SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.

14 Ekim 2012 Pazar

PANDALARIN HİKÂYESİ


                       PANDALARIN HİKÂYESİ

       “Bedenlerimize ihtiyacımız olduğunu mu düşünüyorsun?”

Yazan: Matéi Visniec
Çeviren: Omid Darvishi
Yöneten: Kemal Aydoğan
Sahne Tasarımı: Bengi Günay
Müzik: Tolga Çebi
Işık Tasarımı: İrfan Varlı
Animasyon: Mertcan Mertbilek/Hande Öztürk

Oynayanlar:
Kadın: Ebru Özkan
Erkek: Caner Cindoruk

Saksafon, A,El, TeleSekreter, Saat- Çalarsaat, Kuş, Dil, Şarap, Birlik… Bu sözcükler Oyun Atölyesinde seyrettiğim “Frankfurtta Kız Arkadaşı Olan Bir Saksafoncu Tarafından Anlatılan Pandaların Hikâyesi” adlı oyunun özenle hazırlanmış kitapçığından benim seçtiğim başlıklar… Başka başlıklar olmasına rağmen bunları seçtim çünkü oyundan bahsederken aklıma ilk gelen bu terimler oldu.

Kendini kolay ele vermeyen bir sürreel oyun “Pandaların Hikâyesi”. Oyun sırasında keyif almakla beraber, çözümleyemediğim noktalarla, kafamda soru işareti oluşturan unsurlarla da karşılaştım. Fakat tüm bu unsurlar bende hoş bir tat bıraktı.

Simgeler üzerinden düşünecek olursak, oyunu çözümlememiz kolaylaşır. Zira oyunun düz bir mantıkla anlanabileceğinin zor olacağı kanaatindeyim. Bizler biriz, bağlıyız, kuşlar gibi özgür olmak isteriz ama ağaçlar misali derin köklerimiz vardır yerde, elimizi uzatırız, unuturuz, uyanırız, yine tanışırız, bazen ne yaptığımızı bile bilmez, kendimize şaşırırız. 
Kafeslerdeyizdir, böyle böyle üreriz, üstü kapalı kafeslerde, ta ki özgür bir kuş olmayı seçene kadar,(kaldı ki yerdeki köklerimizi unutup olabilecek miyizdir) saatler geçmektedir çünkü… Saatler konusu açılınca aklıma direk Ömer Kavur filmleri gelir, Gizli Yüz, Akrebin Yolculuğu… Özellikle Gizli Yüz… Sadece a harfiyle bile anlaşabiliyorken, neden özgür olunmasın ki? Bedenlere ihtiyacımız mı vardır? Bedenlerin buna üzüleceğini mi düşünürüz? Sessizliği bilir miyiz? Sessizliği dinler miyiz? Başkalarını mutlu etmekten hoşlanır mıyız? Peki, onları mutlu edebilir miyiz? Ediyorsak da hala kafesteyiz mi demektir?

Bu derin soruları bana sorduran, geçtiğimiz tiyatro festivalinde seyrettiğim ve bu sezon Devlet Tiyatroları’nda tekrar sahnelenecek Çehov Makinesi adlı oyunun da yazarı olan Matéi Visniec. Çehov Makinesi de dolu, hemen anlaşılması zor olan bir oyundu, Pandaların Hikâyesi için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Kendi adıma, Visniec’in yazdığı ve yazacağı diğer oyunları da merakla okumak istediğimi söyleyebilirim. Oyunun yönetmeni olan Kemal Aydoğan’dan daha önce “ 7 Şekspir Müzikali” ve “Antonius ile Kleopatra” oyunlarını seyretmiştim. Bu oyunda da geçişleri çok sevdiğimi söylemeliyim. Özellikle seyirciyi de içine alan “ sessizliği dinleme” sahnesini… Bengi Günay’a ait olan sade sahne tasarımını, oyuna uygun buldum. Çünkü burada bireyler ön planda olmalı, dekor onların önüne geçmemeliydi ve bu bireyler ise Ebru Özkan ve Caner Cindoruk tarafından başarıyla canlandırılıyorlardı. Ebru Özkan’ın sakin sesi, oynadığı karakterle örtüşmüş ve erkeği hareket ettirecek gücü yansıtabilmeyi başarmıştı. Caner Cindoruk ise bu gücün farkına varış sürecini, başlarda şaşkınlıkla fakat sonra gayet yerinde ve farkında olarak yansıttığını düşünüyorum. Karakteri başlarda bulunduğu durumdan ötürü şaşkınlık yaşıyordu fakat daha sonra kadının etkisiyle “bireysel gücü”nün farkına varmıştı, bu değişimi Cindoruk’un başarıyla oynadığını düşünüyorum ve Cindoruk ile Özkan’ın başarılı bir oyun temposu yakaladıklarını… Oyun Atölyesi deyince aklıma her şeyden önce benim için önemli bir isim gelir: Tolga Çebi… Kendisini bugüne kadar Oyun Atölyesi için yaptığı müziklerle tanımaktayım ve gerek izlediğim oyunlardan, gerekse geçtiğimiz aylarda çıkan “Sahne Müzikleri” albümünden dinlediğim kadarıyla yaptığı müzikleri çok beğendiğimi söylemeliyim… Bu düşüncem, bu oyun için de geçerli olmakla birlikte, dilerim içinde bu oyunun müziklerinin de yer aldığı bir “Sahne Müzikleri 3-4” albümünü yakın zamanda dinleme şansımız olur…

Son olarak oyun kitapçığından bir Mevlana sözü alıntılamak isterim ve bu söz sanırım anlaşılmak/kavramak kavramları üstüne yeterince söz söylemekte: “İki parmağının ucunu gözüne koy. Bir şey görebiliyor musun dünyadan? Sen göremiyorsun diye bu dünya yok değildir…”

                                               

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder