Söyleşi yapmak fikri uzun zamandır düşündüğüm “Bloğumda nasıl
bir yenilik oluşturabilirim, nasıl bir zenginlik sağlarım” sorularımın bir
uzantısıdır. Her ne kadar takip ettiğim dergilerde ya da dijital ortamlarda söyleşiler
olsa da, bu söyleşiler ya temaları gereği ya da yer sıkıntısı nedeniyle kısıtlı
bilgi verdiğinden beni tam olarak tatmin etmiyordu. Merak ettiğim soruları
sorabilmek ve bu bilgileri -hiçbir yer kısıntısı da yaşamadan- ilgilisiyle
paylaşmak benim için önemli ve güzel bir deneyim. “Onur Karamercan’ın Tiyatro
Sahnesi”nin ilk konuğu olduğu için, çok severek ve önemseyerek takip ettiğim
bir yazar ve yönetmen olan Özen Yula’ya
kendim ve tiyatroseverler adına çok teşekkür ederim.
Mart 2014 tarihli Özen
Yula Söyleşisi:
“SANAT DEDİĞİN MUCİZE, İNSANIN DÜNYA
YARASINA MERHEM ZATEN”
- Doğumunuz Eskişehir’de, oradan Gaziantep’e, Urfa’ya, Mersin’e ve Amerika’ya
gitmişsiniz. Tiyatroya ilginizin başlama noktasını ve bu ilgiyi arttıran
etkenleri merak ediyorum.
Çocukken evde iyi bir
kütüphane vardı. Ailem edebiyatı severdi ve okurlardı. Anneannem öğretmendi. Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk dönem öğretmenlerindendi. Osmanlı’nın son döneminde
yetişmiş İstanbul’da. Dârülmuallimât’tan mezun olduktan sonra gelip Osmanlıca
eğitim vermeye başlamış, fakat daha sonra Cumhuriyet’e geçildiğinde Latin
alfabesiyle Türkçe eğitim vermeye başlamışlar. Dönemi için ileride bir kadındı.
Fransızca bilirdi, farklı hayat koşullarını görmüş, yaşamıştı. Kurtuluş
Savaşı’na katılmıştı. Dedesi mutasarrıflıktayken Suriye’ye götürmüşler, daha
sonra dönmüş. Ninem öncelikle bir yığın kitap okumuş ve annemin adını bir romandan
koymuş, “Nedret”… Güzide Sabri’nin romanından. Dolayısıyla ailede bir edebiyat sevgisi
vardı. Ben de zaten okumaya meraklıydım ve seviyordum, bana iyi geliyordu. Babam
da çok gençken bir roman yazmıştı, 1955 senesinde Adapazarı’nda basılmış bir
romanı var: “Suların Arzusu Var” diye. Daha
geçende 1956’da hocasına imzaladığı bir nüshayı bulup kendisine hediye ettim.
Farklı farklı şehirlerde gezip yaşadık ama daha çok Gaziantep’te kaldık.
Gaziantep Anadolu Lisesi’ni bitirirken son sene bir burs kazanıp Amerika’ya
gittim.
Çok küçüklüğümden beri beni tiyatroya götürürlerdi, oyunlar seyrederdim ve
bu oyunlardan aklımda kalanlar hoşuma giderdi. Orada ayrı bir dünya olduğunu
görmüştüm. İlk hatırladığım Gülhane Parkı’nda çok küçükken izlediğim İsmail
Dümbüllü’nün son gösterilerinden biriydi. Onun belli bölümlerini çok net
hatırlıyorum. Sonra farklı farklı tiyatrolar geldi. Ulvi Uraz Tiyatrosu’ndan oyun
seyretmiştim, çocukken. Aynı zamanda ninemin öğrencisi olan Erdinç Dinçer’den
pantomim gösterileri seyretmiştim. Turneye geldiklerinde Erdinç Bey Gaziantep’te
bizim evimize de gelirdi. Genco Erkal’ın Abdülcanbaz’ını, Lale Oraloğlu Tiyatrosu’nu,
farklı farklı tiyatroları turneye geldikçe izlemeye giderdim annem babamla. O
arada da ilkokulda beni bir oyunda oynatmışlardı. Lisede edebiyat hocası Elvan
Atay, Gaziantep kurtuluşuyla ilgili bir oyun koyuyordu. O dönemde o oyunlarda
oynarken tiyatro sevgisi bir şekilde doğmuş, işlemiş. Önce edebiyat sevgisi
olarak çıktı, yazmaya başladım. Daha sonra bu, tiyatro sevgisine evrildi bende.
-
Daha sonra lise için Amerika’ya gitmişsiniz.
