"19. İSTANBUL TİYATRO FESTİVALİ"’NİN ARDINDAN
“19. İstanbul Tiyatro Festivali” 9 Mayıs - 5 Haziran
tarihleri arasında gerçekleşti. Yerli oyunların yanında yabancı oyunları da
izlediğim ve benim için oldukça heyecan verici olan bu süreçte sahnelemeler,
oyunculuklar ve yeni teknikler üzerine düşündüm. Çoğunlukla tiyatro algıma yeni fikirler
katan, kapı açan, derinlik ve düşünme olanağı veren yapımlar izledim. Bundan
sonraki birikimimde bu yapımların muhakkak katkısı olacaktır. Bir ay süren bu
festival sırasında toplumca acı olaylar da yaşadık. Duyarlı insanlar için
oldukça zorlayıcı olan bu süreçlerde ben Türkiye’de sanatla uğraşmanın önemini
(ve bir yandan zorluğunu) ve sanatın insanın ruhuna ne kadar iyi geldiğini bir
kez daha hissettim. Bu süreçte hem iyi gelen hem de tiyatro ve sanat üstüne
düşündüren yerli tiyatro topluluklarına ve tiyatro ile ilgilenen herkes için
çok önemli bir deneyim olan yabancı tiyatro topluluklarını bizlerle buluşturduğu
için İstanbul Kültür Sanat Vakfı’na çok teşekkürler!
9
Mayıs
“NE
YAPTIYSAK NAFİLE”
Ortak yapımcılar: TR WARSZAWA AND SCHAUBUHNE AM LEHNINER PLATZ
Yazan
Dorota Maslowska
Yöneten
Grzegorz Jarzyna
Sahne Tasarımı
Magdalena Maciejewska
Kostüm
Magdalena Musial
Işık
Jacqueline Sobiszewski
Müzik Düzenlemeleri
Piotr Dominski, Grzegorz Jarzyna
Video
Cokierek, Pani K.
Oyuncular
Roma Gasiorowska, Maria Maj, Magdalena Kuta,
Agnieszka Podsiadlik, Aleksandra Poplawska, Danuta Szaflarska, Katarzyna
Warnke, Rafal Mackowiak, Adam Woronowicz, Lech Lotocki (radyo sesi)
"19. İstanbul Tiyatro Festivali", “Ne Yaptıysak Nafile” oyunu ile açıldı. Yazar, Dorota Masłowska 1983 Polonya doğumlu. Dil kullanımı, özgünlüğü ile Polonya’nın yenilikçi yazarlarından. “Beyaz- Kırmızı Bayrak Altında Leh-Rus Savaşı” adlı ilk romanı Polonya’da önemli ödüllere aday gösterilmiş ve pek çok Avrupa ülkesinde de çevirisi yapılmış. “Ne Yaptıysak Nafile”, “Lehçe Konuşan İki Gariban Rumen” adlı ilk oyunundan sonra yazdığı ikinci oyunu. Bu iki oyun, bir kitapçık halinde fuayede ücretsiz olarak sunuldu.
Yenilikçi yönetmen Grzegorz Jarzyna, daha önce
Macbeth, 4.48. Psychosis, Festen, Nosferatu, Doctor Faustus, Medea Project gibi
oyunları yönetmiş. Yine fuayede ücretli olarak sunulan “Jarzyna: Teatr/
Theatre” kitabı, yönetmenle yapılmış söyleşinin yanında yönettiği oyunlar
hakkında da hem yazılı hem görsel açıdan önemli bir kaynak. 2007 yılında
yönettiği "Macbeth" de dvd olarak satıştaydı.
“Ne Yaptıysak Nafile”’nin artısı, oyunun özünde
Polonya’nın derdini konu almasının yanında, Türkiye’ye (ve hatta benzer konumlu
diğer Doğu ülkelerine) yabancı kalmaması. Dorota Masłowska’nın metni bir
uyumsuz tiyatro örneği. Beckett, İonesco, Pinter gibi yazarların etkileri
görülüyor. Masłowska, metnin ilk yarısında, ele aldığı konuları (2. Dünya
Savaşı, Postmodernizm) güldürü öğelerine
ağırlık vererek işlemiş. İkinci yarıda ise “2. Dünya Savaşı” ve “postmodern
yaşam”ı, yine absürditeyle beraber ama bu defa güldürü öğelerini azaltarak
yansıtmış. Metin, çift perdeden oluşuyor ancak tek perdeyle sahnelendi.
“Senin İçin Değil” dergisinin astroloji kısmından,
önceki senenin domuz burcu insanları için su, domuz derisi, jelatin, süresi
dolmuş krema, sıvı bulaşık deterjanından oluşan “Fi Tarihli Tavuk Jambon”
tarifi ilk yarıda ağır basan absürd komedi havasına örnek olarak verilebilir. Pinter
ve Beckett’in oyunlarındaki söz tekrarlarını bu metinde de görebiliyoruz.
Karakterlerden Bozena, “domuz gibi” şişmandır, insanların görüş alanına
girmemesi gerektiğini diğer karakterlerle birlikte kendi de tekrarlar.
Metnin ana mesajına geçilen ikinci kısımsa “Fransa’da
Fransa vardır, Amerika’da Amerika, Almaya’da Almanya, hatta Çekya’da bile
Çekya, Polonya da sadece Polonya’dadır. Fransa’da baget, İngiltere’de tost,
Almanya’da brötchen, bir tek Polonya’da sürekli ekmek, ekmek de ekmek!” tümcesiyle
örneklenebilir. Yansıtılan Polonya’nın dışlanmışlık duygusu, var ol(a)mamışlık,
yokluk, dördüncü sahnenin sonundaki “Herkes bir şekilde yaşamamak ister”
repliği ile birleşince, oyunun iletisi su yüzüne çıkıyor.
