanslı azınlıktan olmadığımıza göre…
Oyunda kardeşlerin hepsi kendileriyle, birbirleriyle ve hayatlarıyla hesaplaşırlar, bu hiç de kolay olmayacaktır, bazen bağıra çağıra, bazen sessizliğin gücüyle bazen de salya sümük ağlayarak… Bu konuda oyuncuları ayrıca tebrik etmeliyim, çünkü durumun perişanlığı ancak bu kadar gerçekçi bir üslupla verilebilirdi.
Bu hesaplaşmalar sırasında, Ege’nin bir repliği ise durumu çok iyi özetlemekte: “Bazen düşmek gerekir…”  Durumu düşünebilmek, sorunu çözebilmek için, peki Melih ve Müge, Ege’nin kendini tekerlekli sandalyeden bıraktığı gibi düşebildiler mi? Müge bunu yazılarıyla yapıyordur aslında, kitabı babası ve Melih’e adadığı için… Peki Melih? Oyun sonuna doğru onun da kendiyle ve kardeşleriyle hesaplaşabildiğini görürüz fakat o yine de gitmeyi tercih eder... Ege ise sevgilisinden ayrılmak zorunda kalacaktır, zira Koray askere gidecektir ve Ege kadar güçlü olmadığını söyler, onun da herkes gibi kendiyle ve toplumla hesaplaşması gerekmektedir…
“Limonata” Sıfırnoktaiki Topluluğu tarafından sahnelenen Sami Berat Marçalı’ya ait ve Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun yönetmenliği ve Iraz Yöntem’in yardımcı yönetmenliğini yaptığı bir oyun. Bu başarılı metin, başarılı bir sahneleme ve her biri birer ders niteliğinde olabilecek oyunculuklarıyla düşündürüyor, etkiliyor ve sorgulatıyor…
Tabi ki, Limonata reflüsü olanlarda, hazımsızlık çekenlerde çeşitli olumsuz etkilere sebep olabilir! Aç karnına içilemeyebilir... Ama benim – ve öyle zannediyorum ki tüm ekibin- dileği homofobinin yok edilmesidir… Bu açıdan dilerim Limonata olumlu etkilere vesile olur. Dünya ve başta toplum önce saygı, sonra da sevgiyle düzelir, daha iyi bir yere gelir… Bunun için de birbirimizi dinlemek gerekir… Oyun sonunda bunu kardeşler öğrenmiştir,birbirlerine sevgiyle sarılırlar ama tekrar karşımıza çıkan sunucunun Müge’yi yine sorularıyla sıkıştırdığını görürüz, sunucu saygıyı, karşısındakini dinlemeyi öğrenememiştir, peki ya biz?

                                                              


                                            
                                            

14 Mart 2012 Çarşamba

“CAM YAPRAKLAR”’IN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


                        “CAM YAPRAKLAR”’IN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
               
                      “İyi olman çok güzel, ama bunu herkese göstermene gerek yok…”


















