SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.

20 Nisan 2015 Pazartesi

LOZAN ARSENİC TİYATROSU'NA AMERİKA'DAN TRAJAL HARRELL TURNESİ: "ANTIGONE SR./TWENTY LOOKS OR PARIS IS BURNING AT THE JUDSON CHURCH (L)"


Pahalı bir ülkeye seyahat ediyor olsanız dahi iyice araştırdığınızda bütçenize uygun sanat kurumları ile karşılaşabiliyorsunuz. Lozan’daki modern sahne sanatları kurumu Arsenic Tiyatrosu’nda her zaman ve herkese tek tarife (13 Franc) uygulanıyor. 1980’li yılların sonunda Lozan’daki sahnelerin azlığı ve bağımsız bir sahne açma ihtiyacıyla kurulmuş olan Arsenic Tiyatrosu, endüstri ve zanaat meslekleri okulunun eski atölyesinde yer alıyor. Yani bir antrepoda! Yeni fikirler üretmeyi, risk almayı seven bu kurum her sezon on beş tane yeni ya da kendini kanıtlamış bağımsız grupların çalışmalarına ev sahipliği yapıyor. Performans, görsel sanatlar ve müzik iç içe. Çalışmaların daha fazla kişiye ulaşabilmesi için 13 Franc gibi, Cenevre’deki tiyatrolara göre daha cüzi bir fiyat sunuyorlar. Mekanlarına ulaşmak için yolda sorduğum birkaç kişinin hemen tarif etmesi sevindirici. Her birinin farklı bir sahne-seyirci ilişkisi olduğu belirtilen dört sahneden oluşan antrepo, prova ve gösteriler haricinde sanatçı atölyelerine ve sanat galerilerine de ev sahipliği yapıyor. Amerika’dan turneye gelen koreograf Trajal Harrell’ın çalışması da bunlardan biri.




  






Yale Üniversitesi mezunu New York’lu koreograf ve dansçı Harrell (d:1973), 2004 tarihli ilk çalışması “Notes on Less Than Zero”’dan sonra “Showpony” (2007), “Quartet for the End of Time (2008), “Twenty Looks or Paris is Burning at The Judson Church (S)” (2009) ve “(M)imosa/Twenty Looks or Paris is Burning at the Judson Church (M)” (Koreograflar Cecilia Bengolea, François Chaignaud ve Marlene Monteiro Freitas ile ortak, 2011) projelerini hazırlamış. 2001’den beri geleneksel Voguing’i postmodern dansla birleştirmek üzere çalışmalar yapmakta. (1960’larda Harlem’deki Afroamerikan ve Latin Amerikalı gay ve trans balolarındaki danslar önceleri “gösteri”, daha sonra “performans” adıyla anılır. Zamanla “voguing” şeklinde tanımlanmaya başlayan bu dans ve balo kültürüyle ilgili olarak 1990 tarihli ”Paris is Burning”  belgeseli aydınlatıcı olacaktır. (Yönetmen: Jennie Livingston) Yeni Queer sinemanın önemli filmlerinden biri addedilen bu belgesel 1991 Sundance Büyük Jüri Ödülü almıştı.) 





Harrell’ın çalışmaları Amerika dışında Fransa, Hollanda, Polonya, Almanya, Belçika, Hırvatistan ve Meksika’da sahnelenmiş. Pek çok koreografi merkezinin yanında, Avignon Festivali ve ImPulsTanz Viyana Uluslararası Dans Festivali’nde de yer alan, 2012’de ise Guggenheim Bursu’na layık görülen Harrell, “1963’te Harlem’de yaşayan biri Greenwich Bölgesi’ndeki Judson Church[1] gösterilerine katılsa ortaya nasıl bir sonuç çıkardı?” sorusundan hareketle çeşitli “Twenty Looks or Paris is Burning” yorumları ortaya koymuş. Bu yorumlar “extra small”dan “extra large”a kadar uzanan farklı beden ölçüleriyle nitelendiriliyor. Örneğin Judson Church'un dans ilkelerine uygun olarak değerlendirilen “small” versiyon küçük tiyatrolarda sahnelenmiş. Benim izlediğim “Antigone Sr./Twenty Looks or Paris is Burning at the Judson Church (L)” (ilk gösterim: 25 Nisan 2012, New York Live Arts) ise “large” versiyonuydu ve geniş sahneli antrepoda oynandı. Bu farklı yorumlar, aynı şekilde farklı cevaplar ortaya koyacağından özellikle tercih edilmiş. “Judson Church is Ringing in Harlem” adlı son ölçüdeki soru ise “1963’de, Greenwich Bölgesindeki Judson Church’den gelen biri Harlem’deki Voguing balolarına katılsa ortaya nasıl bir sonuç çıkardı?”ya dönüşmüş. Sahnelemelerde podyumlar kullanılmış, defile sahnelerine, “catwalk”a yer verilmiş.