Oyunculuk alanında “Küçük Metal Kız”ın finaldeki performansı dışındaki performanslardan etkilendiğimi söyleyemem. Ancak, absürd bir metni, sahnede bugüne kadar pek çok başarı sağlamış bir yönetmenin rejisiyle izlemek, Polonya Tiyatrosu’nda neler yapıldığına dair küçük bir bilgi sahibi olmak adına önemli bir deneyim oldu. Ayrıca bu oyun bir uyarlama ile bizde de çok başarılı bir şekilde sahnelenebilir diye düşündüm. Özellikle büyük sahneli salonlarda.
Görsel kaynaklar:
http://turkiye.culture.pl/tr/gallery/ne-yaptiysak-nafile-grzegorz-jarzyna-galeri
12
Mayıs
“ÖZGÜRLÜĞÜN
BEDELİ- MONTSERRAT”
ESKİŞEHİR
BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ ŞEHİR TİYATROLARI
Yazan
Emmanuel Roblès
Çeviren
Kaya Öztaş
Yöneten
Barış Erdenk
Dekor Tasarım
Aytuğ Dereli
Kostüm Tasarım
Funda Karasaç
Işık Tasarım
Osman Uzgören
Hareket Düzeni
Sibel Erdenk
Oyuncular
Sermet Yeşil, K. Sinan Demirer, Mert Kırlak, Burcu
Tutkun Oruç, Berkay Akın, Emir İzci, Hakkı Kuş, Nagihan Orhan, Emre Demirci,
Yalçın Özen, Umut Bazlama, Ozan Çolak, Celal Örnek
Cezayir doğumlu yazar Emmanuel Roblès’in oyunu
“Özgürlüğün Bedeli” geçen sene şubat ayında prömiyerini yapmıştı. Simon Bolivar’ın
Latin Amerika’yı İspanyol zulmünden kurtaracağına inanmış olan subay Montserrat,
onu işgalci subayların elinden kurtarıp kaçmasını sağlar. Ancak bu durumun
anlaşılması, Montserrat’nın tutsak düşmesi ve işkence görmesine neden
olacaktır. Ne var ki, Montserrat’nın Bolivar’a inancı tamdır. O kazandığı
takdirde özgürlük sağlanmış olacaktır. Bu yüzden işgalci İspanyol subayı,
Montserrat’ya işkence etse dahi konuşturamayacağını anladığından, ona manevi
baskı yapar. Sokaktan rastgele seçilen altı kişi tutuklanır ve Montserrat’nın
karşısına getirilir. Montserrat ya Bolivar’ın yerini söyleyecektir ya da kimisi
yeni evli, kimisi küçük çocuklarıyla yalnız yaşayan bu altı kişi
öldürülecektir. Toplumumuzun durumuna hiç de uzak olmayan önemli bir metinle
karşı karşıyayız. Metin, öncelikle seyirciye vicdan muhasebesi yaparak, kendini
Montserrat’nın durumunda düşünmesini sağlıyor. “Kişi özgürce yaşamıyorsa ve
eğer gerçekten adaleti getirebilecek bir lider ya da kurumun varlığına
inanıyorsa ölmeli midir?” sorusu üzerinde duruyor. “Baskı altında yaşayacaksak,
ölmek yeğ midir?”
Tutsaklar, metnin bir diğer önemli karakteri olan rahibe
yalvarırlar ancak tarih boyunca pek çok defa tekrarlandığı gibi din, iktidarın
yanındadır. İktidar, Tanrı’nın yeryüzündeki sesi olduğuna göre, din de onu
destekleyecektir! Bu nedenle kurbanlar, sessizce dua etmeli, kaderlerine boyun
eğmelidirler! Bu duruma ne kadar aşinayız değil mi! Çaresizlik, özgürlük,
esaret, zulüm ve adalet oyunun ana kavramları.
Bu etkileyici metnin başarılı bir oyuna dönüşmesinde
yönetmen Barış Erdenk’in payı büyük kuşkusuz. Metinde, ölümler sahne arkasında
tasarlanmış ama Erdenk cinayetleri sahne üstünde göstermeyi tercih etmiş. Bu
seçimi doğru buldum çünkü ülkemizde ne kadar sokak ortalarında insan
katledilmesine aşina olsak dahi metindeki bu düzenleme oyununun gerçekliğini
arttırmış ve bizleri bu gerçeklikle bir kez daha çarpıştırmayı başardı. Bu
çarpışmada bel kemiği görevi gören oyuncuların performanslarını da çok
etkileyici buldum. Her biri rollerini yaşayarak seyirciye sunuyorlardı.
Tutsaklar, korku ve çaresizlikle isyan ediyor, işgalciler ise iktidarın
yetkisiyle tüm güçlerini zalimce tutsaklar üzerinde kullanıyorlardı. Montserrat’yı
oynayan Sermet Yeşil’i ise ayrıca kutluyorum. Kolay bir karakter olmayan,
devrime inancı olan ancak yaşanan zulüm nedeniyle çaresizce adalet ya da ölüm
arasında git-geller yaşayan karakterini başarıyla işlediği için. Son derece
gerçekçi bir performanstı. Yeşil’i çok sevdiğim filmlerden biri olan Reha
Erdem’in “Kosmos”uyla tanımıştım. Bu sene ise sezonun en başarılı oyunlarından
biri olan “Savaş”’ta, savaştan gözlerini kaybederek geri gelen bir karakteri
oynuyordu.
“Özgürlüğün Bedeli” festivalin etkileyici yerli
oyunlarından biriydi.
Görseller, İKSV’nin festival sayfasından alınmıştır.