“Cam Yapraklar” oyunu “Kürklü Merkür” ve “Kâinatın En Hızlı Saati”nden hatırlayabileceğimiz yazar Philip Ridley’in Yan Etki Tiyatro Topluluğu tarafından İkincikat’ta sahnelenen bir oyunu. Öncelikle söylemeliyim ki, Devlet ve Şehir Tiyatroları dışında İstanbul’da bir oyun görmek için gidebileceğimiz ve niteliksel bağlamda da beğeni toplayabilecek birçok tiyatro olması çok önemli bir nokta. Kumbaracı50, İkincikat, Dot “farklı ve yeni” tiyatro anlayışı dediğimiz zaman aklıma gelen ilk mekânlardan… Bu açıdan bahsedeceğim oyunun yorumlanabilmesi için tiyatroya değişik bir nokta veya noktalardan bakmak gerektiğini düşünüyorum ve de tiyatronun daha ileri noktalara gidebilmesi için de “klasik tiyatrocu geleneği”nden çıkılması gerektiğini savunuyorum. Ne mutlu ki, artık Devlet ve Şehir tiyatrolarında da bu klasik geleneğin bir parça olsun kırılabildiğini görüyoruz. Bu açıdan örnek vermek gerekirse Devlet tiyatrolarından “Yanık”, “Aşkın Sıradanlığı”, “Sidikli Kasabası Müzikali”, “Birdy”, “Profesyonel”, Şehir Tiyatrolarından ise “Kargaşa”, “Günlük Müstehcen Sırlar”, “Otobüs”, “Arzunun Onda Dokuzu” gibi oyunlar tiyatroya yeni ve taze bir soluk getiren oyunlardan… Amacım elbette böyle söyleyerek klasik gelenekli oyun ve oyuncuları suçlamak değil, örneğin Şehir tiyatrolarında “Şark Dişçisi” gibi klasik ama çok da etkileyici oyunlar da var, onları tenzih ediyorum, burada söylemek istediğim klasiğin yanında yeninin de yer alması gerektiği ve bunun için de çoğunlukla özel tiyatroların yaratıcı metinlerine ve yenilikçi sahneleme düzenlerine ihtiyaç duyulması gerektiği…
Oyuna dönecek olursak az evvel bahsettiğim “yenilikçi” özelliği Cam Yapraklar’ı sevmemin en önemli nedeni. Bana bugüne kadar göremediğim, düşünemediğim yeni şekiller ve yeni bir tiyatro dünyası sunması açısından çok önemli noktalara sahip bir oyundu. Oyunculuklar açısından da Stanislavski oyunculuğuna uygun, “ sade oyunculukla büyük söz söyleme” özelliği, oyunun çok önemli özelliklerinden birisi. Faik Ergin’in her an sahnede olması ve performansını hiç düşürmeden oyununu sürdürmesi, Ulaş Tuna Astepe’nin hastalıklı kardeşi başarıyla canlandırması, Melike Güner’in ilişkisindeki kararsız ve umutsuz karakteri sadelikle canlandırışı ve Şerif Sezer’in “kocamı, babamı gömdüm, bana bir şey olmaz” güçlülüğü ile oğullarıyla olan ilişkisini başarıyla yansıtmasıyla, oyunu “oynamadan oynamayı” bize göstermesi açısından oldukça etkileyici. Kuşkusuz bunda metnin başarılı çevirisinin de büyük payı var...

Savaştan bahseden bir metinle karşı karşıyayız. Savaş deyince aklınıza yalnızca büyük dünya savaşları gelmesin, kişisel savaşlar, çıkar kavgaları da bu savaşlara dâhil. Bu yüzden oyunda Auschwitz’den kıskançlığa kadar pek çok toplumsal ve kişisel savaş sebeplerini görebiliyoruz. Oyunun derinine inmek gerekirse, aile de en büyük savaş alanlarından biri. Merkezde yer alan bir ağabey, hastalıklı kardeşi Barry, ona bir bebek verecek olmakla mutlu olan ve sevgi bekleyen sevgilisi ve güçlü bir kadın portresi çizen annesi… Metin ilerledikçe ailede kaybedilen baba figürünün ve babanın öğretmen arkadaşının temsiliyle toplumun görüşünün önemsenmesini de görüyoruz.  Ego, kişinin en önemli düşmanlarından birisi olur eğitilmez ise ve bencil insanlar egolarına çok düşkündürler, çıkarcı insanlar da ve bir sorunla karşılaştıklarında en kolay bahaneyi sunarlar bize : “Virüs bulaşması.” Böyle söyleyerek kaçarlar, kendi kabukluklarında, oyunda Faik Ergin’in yaptığı gibi kendi bodrumlarına saklanırlar, arada sesler yükselir, sessizlik olur, tartışılır, başka yerlere gidilir, aileye yeni insanlar katılır ve hayat devam eder. “Cam Yapraklar” hepimizin hayatından sunulan küçük bir kesit aslında…
Son olarak söylemem gereken iki nokta ise: Sahne konumu gereği arkada oturan seyircilerin oyunun başında Ulaş Tuna Astepe’nin yerdeki sahnelerini görmekte zorlandığı… Oyunun süresinin ise tiyatro topluluğunun kararına kalmış bir durum olduğunu söyleyebilirim, neticede seyircinin de nicel ve nitel anlamda eğitilmesi gerektiğini düşünüyorum zira tiyatroların yenilikçiliğine biz seyircilerin de bir yerlerden uyum sağlamamız lazım.
            