 



Bu yorumların temelinde “Voguing kurallarıyla Yunan Tiyatrosu’nu yeniden yükseltebilme” düşüncesinin olduğu ve yasalara karşı gelen kadın figürü “Antigone” ile geçmişe (Judson Church filtreleri ile) yeni bir yorumla bakabilme ve geleceği yeniden inşa edebilme amacı güdüldüğü belirtiliyor.  Trajedi, kraliyet sarayında geçtiği, davranış kodları ve görünüş bakımından çok çeşitli modeller sunduğu için seçilmiş.  Antik Yunan Tiyatrosu’nda kadın rolleri de erkekler tarafından oynandığı ve Voguing kültürü ile Harrell’ın performans anlayışında “realness” (gerçeklik) önemli yer tuttuğu için tüm performansçılar erkeklerden oluşuyor. Ancak amaçlanan kesinlikle metne sadık bir yorum değil. Aksine performansla sahnelendiği anda yeni bir ürün ortaya koymak. Harrell, bunun için seyircinin oyuna dahil olabilmesini özellikle istediğini oyunun başında  belirtiyor. Nitekim sona doğru çalan dans şarkılarından birinde seyircilere ayağa kalkıp dans etme imkânı sunuluyor.  “Antigone”, “Paris is Burning” ve modern dans harmanıyla oluşmuş bu ilginç ve güzel  deneyimin tek zorlayıcı yanı iki saat on beş dakikalık süresi. Seyirci ilgisini canlı tutmak için uzun bir süre olduğunu düşündüm. Ancak denk gelinirse kaçırılmamalı. 9-10 Mayıs’ta Münih’te, 22 Mayıs’ta Bregenz’de olacaklar. Daha sonra ise “Antigone Sr.”den “Antigone Jr.” versiyonuna geçecekler. ("Senyör"den sonraki ölçü “Junior”). İlgilisi için haziran ayında  “The Return of the Modern Dance” ile Hollanda Festivali’nde ve “The Ghost of the Montpellier Meets the Samurai” ile Montpellier Dans Festivali’nde yer alacaklarını belirteyim.


MERAK EDENLER İÇİN




 
Trajal Harrell'ın web sitesi: http://betatrajal.org/home.html

 "Paris Is Burning" belgeseli: https://www.youtube.com/watch?v=pWuzfIeTFAQ

Arsenic Tiyatrosu web sitesi: http://www.arsenic.ch/







Arsenic Tiyatrosu'nda çektiğim oyun broşürleri ve Lozan öğrencilerinin 1982'den beri çıkardıkları kültür sanat gazetesi "L'auditoire"'ın mart sayısının afişi.



[1] Judson Church bünyesinde 1962’de kurulan “Judson Memorial Theater”, 1930 ve 1940’lı yılların dans tiyatrolarından sonraki ilk öncü hareketi yaparak postmodern dansı oluşturan Trisha Brown, Steve Paxton, Lucinda Childs gibi sanatçılara sahipti.


 


12 Şubat 2015 Perşembe

TİYATRO TATAVLA'DAN "CADI KAZANI"


"BİR İNANÇ ORTALIĞI KANA BOYUYORSA, O İNANCA SARILIP KALMAYIN. İNSANI CANINDAN EDEN BİR YASA YANLIŞ BİR YASADIR." 