Lise için gittiğimde,
önce New York’a indik, daha sonra Oregon’a uçtum ben. Orada West Albany High
School’da okudum. Hem Türk kanunlarına hem de Amerikan kanunlarına göre bir
yığın ders aldım. Çok yoğun çalışmak durumunda kaldım ve bitirdikten sonra
Türkiye’ye döndüm. O arada üniversite sınavlarını kaçırmıştım, bir yıl
Gaziantep’te beklerken sanat ve edebiyatla daha çok haşır neşir oldum. O bir
sene, boş senemdi, dershaneye gidiyordum. Daha sonra Hacettepe İktisat’ı
kazandım ve konservatuvar sınavına girip girmemek için karar vermeye çalıştım,
o dönem hâlâ Mamak’taydı eski konservatuvar binası, sonra Hacettepe’ye, Beşevler’e
gittiler. Babamla Mamak’taki okula gitmiştik. O dönem, Turgut Özal’ın ANAP’ı
kurduğu, iktisatın, işletmenin revaçta olduğu yıllardı. Onun üzerine ben,
bizimkilerin de isteğiyle iktisatı seçtim ve orada okumaya ve aynı dönemde de
Hacettepe Üniversitesi Tiyatro Birimi’nden dersler almaya, oyunlarda oynamaya
başladım. Dışarda da bir topluluk kurduk. “Dördüncü Boyut Tiyatro Topluluğu”
diye. Orada da kendi yazdığımız kısa oyunları birleştiren bir çerçeve yazıp onu
oynadık.
Türkiye yasaları, dört
yıllık üniversite eğitimi aldığınız zaman ikinci bir dört yıllık eğitimi kabul
etmiyordu. Arada askerliğinizi yapmış olmanız gerekiyordu. İktisat bölümünü
bitirdikten sonra yüksek lisans yapmak için Tiyatro Bölümü’yle görüşmeye
gittim. Sevda Şener hangi kitapları okuduğumu sordu ve konuşmamız neticesinde beni
sınava kabul edeceklerini söyledi. Sınavı kazandım ve o bölümde yüksek lisans
yapmaya başladım. Metin And, Ayşegül Yüksel, Sevda Şener, Sevinç Sokullu,
Nurhan Karadağ gibi hocalarım vardı. Onlardan ders almak keyifliydi. İnsan
haliyle bir yığın şey öğreniyor. “Tiyatro Tarihi” içinde yeri olan çok önemli
ve değerli hocalar. Fakat ben o arada gene Amerika’ya gitmeye karar verdim.
Yüksek lisans tezimin konusunu da “Postmodernizm” olarak belirlemiştim. Oradaki
tiyatro ortamlarını görmeye karar verdim, bu da iyi oldu. Living Theatre’a
gittim. Hanna Razumova’nın
yönettiği bir oyunu seyrettim. O zamanki International Theatre Institute’un
(ITI) başkanı vasıtasıyla çeşitli oyunları izleme fırsatım oldu. New
York Üniversitesi Experimental Theatre Wings’e gittim. Postmodernizmle ilgili
kaynakları topladım. Aynı zamanda bir stüdyoda Lee Strasberg’in öğrencisi Mimi
Gina’nın verdiği metot oyunculuğu derslerine katıldım. Bunlar oyuncuları daha
iyi anlamak için yaptığım şeylerdi. Tiyatroyu oyuncu tarafından da görmek
gerekiyor çünkü. İlla oyuncu olacaksınız diye bir şey yok ama en azından
mutfağından yetişip görmek iyi olur. Bunların hepsinin yararını gördüm daha
sonra. Brooklyn College’da Profesör John Prosser’ın tiyatro derslerine misafir öğrenci olarak girdim
ve Brooklyn College’a girmeye niyetlendim. Profesör de kabul edeceğini ve onay
vereceğini söyledi; ama o dönemde Körfez Krizi patladı ve Kuveyt’e girildi,
olay giderek büyümeye başladı. İnsanlar savaşı canlı yayın halinde televizyonda
seyretmeye başladılar. Geri döndüm ve Ankara’da “Postmodernizm” konulu tezimi
tamamlayıp doktoraya girdim. Dersleri verdim ve yeterliliğimi aldım, tez aşamasında
tezin iki bölümünü yazıp Sevda Hanım’a verdikten sonra İstanbul’dan, Yapı Kredi
Yayınları’ndan bir iş teklifi geldi bana. “kitap-lık” Dergisiyle uğraşmam için.
Onu kabul edip İstanbul’a geldim. Cuma günü teklif geldi, ben pazartesi
İstanbul’a taşındım.
- Bu tiyatro ortamlarının size nasıl bir
katkısı oldu?
Öğrenmeye açtım. Hâlâ da öyleyim. Öğrenmeyi gerçekten seven bir insanım.
Türkiye’deki ortamda da öğreneceğim çok şey vardı. Onları öğrenmeye çalıştım.
Farklı tiyatroları gördüm, farklı tiyatro insanlarıyla konuştum. Tabiî bunlar
yıllar sonra daha net oturuyor insanın kafasında. Çünkü o zamanlar kimde ne
kadar malzeme olduğunu bilemiyorsunuz aslında. İnsanlar kendilerini çok iyi
prezante edebildiklerinden, satabildiklerinden daha o kadar ayırt edemiyorsunuz
kimin daha sahte, kimin gerçekten daha bilgili, birikimli olduğunu. Zaman
içinde onları anladım sanırım.