                                                 

11 Mart 2012 Pazar

“BULUŞMA YERİ’NDE” DÜŞÜNÜRKEN


                    “BULUŞMA YERİ’NDE” DÜŞÜNÜRKEN
    “İNSANLIK TARİHİ, SAVAŞLARIN TARİHİDİR. ARADA BİR, YENİ SİLAHLARIN İCAT EDİLMESİ VE ESKİ SİLAHLARIN TEMZİLENMESİ İÇİN ARA VERİLİR…”

Yazan

: DUŞAN KOVAÇEVİÇ
Çeviren
: BİLGE EMİN
Yöneten
: M.NURULLAH TUNCER
Koreografi
: HANDAN ERGİYDİREN
Sahne Tasarımı
: M.NURULLAH TUNCER
Işık Tasarımı
: FATİH MEHMET HAROĞLU
Kostüm Tasarımı
: M.NURULLAH TUNCER -           TACİSER SEVİNÇ
Efekt
: ERSİN AŞAR
Yönetmen Yardımcısı
: HANİFE SER-ÖZGE KIRIŞ-DENİZ EVRENO


“Buluşma Yeri”, oyunlarını ilgiyle takip ettiğim Sırbistanlı yazar Duşan Kovaçeviç’in dilimize çevirilen üçüncü ve yönetmen Nurullah Tuncer’in Duşan Kovaçeviç oyunları üçlemesinin ikinci oyunu… Kovaçeviç’in dilimize çevrilen diğer oyunları ise yine Şehir Tiyatrolarında oynayan “İntihar’ın Genel Provası” ve Devlet Tiyatrolarında kapalı gişe oynayan “Profesyonel” oyunları…
Oyun öncelikle, bana bu sezon izlediğim “Günlük Müstehcen Sırlar” ve “Kargaşa” gibi oyunları anımsattı… Her ne kadar konuları farklı olsalar da, bu üç oyunun da esas sorunu “insan”dı, fakat bu kavram diğer iki oyunda daha çok toplumda erkeklerin sebebiyet verdiği sorunları ele alırken, bu oyunda bu, kadın-erkek ayrımı gözetmeksizin, tüm bir insanlık sorunsalını ele alıyor…

                                                         

Çok katmanlı bir metine sahip olan “Buluşma Yeri” oyunu 1981 yılında yazılmış olmasına rağmen, günümüzde maalesef halen geçerliliğini koruyan konuları ele alıyor: Açlık, savaş, kavgalar, hayat ve ölüm… Bir sorundan girerken kendinizi bambaşka bir sorunla karşı karşıya bulabiliyorsunuz, fakat bu, yönetmen Nurullah Tuncer’in başarısıyla “bir duygusal sömürü”den çok nesnel bir gerçeklikle verildiği için seyircide daha büyük bir etki ve cevaplanmaya dair sorular bırakıyor…
Oyun, hayat ve ölümü anlattığı için, oyuna adeta bir hayat coşkusu ve ölüm durgunluğu verilmiş… Oyuncuların, coşku ve müzikle seyircilerin arasından geçip oyuna başladığı “düğün” sahnesi sevinci, hemen ardından yaşanan ölümdeki üzüntü ise, hayatın belirsizliği ve acımasızlığına gönderme yapıyor… Oyunun sorunları elbette bu kadarla da bitmiyor, oyundaki “insanlık tarihi ölüler tarihi”dir sözü, insanın çağlardır yaşadığı toplumsal savaşları ve yine çok önemli bir toplumsal sorunu, açlığı ele alıyor. “Bugün dünyada her saniye açlıktan bir insan ölüyor, tıp hiçbir zaman tedavi edilemeyecek en tehlikeli ve modern dünyanın ölümcül hastalığının “açlık” olduğunu kabul etmeyecek, kabul etmez çünkü ilaç, o hastalık konusunda susmaları için para verenlerin elinde” sözüyle ise tarafını belli ediyor.
                                                
                                                         
Ölen profesör, ölülerin diyarına yani “buluşma yeri”ne gittiğinde orada yakınlarını görür, hepsiyle sohbet eder ve bir şansla dünyaya geri döner, tabi ölülerin yaşayan akrabalarına söylemek istediklerini de iletecektir, fakat aldığı tepkilerledir ki dünyadan hemen ve bu kez geri dönmemek üzere ayrılacaktır…
Oyun, bu kadar önemli bir sorunu seyirciyi sıkmadan, dinamik bir ritm tutturarak, dört bölümde anlatması açısından son derece başarılı. Oliver Josifovski’nin muhteşem müziklerini ise anmadan geçemeyeceğim. Ayrıca dekor ve kostüm tasarımının da etkileyici olduğunu söylemeliyim.
Oyunculuklara gelince, bence herkes oyunun ritmine uygun, dinamik bir oyunculuk sergiliyor, fakat Uğur Arda Aydın’ın sade ve etkileyici oyunculuğu, onu oyunda ayrı bir yere koyuyor.
Sonuç olarak, Buluşma Yeri, diğer Kovaçeviç oyunları gibi insanlık sorunlarıyla ilgili, mizahı da elden bırakmadan düşündüren ve insanı cevap aramaya yönelten bir oyun, darısı üçlemenin son oyunu “Dar Ayakkabıyla Yaşamak “’ın başına…