16
Mayıs
“KRAL
(SOYTARIM) LEAR”
ALTIDAN
SONRA TİYATRO – PANGAR
Ortak yapımcı: İSTANBUL TİYATRO FESTİVALİ
Yazan
William Shakespeare
Çeviren
İrfan Şahinbaş
Uyarlayan ve Yöneten
Yiğit Sertdemir
Sahne Tasarımı
Candan Seda Balaban, Yiğit Sertdemir
Müzik
Tuluğ Tırpan
Kostüm, Maske, Kukla, Makyaj Tasarımı
Candan Seda Balaban
Işık Tasarımı
Yüksel Aymaz
Oyuncular
Tomris İncer, Güven Kıraç, Berkay Ateş, Demet Evgar,
Okan Yalabık, Sezin Akbaşoğulları, Umut Kurt
Korrepetitör
Selen Öztürk
Maske Oyunculuğu Koçu
Elif Sözer
Yönetmen Asistanı
Pınar Ongun
Tasarım Asistanları ve Sahne Teknisyenleri
Ebru Özdemir, Merve Durak
Genel Koordinatörler
Gülhan Kadim, Nilgün Kurt
Bu sene Shakespeare’in 450. Doğum yılı olması sebebiyle
festivalde pek çok Shakespeare oyunu sahnelendi. İngiltere’den Propeller
Theatre Company’nin ve Polonya’dan Baltic Dance Theatre’ın yapımları dışında
yerli yapımlar arasında da Shakespeare yorumlamaları vardı. Bunlardan biri de
Yiğit Sertdemir’in yönettiği “Kral (Soytarım) Lear” idi. Festivalin başarılı
yerli yapımlarından biri olduğunu düşündüğüm bu oyun, “Klasik bir metin,
grotesk öğelerle nasıl yeni baştan yorumlanır?” sorusunun cevabı olarak
değerlendirilebilir. Bu tragedyayı, geçen sene Aya İrini’de İngiltere’den Globe
Theatre yorumuyla izlemiş ve başarısız bulmuştum. Oyunculuk açısından
karakterlerin yansıtılamadığını ve sade dekorun da bir tutku uyandırmadığını
düşünmüştüm. Böyle olunca bir İngiliz oyunu izlemekten öte başka bir deneyim
katmamıştı bana. Bu oyundan sonra Shakespeare’in her biri klasik olarak
addedilen oyunların sahnelenmesi üzerine düşünmeye başladım. Bu klasik oyunlar,
yüzyıllardır oynandığına göre artık Shakespeare sahnelerken, yenilik getirmek
ve seyirciye yeni bir algı ve bakış açısı göstermek oyun yönetmeninin temel
ilkesi olmalıydı. “Kral (Soytarım) Lear”’ı yorumlamasıyla Yiğit Sertdemir bana
aradığım yeni bakış açısını sundu. Tragedyayı, trajik öğelerini koruyarak,
grotesk bir yorumla sunmak, oyuna her şeyden önce bir dinamizm katıyor. Metni
okumuş olmanıza rağmen, sizi maskelerle, kuklalarla, zihin açıcı sahneleme
öğeleriyle (Açılıştaki karakter tanıtımı, mektup yazma sahnesi gibi) şaşırtmayı
başarıyor. Yiğit Sertdemir’in grotesk yorumlama tarzını daha önce “Dertsiz Oyun”
ya da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi tiyatro öğrencileriyle
sahnelediği “Balkon” oyununu seyredenler anımsayacaklardır. Bu yorumlamaların
başarısında Candan Seda Balaban’ın makyaj, kostüm ve -bu oyunda- kukla
tasarımlarının da payı büyük kuşkusuz.
Oyun, groteskin soytarıların tiyatrosu olduğu
ifadesine dayanarak (Jan Kott- Çağdaşımız Shakespeare) soytarının gözünden
anlatılıyor. Güldürü öğelerinin ağırlıkta olduğu ilk yarıdan sonra ikinci
yarıda Kral Lear’ın “benim yerime sen geç” demesiyle, soytarı söz sahibi oluyor
ve ağırlık ona geçiyor. Oyunun soytarının gözünden yorumlanması işte burada
başlıyor.
Bu yorumu, bize oyunculuklarıyla daha da keyifli
hale getiren isimlerse soytarı rolünde Tomris İncer ve Kral Lear rolünde Güven
Kıraç başta olmak üzere, Okan Yalabık, Demet Evgar, Umut Kurt, Berkay Ateş ve
Sezin Akbaşoğulları. Sahneleme, klasik bir rejide belki oyun içinde tekdüzeliğe
düşebilecek performanslara izin vermiyor. Ani geçişler, tepkiler, ses ve beden
kullanımı oyunculara dinamik bir performansını şart koşuyor. Maske oyunculuğuna
ise Elif Sözer ile uzun süre çalışmışlar. Ayrıca oyunun yanında enstrümanları
da kendileri çalıyorlar. Emekleri büyük alkışı hak ediyor! Umarım gelecek
sezonda devam eder ve sizlerle beraber ben de bir kez daha izleme şansı
bulurum.
Oyun, 15-16 Mayıs’ta sahnelenecekti ancak Soma’da
hepimizi derinden üzen facia sebebiyle ilk gece oynanmadı. 16 Mayıs’taki
prömiyer ise Yiğit Sertdemir’in açtığı “#Soma#İşkazasıDeğilCinayet” pankartı ile
sonlandı.
Görsel Kaynaklar: Ali Güler, son fotoğraf hariç
20
ve 23 Mayıs
PROPELLER
THEATRE COMPANY’DEN İKİ SHAKESPEARE OYUNU: “BİR YAZ GECESİ RÜYASI” ve “YANLIŞLIKLAR KOMEDYASI”
Yöneten
Edward Hall
Tasarlayan
Michael Pavelka
Işık
Ben Ormerod
Müzik
Propeller Theatre Company
Ses
David Gregory
“Propeller Theatre Company” tamamı erkeklerden
oluşan bir tiyatro topluluğu. 1997 yılındaki "9. İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali"’nde
Almanya’dan “Othello” oyunu ile gelen “Ismael Ivo Dans Tiyatrosu”nda da kadın
rolleri erkekler tarafından oynanmış. Propeller Theatre Company bugüne kadar
Avrupa ülkelerinin yanında Amerika, Avustralya, Bengaldeş, Çin, Malezya ve pek çok dünya ülkesine de turneler yapmış. Maske çalışmalarından,
animasyondan, tarih boyunca yer etmiş pek çok müzikten etkilenmişler. “Bir Yaz
Gecesi Rüyası”nda da maske oyunculuğundan yola çıkarak oyuncuların yüzlerinin
boyanması tercih edilmiş.