Bir şeyi öğrenmek, yeni bir bilgi edinmek, gerçekten beni çok motive
eden bir durum. Zaten bilgi, yenilemeniz gereken bir şey. Hayat içinde
kendinizi yenilemek, yazmak, oynamak, yönetmek için bilginizi de yenilemek
durumundasınız, o da bana iyi geliyor. Halen buna devam edebildiğim için şanslı
hissediyorum kendimi.
- Eserlerinizde üslup açısından
kesinlikle tekdüzeliğe düşmüyorsunuz. “Jelmaya”daki dil kullanımı, “Şems!..
Unutma!..”daki şiirsel dil, “Gizli Aşk Bu”nun flashbacklerle yazılması,
“İstanbul Beyaz- Rakı Rengârenk”… Bu, benim bir yazarı okurken önemsediğim bir
nokta. Yaratıcılığınızda beslendiğiniz ve kendinizi geliştirdiğiniz kaynaklar nelerdir?
Mümkün olduğu kadar farklı kaynaklardan yararlanmaya çalıştım. Öğrenmeyi seviyorsanız, ilgi alanlarının bir
sınırı olmuyor. Fizikle ilgili bir şeyi de öğrenebiliyorsunuz müzikle ilgili
bir şeyi de. Farklı farklı alanlar oluyor ve bu yeni bilgiler insanın önünde
yeni kapılar açıyor. Dolayısıyla bunları değerlendirerek yazdığınızda farklı
dil kullanımlarına, farklı üsluplara yabancı kalmıyorsunuz. Bu konuda
yetkinleşebiliyorsunuz. Benim için bu önemli bir şey. Hep şu örneği
verdim: Bir insan ömrü boyunca aynı
hikâyeleri yazarak Türkiye’de çok saygın bir yer edinebilir çünkü Türkiye’deki
genel anlayış budur. Eleştirmen dediğimiz kesimin anlayışı da budur. Yani
birisi sürekli aynı hikâyeyi yaza yaza, aynı derdi ölçe biçe bu onun genel üslubuna
dönüşür ve saygıyla karşılanır. Eleştirmen sayılanlar ise sadece o yazarın her
seferinde kendini nasıl yetkinleştirdiğini söylerler; ama siz okur olarak
elinizi vicdanınıza koyup da o kişinin yazdığı şeyleri okuduğunuzda, sıkıntıdan
geberirsiniz bir süre sonra. Çünkü beş kitapta aynı şey anlatılıyorsa bunun
benim için bir değeri yoktur ama Türkiye’deki eleştirmenler ve okur kesiminin
büyük çoğunluğu için bunun bir değeri vardır. Bir şey alıntıysa ve kaynak
belirtilmeden kullanılıyorsa bunun da benim için bir değeri yoktur. Dolayısıyla
ben farklı farklı üslupları kullanmayı, uygulamayı şiar edindim. Her insanın kendi dili, kendi karakterine
göre yetişme yapısı, bir kültür birikimi, benimsediği bir sokak dili var. Bunu
bir şekilde –bire bir kullanmak değil ama- sanatın kalıpları içinde hemhal
ederek, o sözleri birbirine karıştırarak, söz hünerlerinden yararlanarak belli
bir üslup yaratmak söz konusu olabilir. Bunun üzerinde çalıştım yıllarca ve bu
oturdu bir şekilde. Dolayısıyla bunun önemli olduğunu düşünüyorum ve yaptığım
işi ben de sıkılmadan, tat alarak, zevk alarak yapmak istiyorum. Yazarken de bu
böyle, oyun yönetirken de… Eğer sürekli aynı üslupta yöneteceksem bence bu,
yaratıcılıkla ilgili bir sorunum olduğunu gösterir. Dolayısıyla farklı üslupları
bir arada deneyebileceğim, kurabileceğim yapıtlar vermek ve oyunlar yapmak beni
daha mutlu ve huzurlu ediyor. En azından yaşadığımı anlıyorum ve yaşadığımın
tadını çıkarıyorum. Ama öbür türlü yapanları da anlıyorum. Herkesin aynı olmasını beklemek zaten mümkün
değil. O da bir kazanımdır, ama bende öyle değil.
- İyi ki de değil. Sizinle söyleşmek isterken
en çok merak ettiğim noktalardan birini sormak istiyorum. Oyunlarınız,
İngilizce, Almanca, Fransızca, Bulgarca, Macarca, Boşnakça, Rusça, İtalyanca, Fince,
Japonca, Arapça, Lehçe’ye çevrildi ve bu ülkelerin hepsinde oynandı.
Oyunlarınıza yaklaşımları, sahneleme anlayışları ve geri dönüşleri nasıldı?
“Ay Tedirginliği” İsviçre’de bir
tiyatroda gayet stilize, sahnenin ortasına kocaman bir ay figürü konarak
yapıldı ve o, başka bir şeye gönderme yaptı.