                                                                                                    

9 Mart 2012 Cuma

KADINLAR GÜNÜNE YARAŞAN BİR “KARGAŞA”


                KADINLAR GÜNÜNE YARAŞAN BİR “KARGAŞA”

“Mümkün mü bir insanın kim olduğunu bilmemesi?
Evet, mümkün!
Kim olduğumu bilmiyorum, kim olduğumu bilmediğimi biliyorlar.”

Yazan
: ABDUL MOUNEM AMAYRİ
Çeviren
: EZGİ SÜMER YOLCU
Yöneten
: ABDUL MOUNEM AMAYRİ
Dramaturgi
: DİLEK TEKİNTAŞ
Koreografi
: HANDAN ERGİYDİREN
Sahne Tasarımı
: ABDUL MOUNEM AMAYRİ
Işık Tasarımı
: ABDUL MOUNEM AMAYRİ - MURAT İŞÇİ
Kostüm Tasarımı
: DUYGU TÜRKEKUL
Efekt
: ERHAN AŞAR
Yönetmen Yardımcısı
: NİHAT ALPTEKİ, ASLI NARCI

OYUNCULAR

    Bu yılki 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kadınlıkla ilgili çok önemli bir oyun seyrederek geçirdim: “Kargaşa”… Dünya üzerindeki “kadınlık sorunları”, “kadın olmak”, “kadın-erkek ilişkisinde kadının konumu”, “toplumun kadın cinsiyetine bakışı”, “aile içinde kadın”, “birey olarak kadın” gibi konuları tartışan ve yorumlanmaya bırakan bir oyun Kargaşa…
    Abdül Mounem Amayri’ye ait bu metni, Amayri bizzat Türkiye’ye gelerek kendisi yönetmiş. Oyunun bu kadar etkileyici olmasında ve Türkiye kültürüne uygulanmasında, oyunun başarılı çevirisini de atlamamak gerek…
     Oyun, sadeliğin etkileyiciliğine dayalı olarak bir tel örgüden başka bir dekor ve birkaç sandalyeden başka aksesuar içermiyor… Karşımızdaki beş kadın, hepsi aynı kıyafete sahip, hepsi çıplak ayaklı, hepsi “siyah benli” ve hepsi aslında tek bir kişi, tek bir ses, tek bir hikâye: Kadın, kadının sesi ve kadınlığın hikâyesi… Kimisi sevdiği tarafından terk edilmiş, kimisi aile şiddeti görmekte, kimi töre ile karşı karşıya, kimisi gerçekleşmesi neredeyse imkânsızlaşmış hayallere sahip… Hepsinin acısı ortak, hepsinin gözlerinde aynı ifade…
“-İnsan birini ne kadar sevebilir?”
“- Daha da önemlisi sevgi var mı?”
“…”
   Oyunda kadınlar, çoğu kadına, toplumda iktidar tarafından biçilmiş rolleri oynuyorlar, “kadın düşünemez, hayalleri olamaz, yeri evidir, başkalarına bakabilmek için kendine dikkat etmelidir, herkese saygı göstermeli fakat haksızlık karşısında da sesini çıkartmamalıdır.”  Oyun ilerledikçe metnin çok katmanlılığı da ortaya çıkıyor, az evvel değindiğim gibi bu sorunlar tüm kadınların (ve tüm insanlığın) sorunu olduğu için beş ayrı hikâye zamanla birbirine geçmeye, diğer hikâyelere bulaşmaya ve ortak bir sona doğru ilerlemeye başlıyor…
   Amayri’nin Suriyeli bir yazar olduğunu düşünürsek, tamamen “gerçek” öykülerle karşı karşıyayız… Metinde en ufak abartma yok… Oyun, monolog ağırlıklı olmasına rağmen akıcı bir şekilde ilerliyor. Oyunda, Zeynep Özyağcılar bale ve modern dans yaparken aslında dansa ama özellikle hayata karşı hayallerini kaybetmiş tüm kadınların isyanıyla dans ediyordu adeta… Bu açıdan Özyağcılar ve sonra yerinde ve kararında oyunculuklarıyla tüm oyuncular çok başarılı bir oyun sergilemekteydiler, en önemlisi bir ekip olduklarının farkında olmaları ve “sahnede zamanlama” sorununu çok iyi çözmeleriydi. Oyunda ayrıca ışık düzeni de çok etkileyici şekilde kullanılmaktaydı… Can Atilla imzalı müzikler ise oyunu otantikleştirirken koreografi ile çok başarılı bir uyum sağlıyordu... Son sahnenin estetikliği ise gidilip görülmeli… Ek olarak söylemek gerekirse oyun bana koreografi açısından “Pina” filmini, konusu ve sahnelenişi açısından da “Yanık” oyununu anımsattı.
    Sonuç olarak, sanat bir görüşe göre sorunları çözmek için vardır, bunun için sıkıcı olabilir ve olmalıdır da, bu yüzden eğlenceli bir oyun beklemek yerine, sahnede, yaşadıklarından sonra “uyumak isteyen” değil, artık hayata karışıp hayallerini gerçekleştirmek isteyen kadınları oynayan oyuncular görmek adına “Kargaşa” izlenmeli ve üzerine düşünülmeli… Düşünülsün ki 8 Mart’ı 365 güne yayabilelim… Yeryüzündeki tüm kadınların günü kutlu olsun!