Fotoğraf: Ali Güler
Oyundan önce sahnede ve salondaki konuşmalarında,
oyun arasında ise fuayede verdikleri küçük konserlerde gözlemlediğim kadarıyla
oyuncular genel olarak dinamikler. Bu dinamiklik, tüm sahnelerde ve pek çok
oyuncunun oyuna başlarken “Let’s have some fun” (Biraz eğlenelim) ifadeleriyle
de anlaşılıyor. Topluluk, tüm kontrol mekanizmasını oyuncuya sunduğunu
belirtiyor. Oyuncular da bu mekanizmayı seyircinin ilgisini dinç tutarak
üzerlerinde topluyor. Her iki oyunda da seyirciler pek çok sahnede
kahkahalarıyla ilgilerini belli ettiler.
Fotoğraf: Beste Korkmaz
“Bir Yaz Gecesi Rüyası”, “Yanlışlıklar Komedyası”na
göre daha klasik bir yorumla sahnelenmiş. Bu oyunda, Puck’ı oynayan Joseph
Chance’in performansı dışındaki oyunculuklardan çok etkilendiğimi söyleyemem. Bunun
yanında zamanlama, sahneye giriş-çıkış ve özellikle birbirlerinden rol çalmama
konusunda hepsi büyük uyum içindeydi. Müzik ve efektleri kendileri
yapıyorlardı. Ekip olarak da enerjik olmalarına rağmen bu oyundan çok tatmin olmuş
olarak ayrılmadım. Ancak beğendiğim noktalar da oldu. Oyunun tamamen
klasik bir rejiyle sahnelendiğini söyleyemeyiz. Klasik anlayıştan uzaklaşmadan
hayal gücüne dayalı çeşitli zenginlikler vardı. Dekor, örgülü yarı şeffaf
perdeler ve yerle tavan arasına yaklaşık bir metre mesafeyle yerleştirilmiş
sandalyelerden oluşuyordu. Metnin ikinci perdesinin ilk sahnesinde Oberon ile
Titania’nın sahne üzerinde değil, sandalyelerin bulunduğu bu yükseklikte
tartışmaları, diğer karakterlerin de pek çok sahnede bu sandalyeleri
kullanması, oyunun, sadece sahne üstünde ve işlevsiz bir dekorla oynanmaması
bakımından olumlu bir özellik. Metnin üçüncü perdesinin ikinci sahnesindeki,
oyunun ise ikinci perdesinin başında Puck’ın büyüsünden sonra Lysander’in
Helena’ya aşkını ilan etmesi, Hermia ve Demetrius’un da sahneye katılışıyla
çıkan kavga sahnesi, oyunun oyunculuk açısından da en başarılı sahnelerinden
biriydi. Beğenerek ve kahkahalarıyla ilgilerini belli eden seyircilerin yanında
arada salonu terk eden seyirciler de gözlemledim. Oyun, ikinci yarıda
performans açısından daha başarılıydı.
“Bir Yaz Gecesi Rüyası”ndan iki akşam sonra
izlediğim “Yanlışlıklar Komedyası” ise izlemekten daha zevk aldığım bir oyun
oldu. Oyuncular, önceki oyundaki gibi
dinamikti ancak bu defa bu dinamizm rejiye de yansımıştı. Bu yorum, topluluğun
“tiyatro sanatının keşfedilmemiş pek çok yüzünü keşfetme” amacına çok daha
fazla uyan bir çalışmaydı. Öyle ki Dromio’lar kot pantalonla oynadılar. Yan
karakterler ise oyundan önce ve arada Meksika şapkalarıyla seyircilerin
arasında dolaştılar. Bugüne kadar izlediğim oyunlarda modernizm arayışıyla pek
çok klasik oyunun kot ya da başka günlük kıyafetle sahnelendiğine şahit
olmuştum ancak bu oyunda bu modernizm, oyunun tümüne aşılanıp ona göre
yorumlandığı için kesinlikle sırıtmıyordu. “Yanlışlıklar Komedyası”
Shakespeare’in en eğlenceli oyunlarından biri olarak tarihe geçmiş. İki ikiz
efendi ve iki ikiz köle çok küçük yaşta ayrı düşerler. Birbirlerinin ikizleri
olduğundan haberleri bile yoktur. Efes’te karşılaştıkları bir gün, herkesin bu
ikiz kardeşleri birbirlerine karıştırması ve ikizlerin de birbirlerinden haberi
olmaması nedeniyle olaylar karışır ve yanlışlıklar büyür. Çözüldüğünde herkes
mutlu sona kavuşacaktır. Oyunun bu eğlenceli havasına, renkli kıyafetler ve renkli
ışıklar çok uygun düşmüş. Dekor, “Bir Yaz Gecesi Rüyası”ndaki gibi abartısız ve
kullanışlıydı. Duvarlardaki orta boyuttaki graffitilerse oyunun eğlenceli
havasında görsel zenginlik oluşturmuş ama onların yerine başka bir renklendirme
olabilir miydi diye de düşündüm.
Fotoğraf: Ali Güler
“Bir Yaz Gecesi Rüyası”nda beni bazı sahneler
dışında çok tatmin etmeyen oyunculuklar ise bu oyunda yerini yetkin
oyunculuklara bırakmıştı. Ekip aynı olmasına rağmen, ben bu oyundaki
performansların ayrı bir canlılık ve enerjiyle oynandığını düşündüm. “Bir Yaz
Gecesi Rüyası”nda da enerjiklerdi ancak hem metin hem de rejinin oyunu çağımıza
uyarlama çalışması ve oyunculuk yönetimi gereği (“Bir Yaz Gecesi Rüyası”nda
tekdüzeliğe düşen performanslar vardı) genelde tüm oyuncular aktif olmak
zorundaydılar. Oyunun en modernist kısmı ise Doktor Pinch’in Efesli
Anthipholus’un karşısına çıktığı sahneydi. Neredeyse disko müziği sayılabilecek
bir şarkıyla ve ses ve ışık efektleriyle oynanan bu sahne benim oyunda en çok
sevdiğim bölümlerden biri oldu.