“Sahibinden Kiralık” New York’ta, La Guardia Performing Arts Center’da
bir Türk yönetmen, Handan Özbilgin tarafından çok daha farklı bir şekilde
sahnelendi. Ama bir Amerikan yönetmeni, Jake Witlen onu yine La Guardia’da
başka bir festival kapsamında yaptığı zaman da bambaşka bir sonuç çıkmıştı
ortaya. Fransa'da Chartreuse'de ve Paris'teki
okumaları birbirinden çok farklı oldu. Mauro Avogadro tarafından yönetilen
İtalya’daki prodüksiyon bir parkta, oldukça sert sahneler içererek sahnelendi
ve oradaki Katolik seyircilerin bazıları parkı terk ettiler. Ama Floransa'da
başka bir topluluğun yaptığı mizansende seyircilerin hepsi salonda ilgiyle
izlediler. Onların yazdıklarıma yaklaşımlarını merak ediyorum. Beni nasıl
anladığını, yazdığımı nasıl bir dünyayla algıladığını takip ediyorum. Oryantalizm
de çok geçerli olabiliyor, ama neyse ki benim yazdıklarıma uygulayacakları oryantalist
yaklaşımlar o kadar geçerli değil. Çünkü sokak dilini ve sokak halini
anlattığım, sahneye genelde onu getirmeye çalıştığım için, bu, dünyanın hiçbir
yerinde hiçbir insana yabancı değil. Onlar da genelde kendi ülkelerindeki sokak
diline göre bir şey kuruyorlar ve yapıyorlar. Benim için o yönü enteresan
oluyor. Mesela Belarus’ta nasıl görüyorlar, İsveç’te Belarus’taki o durumu
nasıl görüyorlar. Türkiye’deki sokak çocukları arasında geçen bir cinayet ve
tecavüz hikâyesini Belarus’ta kukla tiyatrosu olarak
nasıl oynadıklarını ve bunu İsveç seyircisinin nasıl değerlendirdiğini görmek
benim de ufkumu açıp bir yığın şey öğretiyor. Dolayısıyla onların nasıl baktığı
kadar ben de onlardan ne aldığıma bakıyorum açıkçası. Onlar da genelde çok oryantalizme gitmeden
daha net görüp değerlendiriyorlar. Orada çıkan eleştiriler de bunu gösteriyor
zaten.
Belarus Free Theatre topluluğunun sahnelemesini enteresan karşıladım. On
iki-on üç yazardan kısa kısa oyunları bir araya getirip Eurepica Airlines diye
üç saatten fazla süren bir oyun yaptılar. Üç tinercinin hikâyesinin geçtiği “Derin Bir Ülkede”nin bir bölümünü çevirdiler
ve onu kukla tiyatrosu olarak oynadılar. Kadının bir ayağı bir çocuk, diğer ayağı
bir çocuk oldu, eli de bir çocuk oldu ve ayağa tecavüz ederek gösterdiler
oradaki vahşi durumu. Mesela bu gerçekten enteresan bir yaklaşımdı benim için.
Bir de Almanya’da Schaubühne’de bir oyun istemişlerdi benden
(İstanbul-Sofya). Altı yazarı bir araya getiren bir tren oyunu yaptılar “Orient
Express” diye. Biljana
Srbljanović vardı. Beş kompartımanlı bir
tren yapmışlardı. Her kompartımana seyirciler alınıyordu, bir de koridorda bir
oyun oynanıyordu. Her oyun on dakika içinde bitiyordu ve bunlar rutin olarak
dönüyorlardı. Birinci kompartımandaki seyirciler, ikinci kompartımana geçiyor,
ikinci kompartımandaki üçüncüye geçiyor ve o oyunları seyrediyordu. Hepsi
bittiğinde çevrede olanları algılıyordunuz. Mesela rayların yanından koşarak
geçen iki kişinin aslında dördüncü kompartımandaki oyunda olduğunu
anlıyordunuz. Video artistlerle çalışmışlardı ve her kompartımanın içinde bir
sanat yapıtı duruyordu. Bu, estetik anlayış olarak çok güzel bir yapıydı.
Mesela onda da seyirci çok güzel şeyler söyledi. Thomas Ostermeier’in genel
sanat yönetmenliğinde yapılan bir çalışmaydı zaten. Ama mesela aynı yerde benim
“Sahibinden Kiralık”ın mizansenli okuma tiyatrosu yapıldı, onu yanlış bir
yönetmene vermişler. O, oyundaki siyah saçlı ve siyah saçıyla ilgili espri konusu
olan kızı, sarışın, çok sağlıklı bir Alman oyuncusuna oynatmıştı. Dolayısıyla o
esprilerin hepsi kaybolmuştu. İzleyenler sevdi genelde ama ben seyrettiğimden
memnun kalmadım. Ama “Orient Express”teki
o kısa oyunun uygulamasını gerçekten beğendim, güzeldi. İki oyuncu, biri
Bulgar, bir Türk, trende birbirlerini anlamadan konuşarak Sofya’ya doğru yola
devam ediyorlardı. Oradaki çalışmayı sevmiştim ben.
- Oyunlarınız hem Şehir ve Devlet
Tiyatrolarında hem de özel tiyatrolarda oynandı. Karşılaştırdığınızda nasıl bir
sonuç çıkıyor?