Arthur Miller, Cadı Kazanı. 1953

Sevindirici bir şekilde tiyatro mekânlarımız artıyor. Toplumsal baskı ve huzursuzlukların artması (ya da zaten mevcut huzursuzlukların daha fazla görülür olması) ile birlikte tiyatro mekânlarının çoğalması, “alternatif sahneler” olarak tanımlanan bu salonlara seyircilerin ilgi göstermesi,  “sessiz kalmayan”  bir kesimin duyarlılığının da göstergesi olsa gerek. Geçtiğimiz eylülde Cihangir’de açılan “Tatavla Sahne” de bu mekânlardan biri. (“Tatavla” Kurtuluş semtinin Rumca adı) Şehir Tiyatroları ve Açık Radyo’dan takip ettiğim Eraslan Sağlam’ın kurucusu olduğu tiyatronun ilk oyunu “Aktör Kean” idi. Kadın haklarıyla ilgili, bedensel anlatımın önde olduğu ikinci oyunları “3 Kadın 1000 Turna”dan sonra en büyük Amerikan oyun yazarlarından Arthur Miller’in klasikleşmiş oyunu “Cadı Kazanı”’nı sahneliyorlar. 1953 ve 2002’de Broadway’de sahnelenen, birçok defa filmi çekilen (1996 tarihli Daniel Day-Lewis’in oynadığı versiyondan sonra 2014 tarihli Richard Armitage’ın “John Proctor”ı canlandırdığı yeni yorumu da merak ettiğimi söyleyeyim), televizyon ve opera uyarlamaları yapılan bu oyun, Türkiye’de 45 yıl sonra tekrar sahneleniyor.

1692-93 yıllarında Salem’de cadılık, büyücülük, şeytanla işbirliği içinde olma gibi suçlarla hapis cezasına çarptırılan ya da idama mahkûm edilen insanları anlatan oyun, özünde Joseph McCarthy’nin 1950’lerdeki “komünist- aydın avı”na gönderme yapar. Ustaca bir anlatımla McCarthy’nin adını bir kez dahi geçirmeden hem de.  Geçmişi anlatarak o günü işler. Haksız suçlamalar, çıkar ilişkileri, din, toplumsal değerler, ahlak, vs. kavramları oyunu şekillendirir. Aynı zamanda oyunun yönetmeni olan Eraslan Sağlam, metin hem Türkiye’de hem dünyada -ne yazık ki- hala geçerliliğini koruduğu için bu oyunu sahnelemek istemiş. Tabulaştırılmış, üzerinde özgürce konuşulamayan, ne olduğu sorgulanamayan ve değiştirilmesi çok güç olan toplumsal "değerlere" sahip, gelişmesi engellenmiş bizim gibi toplumlarda adalet, ahlak ve din temaları daha uzun zaman gündemde kalacağa benziyor. Bu bağlamda "Cadı Kazanı" gayet yerinde ve doğru zamanlı bir seçim. Sadece geçmişi değil bugünü de işlediği için çeviride ufak -ve gerekli- birkaç modernizasyonla  beraber, seyircinin gözüne sokulmayan bazı uyarlamalar da yapılmış. “Çapulcu” ve “Allah” sözcüğünün tonlaması gibi.

Farklı yorumlamalara imkan sunan metin sade bir anlayışla sahnelenmiş. Cihan Aşar’ın işlevsel dekoru, oyunun sadeliğine uymuş ve oyunculuğu ön plana çıkarıyor. Hesaplı rahip Parris rolünde Erhan Tuna,  adaletsiz ve sert yargıç rolünde Ersan Uysal, Salem’in saygın ama iftiraya uğrayan kadınlarından Rebecca rolünde Aysan Sümercan, Peder Hale rolünde Ömer Akgüllü ve özellikle John Proctor rolünde Kaan Songün’ü izlemek büyük bir keyifti. John’nun sert, kimi zaman pişman, karar ile kararsızlık arasında gidip gelen karakterini yansıtmada Songün’ün performansının çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Aynı şekilde tüm oyuncuların ses kullanımları başarılıydı. Bu oyun gibi “sıkıntılı, huzursuz” metinlerde oyunculuğun diğer metinlere göre bir nebze daha önemli olduğu kanısındayım. Başarılı oyunculuklar derdi büyük oyunların vitrini olduğu zaman, oyunun etki alanı genişliyor ve daha fazla seyirciye ulaşıyor.   



Aytuğ Kutlu’nun bu oyun için yaptığı müziklerin yanında Fazıl Say’ın Muhyiddin Abdal’ın sözlerinden bestelediği “İnsan İnsan” bestesinin kullanılması da gerek oyunun içeriğinin toplumumuza uyması, gerekse Arthur Miller ve Fazıl Say gibi iki büyük ismin yanyana gelmesi açısından çok anlamlı. (Fazıl Say’ın bestesini bedel istemeden paylaştığını belirteyim) 

Sadelikle etkileyen, doyurucu ve keyifli bir yorum. Sezonun, şimdiye kadar izlediğim, en başarılı yapımlarından biri.