Festival kapsamında Propeller Theatre Company’yi
izlemek keyifli bir deneyimdi. Ayrıca, “Bir Yaz Gecesi”nin son sahnesindeki
“imdat” ve “Yanlışlıklar Komedyası”nda “merhaba” ve “şerefe” sözcüklerinin
Türkçe söylenmesi, çok hoş bir espri oluşturmuş. Böyle pozitif enerjili bir
ekip çalışması izlemenin pek çok kişiye iyi geldiğini düşünüyorum. Başka bir
düşüncem de Türkiye’de yeni sezonlarda Shakespeare sahnelemeyi düşünen
tiyatroların tüm karakterleri kadın oyunculara oynatmaları. Bu yorumlama
herşeyden önce oyuncu için de seyirci için de önemli bir deneyim
oluşturacaktır.
Oyundan
önce kendi çekimim.
26
Mayıs
“YAŞAR
NE YAŞAR NE YAŞAMAZ”
DİYARBAKIR
BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ ŞEHİR TİYATROSU
Yazan
Aziz Nesin
Kürtçeye Çeviren
M. Emin Yalçınkaya
Yöneten
Ferhat Keskin
Koreografi
Serhat Kural
Oyuncular
M. Emin Yalçınkaya, Vural Tantekin, Özcan Ateş,
Elvan Koçer, Leyla Batği, Ayşe Sır, Berin Çelik, Mehmet Musaoğlu, Mesut Erenci,
Şabettin Dağ, Kemal Ulusoy
Müzisyen
Deniz Güney
Işık Tasarımı
Bayram Can
Konduvit
Hasan Bükey
Yurtdışından gelen tiyatro toplulukları kadar
İstanbul dışından gelen tiyatro topluluklarını da fırsat buldukça izlemeye
çalışıyorum. “Eskişehir Şehir Tiyatroları” ve “Diyarbakır Şehir Tiyatrosu” bu
festival aracılığıyla oyunlarını seyrettiğim tiyatro kurumları. Diyarbakır Şt,
İstanbul Şehir Tiyatroları bünyesinde de sahnelenen müzikli oyun “Yaşar Ne
Yaşar Ne Yaşamaz”la Kadıköy Haldun Taner sahnesindeydi. Bugüne kadar radyo
oyunu, sahne oyunu, sinema gibi farklı sanat alanlarında değerlendirilen Aziz
Nesin’in bu romanı, Türkiye’deki sosyal kurumların büyük bir eleştirisidir. Ne
yazık ki bu işleyişte yıllardır hiçbir değişim olmaması bu oyunun trajik yanını
koruyor. İnsan devlet dairesinde müsveddedir, vergi öderken önemli, hak ararken
değersizdir, devletin belgeleri tartışmasız doğrudur… İstanbul Şehir
Tiyatroları’nın yorumunun yedi senedir sahneleniyor olması (teatral
niteliklerin yanında) sanıyorum halkın oyunun içeriğine hiç yabancı
olmamasından kaynaklanıyor. Aziz Nesin’in büyük bir gözlemle bu eseri yazmış
olması ve toplumsal yaşantıdaki bu aksaklıklardan bahsetmesi karşısında çözüm
üretilmemesi, işleyişin düzeltilmemesi ve bir de üstüne Aziz Nesin’e “hain”
sıfatının yakıştırılması, devletin anlayışını apaçık önümüze koyuyor.
Diyarbakır Şehir Tiyatrosu daha kısa bir anlatımı
tercih etmiş. Romanın 340 sayfa civarı olduğu düşünülürse, elbette sahneleme
aşamasında çeşitli çıkarmalar, düzenlemeler yapılacaktır. Ancak, doksan
dakikalık bu yorumun beni çok tatmin ettiğini söyleyemeyeceğim. Trajedinin
komedi unsurlarıyla dengelenmesi sağlanmış ancak İstanbul Şt’nin 180 dakikalık
yorumundan çıkartılabileceğini düşündüğüm sahneler olduğu gibi, bu oyuna da
birkaç sahne eklenebilir ya da var olan sahneler seyirciyi sıkmayacak şekilde derinleştirilebilirdi
diye düşündüm. Hızlandırılmış ya da kısa bir yorum olarak değerlendirilebilir.
Bir on yaş daha genç bir Yaşar da daha inandırıcı olabilirdi. Bununla birlikte
oyunda Türkiye bürokrasisinin Kürtler tarafından, onların bakışıyla
yorumlanmasını önemli buldum. Ayrıca
Yaşar’ın finale doğru sokakta isyan etme sahnesinde, ona karşı polisin duman
makinesiyle gaz sıkması çok manidardı.
Sahne geçişleri ve müzikler (Deniz Güney) oldukça
başarılıydı. Oyunculuklarda ise en çok Ayşe rolünü oynayan Elvan Koçer’i
beğendim. Hem duyguları yaşayışı hem de finaldeki şarkıda sesi etkileyiciydi.
Umarım Koçer’i bundan sonra başka bir Diyarbakır Şt turnesinde ya da
İstanbul’daki bir tiyatroda izleyebiliriz.