Ödenekli tiyatrolarda yapıldığı zaman, dekor, kostümler ve oyunculuklar
açısından çok daha yetkin ve bazen de şatafatlı şeyler ortaya çıkabiliyor. Bunlarla
hepsi ayrı ayrı ödüller kazanıyorlar. Oyuncu ödülleri de aldılar, reji ödülleri
de, dekor- kostüm de aldılar. Bir yığın ödüller kazanıldı, ben de yazar ödüllerini
aldım. Ama dışarda, genç gruplarda yapıldığı zaman bu benim açımdan heyecan
verici oluyor. Çünkü başka ve taze bakış açılarının çıkmasını sağlamak da
önemli. Ben zaten bağımsız tiyatrodan geldim. Varlığımı ödenekli tiyatrolara
borçlu değilim. “5. Sokak Tiyatrosu”nda Derya Alabora ve Murat Karasu’nun
oynadığı, Mustafa Avkıran’ın yönettiği, Naz Erayda’nın çevre düzenini yaptığı “Ay
Tedirginliği” adlı oyunla çıktım. “Afife En İyi Yazar” ödülünü aldım, ilk defa
bununla Bonn Bienali’ne seçildim. Viyana’daki bir festivale gittim ve ondan
sonra Avrupa yolum da açıldı. Dolayısıyla özel tiyatroların, daha iyi niyetli,
daha alçakgönüllü prodüksiyonların değeri daha yüksek. Ödenekli tiyatrolarda
olması da iyi. Ama onların yapay politik yaklaşımları bazen insanı ikrah
ettirebiliyor durumdan.
- “Dünyanın Ortasında Bir Yer” özelde ya da
“Yala Ama Yutma” ödenekli bir tiyatroda oynansaydı nasıl olurdu?
“Yala Ama Yutma” ödenekli bir tiyatroda oynansaydı muhtemelen birçok özelliğini
yitirmiş olarak, dili daha ehlileştirilmeye çalışılarak yapılacaktı. Onun için
ödeneklide oynanmadı. Bağımsız bir grup tarafından (Biriken) oynanması iyidir. Farklı
bir reji anlayışıyla ve video art kullanımıyla dikkati çeken bir çalışmaydı. Bu
özellikler o oyunu New York’taki “Under The Radar Festivali”ne taşıdı. Oraya
giden ve NY Times'da eleştirisi çıkan ilk Türk Tiyatrosu örneğiydi bu oyun. Diğer türlü büyük bir prodüksiyonu daha küçük
bir yerde yapmak alçakgönüllü olabilir. Ama öbürü kadar yetkin sonuçlar
doğurmaz ve öbürü kadar daha çok seyirciye ulaşmaz. Mesela “Aşk Evlerden Uzak”
Ankara’da Şinasi Sahnesi’nde oynanmıştı Devlet Tiyatrosu’nda ve kaç bin seyirci
izledi o oyunu. Halbuki özel bir tiyatroda oynasa elbette o sayıda bir
seyirciye ulaşılamayacak. Yönettiğim oyunlarda da söz konusu bu. Ödenekli
tiyatroda bir oyun yönettiğiniz zaman bu çok daha geniş bir seyirci kitlesine
ulaşıyor ve beğendikleri takdirde beş yıl devam edebiliyor. Ancak bağımsız bir
tiyatroda bunun olması çok düşük bir ihtimal. Dolayısıyla böyle karşıtlıklar
çıkabiliyor. Benim gönlüm özel ve yeni gruplardan ve bağımsız tiyatrodan yana.
Çünkü artık benim ödeneklilerde bilmem ne oynanacak diye kanıtlayacağım bir şey
kalmadı. Zaten yurtdışında bir şekilde biliniyor, basılıyor, ediliyor. Yani
öyle bir derdim yok.
-Oyunlarınızda her zaman yeni sahneleme
yöntemlerine imkân sağlıyorsunuz. “80060” sokak tiyatrosu olarak düşünülmüş,
“Pusulasız” Salt Galata Binası’nda gezerek oynanmış, dört yazardan biri
olduğunuz “Gezerken” parklarda oynandı, “ İstanbul-Sofya” trende geçiyor…
Farklı sahneleme teknikleri ve farklı mekânların seyirciye yeni deneyimler
yaşatmanın yanında nasıl bir etkisi oluyor?
Yazar olarak, benden önceki dönemde Memet Baydur’un, Murathan Mungan’ın
yazdıklarına bakarsan, onlar da belli kalıpların dışına çıkmaya çalıştılar ve
belli şeyler yaptılar. Her zaman belli kalıpların dışına çıkmaya çalışan
yazarlar vardır ve tiyatro onların sayesinde olduğu noktadan başka bir noktaya
doğru gider. Türk Tiyatrosu’nda sokağın dilini anlatan ilk oyunu ben yazdım:
“Sahibinden Kiralık”. Türk Tiyatrosu’nda bu alanda ilktir. Ondan önce o tarz
bir sokak dilini, sokak şiddetini, jigoloların arasındaki hayat tarzını anlatan
bir şey yazılmamıştı. Başka türlü, farklı farklı yetkin eserler yazılmıştır
elbette. Ama bir şekilde sokağın dilinin de sahneye gelmesini istedim. Sadece
burjuva tiyatrosunun aile ilişkileri, kuşaklar arası çatışmalar gibi şeylerden
uzak bir yapı kurulmasını istedim, buna çalıştım. Farklı üslupların sahne
üstünde değerlendirilmesi taraftarıydım ve o zamana kadar sıkışmışlığını
hissettiğim bir tiyatronun kalıpları dışına çıkmayı aradım. “5. Sokak
Tiyatrosu”nda da bunu yaptık. Mustafa Avkıran’ın yaptığı da buydu. Naz
Erayda’yla beraber yaptıkları da buydu o zamanlar. Farklı tiyatrolarda olan da
buydu. Kamusal alanda, farklı alanlarda tiyatro yapılması gibi şeylere de,
farklı sahneleme biçimlerine de açık olunması gerektiğini düşündüğüm için bu tarz
yapılarda oyunlar yaptım. Sinema tekniğini çok kullandığım oyunlar oldu.