5 Mart 2012 Pazartesi

BENERCİ KENDİNİ NİÇİN ÖLDÜRDÜ


                               "BENERCİ KENDİNİ NİÇİN ÖLDÜRDÜ” ÜZERİNE


          “Kavganın içinde olmak mı yoksa kavganın dışında kalmak mı? Hangisi ölümcüldür?”






YAZAN: NAZIM HİKMET

YÖNETEN: MEHMET ULUSOY
DEKOR- KOSTÜM TASARIMI: MİCHEL LAUNAY    
MÜZİK: KUDSİ ERGÜNER
IŞIK TASARIMI: YAKUP ÇARTIK

KOREOGRAFİ: KÜRŞAT ALNIAÇIK

YÖNETMEN YARDIMCISI : KÜRŞAT ALNIAÇIK

OYUNCULAR:
CELAL KADRİ KINOĞLU
TANSEL ÖNGEL
KÜRŞAT ALNIAÇIK
HÜLYA ÇELİK
YURDAER OKUR
2002 AFİFE TİYATRO ÖDÜLLERİ:
YILIN EN BAŞARILI YAPIMI
YILIN EN BAŞARILI YÖNETMENİ
YILIN EN BAŞARILI SAHNE MÜZİĞİ
YILIN EN BAŞARILI SAHNE TASARIMCISI 