Fotoğraf, İKSV Festival sayfasından alınmıştır
Ek bir düşünce: Haldun Taner Sahnesi’nin havasız ve sıcak
salonunda oyunu seyrederken burası hiç olmazsa Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin
yarısı olsun dedim. Zira binanın arkası konservatuvar olduğu için bir yenileme
yapılamıyor olabilir ancak seyirci ve oyuncuların bu düşük nitelikli salonları
hak etmediğini düşünüyorum. (Elbette hiç yoktan iyidir. Pek çok zaman ve mekânda
kendisine eşyadan değersiz olduğu hissi verilen halkımızın pek çoğu iyi bir
salon olarak da nitelendirebilir ancak böyle olmamalı. Tabi, iyileştirme
vaadiyle alınıp sevimsiz bir AVM olarak önümüze sürülme riskini düşünmeyi hiç
istemiyorum!)
28
Mayıs
“BİR
HALK DÜŞMANI”
SCHAUBÜHNE
BERLİN
Yazan
Henrik Ibsen
Yöneten
Thomas Ostermeier
Dramaturji
Florian Borchmeyer
Sahne Tasarımı
Jan Pappelbaum
Kostüm Tasarımı
Nina Wetzel
Müzik
Malte Beckenbach, Daniel Freitag
Işık Tasarımı
Erich Schneider
Duvar Yazıları
Katharina Ziemke
Oyuncular
Dr. Stockmann Christoph Gawenda
Member of City Council Ingo Hülsmann
Mrs. Stockmann Eva Meckbach
Hovstad Andreas Schröders
Aslaksen David Ruland
Billing Moritz Gottwald
Morten Kiil Thomas Bading
Schaubühne Tiyatrosu 1962’de kurulmuş. Geçirdiği pek
çok süreçten sonra 1999’dan beri sanat yönetmenliğini İstanbul seyircisinin de
önceki festivallerden “Nora-Bir Bebek Evi” ve “Hamlet” rejisiyle tanıdığı
Thomas Ostermeier yapıyor. 2002 yılındaki “13. Uluslararası İstanbul Tiyatro
Festivali”ne de “Bedenler” adlı dans gösterileriyle konuk olmuşlar. Bugüne
kadar Avrupa ülkeleri dışında Kuzey ve Güney Amerika’ya, Avustralya’ya ve Asya’ya
turneler yapmışlar. Dünyanın bir sürü şehrinde oyunlarını sahnelemişler.
Oyundan sonraki söyleşide Thomas Ostermeier, Almanya’da devletin sanata katkı
sağlamadığını, kültür bakanlığının sanata çok küçük bir bütçe ayırdığını, bu
bütçenin de diğer kurumlarla paylaşılınca fazlasıyla bölündüğünü, bu nedenle
tüm kazançlarını turnelere borçlu olduklarını ifade etti.
“Bir Halk
Düşmanı” prömiyerini 2012 senesinde Avignon Festivali’nde yapmış. Henrik İbsen’in
bu oyunu 1882 yılına ait. Avrupa bir yana bu oyunun bugünün Türkiye’sine
fazlasıyla uyduğunu düşünüyorum. Dr. Tomas Stockmann, pek çok kişinin ziyaret
ettiği bir kaplıcanın sularının zehirli olduğunu fark eder ve halkı
bilinçlendirmek ister. Ancak bu isteğini gerçekleştiremez. Taraflı gazeteciler
ve kendi çıkarını düşünen kaplıca yetkilisi ağabeyi tarafından engellenir.
Zehirli kaplıca suyu temelinde Stockmann, aslında tüm toplumun zehirlenmiş olduğunun
farkına varır. Bu genel adaletsizliği halka bir söylevle anlatmak ister ancak
büyük tepkiyle karşılaşacak ve “halk düşmanı” olarak nitelendirilecektir.
Ostermeier, dramaturguyla beraber metni düzenlemiş,
modernize etmiş, eklemeler/çıkarmalar yapmış. Metne fazla bağlı kalmamaları,
yaratıcılık düzeyine de yansımış. Sahne geçişlerinde oyuncuların enstrümanlarla
modern müzik yapmaları oldukça başarılı olmuş. Arasız 150 dakikalık oyunda bu
modernizasyonun seyircinin de ilgisini dinç tutmasını sağladığını düşünüyorum. Festivalde
sahne aldıkları ilk geceden sonra oyunda Türkiye’ye de değinmek istemişler.
Abisinin Stockmann’ı tekmelemesi (Başbakanın mali müşavirinin Soma’da bir
vatandaşımızı tekmelemesinden hareketle), “pis çapulcu” repliği ve ayrıca
“Ekonomi krizde değildir, ekonomi bizzat krizdir” replikleri seyirciden de
fazlasıyla ilgi gördü. Oyunun metnin aslından farklı olarak “Peki dürüst
Stockmann da dürüstlüğünden vazgeçip, kendi çıkarını düşünebilir mi?” sorusuyla
bitmesi ise, 21. Yüzyıl insanının ikircikliğini anlatması bakımından önemli
olmuş.
Oyunla ilgili olumsuz bulduğum en önemli nokta,
metnin dördüncü sahnesinde, Dr. Stockmann’ın halka söylev verme sahnesinin
interaktif yapılmasıydı. Kimi konsept oyunlar dışında interaktif oyunları çok
tasvip etmiyorum. Bu oyundaki sahneyle ilgili olarak da fazlasıyla “seyirciye
oynandığını” düşündüm. Seyirciden Thomas’ı neden haklı bulduklarının
açıklanması isteniyor. Toplumumuzdaki haksızlıkların ve adaletsizliğin
bünyemizde birikmişliğiyle seyirciler üçer beşer, beşer onar söz alıp, haklı
olanı anlatmaya çalışıyorlar. Yürekten katıldığım “Sesi yüksek çıkan her zaman
haklı değildir”, “Her yer Gezi her yer Direniş!” ve daha pek çok cümle sarf
ediliyor. Evet, seyirci oyunun içinde! Ancak dramatik yanı fazla ağır basıyor
ve uzuyor! Biz bu söylemleri günlük hayatımızda, adalet talep
ettiğimiz herhangi bir mecrada kullandık ve kullanıyoruz. Gayet aşinayız ancak
oyunun bağlamından kopmamakla beraber bu sahnenin oyunun modernizasyonunda
gerekli olup olmadığını düşündüm. Zira seyirci en haklı söylemi dahi savunsa
oyunun işleyişinde bir ikinci yola başvurulmayacaktı, Dr. Thomas her halükarda
haksız çıkacaktı. Seyirciyi oyuna dâhil etmek, belki ilgiyi canlı tutmak,
seyircinin oyun izleniminde normalden daha büyük bir etki bırakmak için olabilir.