- “Gezerken”, Gezi Direnişi sırasında ve sonrasında
pek çok parkta oynandı, seyirci algısı açısından nasıl geri dönüşler oldu?
Seyirci algısı açısından çok heyecanlı, duygusal ve güzel bir yapının
içindeydi. Biz dört yazar bir araya gelerek oyunlar yazdık. İnternetten gelen
bir teklif üzerine o gün düşündük, konuşurken “niye yapmıyoruz” dedik. “Tamam,
ben yaparım, ben yaparım!” deyip bir araya geldik ve benden daha genç kuşaktan
üç yazarla beraber yaptık bu işi. Hepimiz kendi yaşadığımız deneyimden ya da
eski deneyimle bugünü birleştirerek bir şeyler çıkarmaya çalıştık. Bu, sahne
üzerine geldiğinde yazarlar açısından da çok heyecan verici bir şey oldu. Çünkü
her birimiz kendi oyunumuzu yönettik, iyi oyuncularla çalıştık, oyuncular da hakkını
vererek oynadılar. O duygusal atmosfer içinde binlerce kişi tarafından, daha
sonra da farklı parklarda yüzlerce kişi tarafından izlendi, hep olumlu geri
dönüşler aldık. Kendi oyunumla ilgili beklediğim tepkiyi bazı yerlerde aldım,
bazı yerlerde daha az miktarda aldım. Ama mesela her seferinde muhakkak eski
dönemleri de yaşayan, eski dönemlerde Taksim’de yaşanan 1 Mayıs olaylarında da
bulunan kişiler ağlayarak olaya dahil oldular. Onları hıçkırıklarından
tanıyordunuz yani. Onlar o günleri de bugünü de yaşamışlardı ve
biliyorlardı. Dolayısıyla benim oyunumun
(Boşluğu Doldurmak) kahramanı, aslında ölmüş olan adamın ruhu onlara, kendi
arkadaşlarına, kendi günlerini yaşattı. Sonuçta bu beni de çok etkileyen bir
şeye dönüştü. Çoğu zaman o kalabalık arasında sizi anlayan insanlar için ve
onların hatıralarına saygıyla yazarsınız. Benimki de öyle bir şeydi.
Biz ilk oyun olarak dört kişi bir araya geldik. Sonra bir dört kişi daha
bir araya gelip yazsa ne iyi olur, ama Türkiye’deki bu tür oluşumlarda,
insanlar sürekli başlarında birinin olmasını istiyorlar. Aslında kendi başımıza
hareket etme yetisine sahip birer erişkin gibi davranıyoruz. Yazık ki bu
konulara gelince bir ergenlik ortaya çıkıyor ve herkes bir şekilde içine
kapanıyor. Karşısındakinden bir hareket bekliyor. Bu yanlış ama bu yaşta da bu
insanlara bunu öğretecek kişi ben değilim zaten. Kendileri algılarlarsa
yaparlar belki.
- Uluslararası prodüksiyonlar ve İstanbul,
Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerin yanında özellikle Anadolu’dan eserlerinize
geri dönüşleri merak ediyorum.
Çok güzel iletişim kuruluyor. Oradaki okuyan insanlar tiyatroya, sanata
çok daha açlar. Çünkü buradaki gibi her gece, istedikleri zaman yüz küsur
tiyatroya gidemiyorlar. Dolayısıyla, Anadolu’da çok daha farklı bir şekilde
karşılanıp değerlendiriliyor. Oradaki okur-yazar kesim daha duyarlı.
İstanbul’daki kadar hayatın hızıyla şaşırtılmamış, seçeneklerle şımartılmamış,
kirletilmemiş insanlar. Dolayısıyla daha zaman ayırarak, daha yetkin, daha
sakin okuyup değerlendirebiliyorlar. Onların bakış açılarından görmek de benim
için hakikaten bir kazanç oluyor. Oradaki insanların tepkileri bana da bir
şeyler öğretiyor. Anadolu’daki farklı kentlerde, kasabalarda olan ilgiyi,
okumayı gerçekten önemsiyorum, tiyatroda da, edebiyatta da. Çünkü birileri
okuduğunda “Ben anormal değilmişim! Benden önce benim gibi düşünen başkaları da
varmış! Bak benden önce bu adam da böyle yaşanmış, düşünmüş!” diyebilsinler
diye birtakım şeyleri paylaşıyorsunuz, bunun için yazıyorsunuz aslında. Çünkü
bu kültürel mirastır. Sadece bir kişinin eseri değildir. Örneğin ben Refik
Halit Karay, Reşat Nuri Güntekin ya da Safiye Erol okuduğumda “Bak, onlar da
bunu hissedip yaşamışlar” diyorum. Bunu yıllar sonra söyleyebiliyorsam, elbet
birileri de bizim yazdıklarımız için ileride “Bak bu adam 1990’larda, 2000’lerde
bunları anlatmış. Biz 2050’de hâlâ bunu yaşıyoruz!” diyecektir diye
düşünüyorum. Belki bu da o kişideki yazma akışını körükleyecektir. Bu,
devamlılık içeren bir akış.