      “Benerci Kendini Niçin Öldürdü” Nazım Hikmet’in 1933’te yazdığı bir uzun şiirdir ve ilk kez 1980 yılında  Fransa’da Avignon Festivalinde Türk Tiyatrosu’nu uluslararası alana da başarıyla taşıyan Mehmet Ulusoy tarafından sergilenmiş olup, büyük yankılar uyandırmıştır…
       Doğrusunu söylemek gerekirse İstanbul Devlet Tiyatrosu mart ayı programını incelerken “Benerci Kendini Niçin Öldürdü”’yü görünce çok heyecanlandım, sadece büyük bir Nazım hayranı olduğum için değil, bu, çok önceden sergilenmiş ve çeşitli dallarda bir çok ödül almış şiir-anlatı ve oyunu görebilme şansına eriştiğim için, zira kaçırdığım için üzüldüğüm en önemli oyunlardan birisiydi… Eserin Nazım Hikmet’e ait olması dışında, çok etkilenerek takip ettiğim isimler de vardı, on iki yaşımda Tatlı Hayat dizisinde tanıyıp, çok beğendiğim fakat asıl değerini uzun yıllar sonra  Boris Vian’a ait “İmparatorluk Kuranlar” oyunundaki göz dolduran oyunculuğuyla bildiğim Celal Kadri Kınoğlu ya da sekiz yaşımda seyrettiğim Sıcak Saatler dizisinin “kötü adamı” Kürşat Alnıaçık’ı Cezmi Ersöz’e ait “Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk”’ta izleyip performansından çok etkilenmem gibi… Oyuna dair yorumuma başlamadan önce bu konudaki bir üzüntümü de belirtmek isterim, tiyatro sahnesinde “ canlı canlı” izlediğimiz bu usta oyuncularımızı keşke onların bu işe baş koyup, onca emek verdikleri tiyatro aktörlükleriyle tanısak da televizyonda görünce “aa ben bu aktörü /aktirisi şu oyunda seyretmiştim” diyebilsek, zira bizler gibi tiyatro sevdalısı büyük bir kesim olduğu kuşku götürmez bir gerçek fakat bir kesim var ki televizyonda görüp beğendiği aktörü ya da aktrisi oyunun adını bile kavrayamadan “ A’nın yeni oyunu varmış” diye tiyatroya gelmekte ve o oyundaki diğer emekçileri göz ardı ederek sadece televizyonda görüp sevdiği kişiye odaklanmakta… Belki, tiyatro, televizyon sayesinde daha fazla seyirci çekebilir ama bu seyircinin niteliğinin sorgulanması gerekir… Neticede ben de “Benerci’nin oyuncularıyla televizyonda tanışmıştım fakat şanslıyım ki televizyon ile çok önemli bir sanat olan tiyatronun değerlerini ayırmayı çoktan öğrenmişim…
         Öncelikle dekorla başlamalıyım, sahnede karşı karşıya olduğumuz çark bana iki şeyi düşündürdü, ilki Benerci ve arkadaşlarının çaresizliği… Bir çeşit Sisifos gibi, çabalıyorlar, emek harcıyorlar ama hep aynı yerde dönüyorlar,  ikincisi ise Nazım’ın düşünce dünyası… Nitekim Nazım dışındaki tüm karakterlerin çark içinde yer almaları da bu iki öğeyi destekliyor.
          Nazım’ı oynayan (daha doğrusu yaşayan mı demeliyim?) Celal Kadri Kınoğlu, çok doğru bir yorumla ve hüzünden öfkeye,  heyecandan sevince ani geçişlerinde ne kadar başarılı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor… Somadeva’yı canlandıran Kürşat Alnıaçık ise oyunda hareketli performansıyla dikkat çekiyordu. Özellikle oyunun sonlarına doğru çarkın üstündeki enerjik performansı bu rol için ne kadar doğru bir seçim olduğunun kanıtıdır…


    Benerci rolündeki Tansel Öngel’in ise çarkın içinde Nazım’ın söylediklerini tekrar ederken ya da arkadaşlarıyla diyalog halindeyken başarılı fakat Celal Kadri Kınoğlu ile diyalog halindeyken eşit düzeydeolmadığını düşünüyorum fakat bunu bir oyunculuk hatası olarak değil, canlı ve yazar olan Nazım ile can verdiği bir karakterin özelliklerinin aynı olmadığı şeklinde yorumladım…
   Yan rollerdeki Yurdaer Okur ve Hülya Çelik ise oyunun ritmine uyum sağlayan bir oyunculuk çıkarmışlar… Özellikle Yurdaer Okur’un oyunun sonlarına doğru Celal Kadri Kınoğlu ile olan diyoloğunda çok başarılı bir oyunculuk sergilediğini düşünüyorum, ki salondaki kahkahalar da bunun bir kanıtı olsa gerek…
        Oyun, çok büyük bir dikkat isteyen, çok katmanlı, güldürüye yer verse de asıl amacı düşündürmek olan bir metine sahip, bu sebeple rolleri gereği Celal Kadri Kınoğlu ve Yurdaer Okur dışında seyirciyle çok da iç içe olmayan bir oyun…

     Kudsi Ergüner’in müzikleri ise oyuna ayrı bir renk katmış… Michel Launay’ın düzenlediği dekorun yanında kostümlerin de ayrıca sade ve oyuna uygun olduğunu düşünüyorum… Ayrıca ışık tasarımı da özellikle çarkların hareketiyle çok uyumluydu…
        Sonuç olarak Kavganın içinde olmak mı yoksa kavganın dışında kalmak mı? Hangisi ölümcüldür?” sorusu çevresinde şekillenen, keyif için değil, düşünmek için seyredilmesi gereken ve çok büyük bir dikkat isteyen bir oyun “Benerci”… Birkaç kere izlenmesi gereken oyunlardan… Herkese tebrikler, huzurla uyu Nazım!