Oyun sonrası yapılan söyleşide Thomas Ostermeier, turnelerde kendileri de bu
sahnede şaşırdıklarını, New York’taki seyircilerin “devrim” çığlıkları atarken,
Atina’da pasif bir seyirciyle karşılaştıklarını belirtti. Oyunun modernizasyonu zaten yeterliydi, bu bir
nevi foruma çok da gerek olmadığını düşündüm.
Dekor sade
ama aynı zamanda kullanışlıydı. Duvardaki tebeşir yazıları, Stockmann’ların
evinden gazete basımevine geçildiğinde “redaktion” yazılması, söylev mekânında
duvarların beyaz boya ile rastgele boyanması, Dr. Stockmann’ın yalnız bırakılmışlığının
mekanın önemsizliği üzerinden anlatılması işlevseldi.
“Peter Stockmann” oyunun karşı gücü, en sözü geçen
karakteri. Ingo Hullsman, karakterini önce içselleştirmiş, daha sonra da
vücuduyla bu karakteri dışarı yansıtma konusunda çalışmış. Karakterin yapısı ve
Hullsman’ın vücudu birleşmiş. Performansını çok başarılı buldum. Seyircilerden
interaktif kısmında aldığı olumsuz tepkileri ve “yuh”ları da gözönüne alırsak
performansının pek çok kişiyi etkilediğini söyleyebiliriz. Oyunun yan karakteri
"Billing" ise kıyafeti ve davranışlarıyla “modernize” edilmiş bir karakter. Ostermeier, bu “modern görünümlü genç
gazeteci” karakteriyle “bazı insanlar ne kadar modern görünümlü olursa olsun
yine de kendi yararını düşünür ve boyun eğer” iletisini vermiş. Moritz Gottwald
de bu rolde “modern görünümlü insanın” vereceği tepkileri düşünmüş, mimik ve
jestleriyle o karakteri oluşturmuş, oyunculuğunu başarılı buldum. Pek çok
seyirci de bu anlık tepkileri beğendiğini kimi yerde kahkahalarıyla belli etti.
"Dr. Stockmann", oyunun ana karakteri ancak ağabeyi kadar sözü dinlenmediği için Peter
Stockmann’ın aksine heyecanını ve öfkesini daha sınırlı belli edebilen, etki
gücü abisine göre daha az bir karakter. Stefan Stern, karakterinin heyecanını,
inancını yaşamış. Özellikle söylev sahnesinde bu heyecanı en üst seviyede
yansıtıyordu. Bunun dışındaki sahnelerde ise sade ama tekdüzeliğe düşmeyen bir
performans sergiledi.
“Bir Halk Düşmanı” festivalde “iyi ki gördüm”
dediğim oyunlardan oldu. Algımı genişletti. Repertuarlarındaki yine Henrik
Ibsen’e ait “Hedda Gabler”’i, Fassbinder’in filmleri “Maria Braun’un Düğünü” ve
“Fear Eats The Soul”’(Korku Ruhu Yer)'dan hareketle “Fear Eats Germany”’yi
(Korku Almanya’yı Yer) ve Visconti’nin “Venedik’te Ölüm”ünün nasıl
yorumlandığını ayrıca merak ettim. Yeni sezonlarında “Leonce ile Lena” ve “3.
Richard” da dâhil olmak üzere on oyun sahneleyecekler. Berlin’de yeni oyunlarını
izlemeyi isterim.
Görseller,
İKSV Festival sayfasından ve Festival’in Facebook sayfasında paylaşılan Ali
Güler’e ait fotoğraflardan alınmıştır.
30
Mayıs
“FÜ”
İKİNCİKAT
Yazan
Murat Mahmutyazıcıoğlu
Yöneten
Sami Berat Marçalı
Oyuncular
Deniz Türkali, Serra Yılmaz, Canan Atalay, Aziz
Caner İnan
Reji Asistanları
Melis Öz, Merve Kayaalp, Semih Varol
Sahne Tasarım
Murat Mahmutyazıcıoğlu
Işık Tasarım
Doğu Akal
Sahne Müziği
Ozan Tekin
Afiş Tasarım
Gizem Bentürk, Ahmet Alp Babür
Festivalin yerli yapımları arasında en beğendiğim
oyunlardan biri oldu “Fü”. Öncelikle dört tane her biri birbirinden farklı bir
hikâyesi olan karakteri yaratıp, son derece gerçekçi bir anlatımla işlediği
için metnin yazarı Murat Mahmutyazıcıoğlu’nu tebrik ediyorum!
“Fü” (Füreyya) ve “Mü” (Münevver) birbirinden
farklı, yaşları büyük ancak “yaşlı olmayan” iki kız kardeştir. Metnin odak
noktası Fü üzerine kurulu. Diğer karakterlerin yaşantılarına Fü’nünki
kadar dâhil olmasak da çok da yabancı kalmıyoruz. “Fü”, toplumda sık
rastlayabileceğimiz bir karakter değil. Çılgın, duygusal, şakacı, geçinilmesi
çok kolay olmayan bir kadın. Kardeşi “Mü” ise onun aksine ayakları yere basan,
mantığıyla hareket eden bir karakter. Oyun boyunca ara ara telefonda konuştuğu
ve sesini dahi duymadığımız oğluyla ilişkileri çok iyi değil. Metinde, aile içi
ilişkilerin de üzerinde duruluyor. Abla-kardeş, anne-oğul, anne-kız… Hikâyeye,
Mü’nün Fü’ye bakması için tuttuğu tiyatro sevdalısı yardımcı Sibel ve onun
bıçkın sevgilisi Erkan da katılır. Erkan, bu tiyatro işini çok tutmaz ancak
Sibel, Erkan’ı sevmekle birlikte, kafasına koyduğundan kolay vazgeçmeyecektir.