- Bu yaşanmışlıkları paylaşmak ve alıcının, yalnız olmadığı duygusunu
hissetmesi sanatın en önemli misyonlarından bir tanesi bence. Ben bunu facebook
ve twitter’dan paylaşımlarınızda kendi adıma da hissediyorum ve pek çok kişinin
de hissettiğini biliyorum.
Sanırım evet. İnsanlar yolda çevirip “Biz sizi seviyoruz. Face’te, Twitter’da
sizi takip ediyoruz” dedikleri zaman ben de bunu hissediyorum.
- Kendinizi yakın hissettiğiniz,
yaratıcılığınızı besleyen, özellikle yurtdışından, yönetmen ya da yazarlar var
mıdır?
Sevdiğim yazarlar elbette var. Klasik tiyatro içinde de, in-your-face
içinde de, daha sonrası akımlar ve new-writing içinde de sevdiğim yazarlar var.
Amerika’dan da, Avrupa’dan da isimler var. Yönetmen olarak da keza. Benim
imgelemimi canlandıran, bir şeyler uyandıran, iyi gelen Alvis Hermanis diye bir
isim var, Árpád Schilling, Alman tiyatrosundan Peter Falk. Bir
yığın isim sayabilirim aslında. David Greig diye bir yazar var, Sarah Ruhl var,
iyi olduğunu düşündüğüm. Caryl Churhill zaten büyük ve önemli bir isim benim
için. Erken bir kayıp olan Sarah Kane gene önemli bir isim. Adam Rapp ilginç
bir Amerikan yazarı. Tracy Letts çok önemli bir tiyatro
insanı. Bunlar sadece o imgelemi besleyen isimler, seyrederken “Evet, ben de
bunu hissediyorum” diyorum. Bunu Türkiye’de, Avrupa ile Ortadoğu arasında bir
ülkede hissediyorum. Bu adam Amerika’nın Doğu kıyısında bir eyalette hissediyor
aynı şeyi. İnsan ruhu nerede olursa olsun insanlık paydasında birbirine yakın.
- Oyun izlemeye ödenekli tiyatrolarda başladım, daha sonra alternatif tiyatrolarda
devam ettim ve bu iki alanda da çok severek takip ettiğim oyunlar oldu.
İzlediğim oyunlarda her zaman yenilik aradım, beni şaşırtsın istedim. Burada,
Türkiye imkânlarıyla bundan sonra in-your-face’ten sonra nasıl bir akım gelir?
Gelir mi? Tiyatro üzerine çok düşünen biri olarak özellikle sormak istiyorum,
tiyatroda dinamizm nasıl sağlanır?
Bence in-your-face
zaten miadını doldurmuş bir yapı. Ondan sonra da çok iyi yazarlar çıktı. Mesela,
David Greig’i hiçbir akımın içine koyamazsın, in-your-face değildir David Greig. Çok farklı ve özel bir yazardır. Beni şaşırtan yazarlar, oyunlar,
tiyatral gösteriler, performanslar ve bunları yapan sanatçılar illa bir akım
içinde olmak zorunda değiller. Şu anda çok renkli bir tiyatro ortamı var. Kimisi
gerçekten geçmişin birikimlerinden yola çıkarak bir şeyler yapmaya çalışıyor. Ama bence bazıları seyircinin hoşgörüsüne çok
fazla sığınıyorlar. Çok kötü işler yapıyorlar ve bu çok kötü işleri bir
nimetmiş gibi sunmaları bana doğru gelmiyor. Çünkü oraya para ödeyerek gidip de
bir oyun izliyorsam, vaktimin çalınmasını, kötü oyunculuklarla, yanlış
diksiyonlarla, ucuz zekâ gösterileriyle bana geri dönmesini istemiyorum. Çünkü
bu, bana bir şey ifade etmiyor. Dolayısıyla bunu da onlarla mümkün olduğu kadar
uygun dille paylaşmaya çalışıyorum. Çünkü gerçekten çok pişman oldum. Geçen
sezon yaklaşık seksen oyun seyrettim, bunun altmışından pişman olmuşumdur ben. Yani
ya sahne üzerindeki şeylerden sıkıntıdan ölmüşümdür, ya oyuncu adına
utanmışımdır, ya rejisör olarak hiçbir reji göremeyip utanmışımdır. Ama o yirmi
oyun arasında gerçekten iki- üç oyun çıkmıştır. O iki-üç oyun da, onu yapan
insanlar da, oynayanlar da, üretenler de gerçekten iyi ki var! İş, bu
anlayıştaki insanların sayısının çoğalmasında. Bunun için de kendimizi
bilgiyle, birikimle desteklemek durumundayız. Yeni yetişen yazarların çoğu
gerçekten okumadan yazıyor. Çünkü ancak okumazsanız bu kadar kötü
yazabilirsiniz. Edebiyatçılar, gerçek yazarlar zaten bunun dışındalar. Onlar
gerçekten geçmişin bilgisiyle, birikimiyle girip, günümüz edebiyatını da takip edip öyle
yazıyorlar. Yeni tiyatrocular da, bakıyorum, bazen gerçekten kötü oyunlar
yapıyorlar. Çünkü ne birbirlerini takip ediyorlar, ne yabancı oyunları! Sadece
kendileri varmış, kendilerinden öncesi yokmuş gibi davranıyorlar. Türk Tiyatrosu’ndaki
bu canlanma, ne yazık ki kalite açısından bir canlanmayı getirmedi. Sadece sayısal
olarak, okuldan çıkan çocukların, bir araya gelip, perde kurup oyun yapması
kavramını getirdi ortaya. Yaratıcılık son derece sade, yalın şeylerle de
olabilir. Ama bunu yapacak ya da buna yönlendirecek mentalite yoksa ortada, o zaman
gerçekten vasat altı, kötü, seyirci hoşgörüsüne sığınan oyunlarla idare etmek
durumunda kalırız. Bunlar bir süre sonra
geldikleri gibi yavaş yavaş çıkacaklar ya da eğer akıllılarsa kendilerini
geliştirip, gerçekten yaratıcı oyunlarla ileride sahne üzerinde var olacaklar
diye düşünüyorum. Küçük görmek değil, okuyup ya da seyredip, eksik buldukları
oyunda neyin olmadığını, oturmadığını anlamaları da önemli.
- Yeni projelerinizi merak ediyorum. Bu, banko
sorulardan biridir.
Yeni oyunum “Bakarsın
Bulutlar Gider”’i Bo Sahne’de yönettim. Selen Öztürk’le Kenan Ece iyi bir düet
sunuyorlar seyirciye.
-
İKSV Müzik Festivali’nde Fazıl Say ile bir projeniz olacak.
Fazıl Say’ın önayak
olduğu bir proje. Demet Evgar, Songül Öden, Esra Bezen Bilgin’in oyuncu olarak
görev aldıkları ve Birsen Tezer ile Serenad Bağcan’ın da şarkılarıyla katkıda
bulundukları bir Sait Faik projesi : “Stelyanos Hrisopulos Gemisi”. Üç kişi bu
hikâyeyi anlatacaklar. Öbür iki kişi de Fazıl Say’ın bestelediği sözlerini
benim yazdığım şarkıları söyleyecekler: “Kedilerin Şarkısı”, “Adanın Şarkısı”,
“Stelyanos’un Şarkısı” gibi… Haziranda Zorlu Center’da ve Burgazada’da olacak
gösteriler. Ona da nisan, mayıs gibi başlayacağız.
- Bu
son sorum çok kişisel olabilir ama esasında tüm insanlığa dair bir şey sormak
istiyorum, sizin sözlerinizle: “Masalın sonunda başımıza düşen elmaları bile
seçemezken, dialoglarımızı oynarken”, daha iyi bir dünya düşünmek ya da değişim
ve gelişimi düşünmek mümkün mü? Ve “Yakındoğu’da İhanet”teki karakterinizin
söylediği gibi “edebiyat, tiyatro, sinema, müzik, kısaca sanat bizi kandırmak
için mi var?”
Bunlar bizi kandırmak
için var. Ama kandırmak da şöyle bir
şey, bize farklı bir masal okumak için var. Biz zaten nasıl bir dünyada
yaşadığımızı biliyoruz. Dünya zalim ve zor bir yer, hayat da gerçekten
acımasız. Çocukluktan itibaren bunu öğrenerek büyüyoruz biz. Örselenerek, dayak
yiyerek, katı kurallar içinde yetişiyoruz. Bu sadece bizde değil, dünyanın her
yanında böyle. Ama bu dünyaya ve bu hayata dayanabilmek için tüm bu sanatlar
gerçekten çok işe yarar masallar sunuyorlar bize. Biz bu masalları kendi
keyfimize göre dinlediğimiz, anladığımız ve bunlarla beraber yeni bir yola
girmeye çalıştığımız zaman, hayat daha katlanılabilir, dünya da daha
yaşanabilir bir yere dönüşüyor. İnsana iyi geliyor, insanın dünya yarasına
merhem oluyor bütün bu sanatlar. Sanat
dediğin mucize, insanın dünya yarasına merhem zaten.
Fotoğraflar: Bülent Yazıcıoğlu
YASAL UYARI: 5846
sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince bu söyleşinin yeniden
yayımlanması, alıntı yapılması ve herhangi bir ortamda basılması önceden izin
gerektirir.
HEr ikinize de yürekten tebrikler. İzninizle son soru ve cevabı alıyorum...
YanıtlaSil