Bu hikâye temelinde, geçmiş yılların küçük bir panoramasına da tanık oluruz.
70’li yılların devrimci gençliği, 1 Mayıs 1977, Süreyya Plajı, eski zamanlarda
tiyatro yapmak isteyen kişilere bakış. (Kadınlar fahişe, erkekler ibne “olurmuş”)
Bir Bostancılı olarak oyunun Suadiye’de geçmesi, kendimi oyuna ayrıca yakın
hissettirdi. Ancak pek çok kişinin oyuna yakınlık duyduğunu ve duyacağını
biliyorum. Çünkü oyunun içine serpiştirilen yukarıda örneklediğim ve diğer
öğeler, pek çok seyirciyi bu ortak hikâyede buluşturmayı başarıyor. Bu başarıda
Sami Berat Marçalı’nın da payı büyük. Her sahne dikkatle işlenmiş ve metnin
içinde zaten hâkim olan duygu yoğunluğu abartma tuzağına düşülmeden, komediyle
dengelenerek abartısız ve etkileyici bir rejiyle sunulmuş. Sahneler arasındaki
müzikler ise oyuna uygun düşmüş.
Oyunun başarıya ulaşmasındaki son ve en önemli unsur
ise ders niteliğinde oyunculuklar. Seyirciyi, hikâyenin hüznüyle duygulandırıp,
komedi unsurlarının ağır bastığı sahnelerde kahkaha attırırken, büyük bir seyir
zevki yaşatıyorlar. 2010 yılındaki 17.
İstanbul Tiyatro Festivali’nde Sedef Ecer’in “Sur Le Seuil”(Eşikte) okuma
tiyatrosunda izlediğim, okumalarına katıldığım ve başta Ferzan Özpetek olmak
üzere pek çok önemli yönetmenin filmlerinde izlediğimiz Serra Yılmaz’la
birlikte yine filmleriyle tanıdığım, daha sonra İkincikat’ın oyunu
“Limonata” ve Dot’un “Altın
Ejderha”sında tiyatro sahnesinde izlediğim Deniz Türkali’yi sahnede bir arada
görmek büyük keyif ve çok güzel bir tiyatro olayı. Bugüne kadar gözlemlediğim
kadarıyla seyirciler de bu buluşmaları seviyorlar. Deniz Türkali “Fü”yü derinlemesine incelemiş.
Belirttiğim gibi, toplumda fazla rastlanmayan bir karakter olduğu için, belki
başka bir oyunculuk tarzıyla seyirciye de yabancı gelebilirdi ancak Türkali
seyircinin ilgisini çekmeyi çok iyi başarıyor. Fü’nün çılgınlığını, heyacanını,
kırılganlığını, kısacası tüm duygularını, vücudunu kullanışıyla ve sesi ve
mimikleriyle bizlere sunuyor. Mü’nün duygusal dünyası Fü kadar değişken değil
ancak onun da duygusal sıkıntıları var. Oğluyla anlaşmazlığı gibi. Serra
Yılmaz, Mü’nün bu sıkıntısını gayet inandırıcı bir oyunculukla yansıtıyor.
Ayakları yere basan, Fü’ye göre daha az bir heyecan duyarak ya da aynı heyecanı
belli etmektense, daha çok içinde hissederek… Bu birbirine bağlı ama farklı iki
karakterin birbirinden farklı oyunculuk tarzlarıyla sahnelenmesi çok önemli.
Biri bedeni kadar ruhunu da ortaya koyarken, diğeri ruh dünyasını bedeniyle
yansıtıyor. Deniz Türkali ile Serra Yılmaz’ın bu ayrımın bilinciyle
karakterleri bize sunmaları, oyunun başarısını arttırmış.
Türkali ve
Yılmaz’ın yanında, Fü’nün yardımcısı Sibel rolünde Canan Atalay ve Sibel’in
sevgilisi Erkan rolünde Aziz Caner İnan da çok başarılı performanslar
sunuyorlar. Canan Atalay, konservatuvara girmek isteyen, azimli Sibel’i çok iyi
anlamış. Fü’nün evinde onları dinlerken ya da Erkan’la birlikteyken, farklı ruh
hallerini başarıyla vermiş. Enerjik ve tekdüzeliğe düşmeyen bir performans
sergiliyor. Erkan rolünde Aziz Caner İnan da rolüne uygun olarak, vücuduyla ve
sesiyle “Bıçkın Erhan”ı bizlere yaşatıyor. Son derece inandırıcıydı. Özellikle
kolunu titretme ve parktaki nara atma sahnelerinde seyirciler de beğenilerini
kahkahalarıyla belli ettiler.
Dekor, iki koltuk, bir masa, komodin,
hastane odasında bir yatak ve bir banktan oluşuyordu.
Sahne değişimlerinde de yerleri değişmedi. Her biri sahnenin ayrı mekânında
oynandı. Hastane kısmındaki pencereler ise çok hoş bir espri olmuş.
Oyunda hüznün yanında pek çok nükteli bölüm de
vardı. Murat Mahmutyazıcıoğlu, bu oyunda, bir tek duygu üstünde yoğunlaşmaktansa
pek çok ruh durumunu işlemiş. Öykünün içinde tiyatrodan da bahsedilmesini
anlamlı buldum. Bu çokyönlülük oyunu başarıya götürüyor. Yeni sezonda tekrar
izlemeyi düşünüyorum. Sizlere de tavsiye ederim. İkincikat’ta oynamaya devam
edecek. Bize böyle kaliteli yapımlar sundukları için İkincikat’a bir kez daha büyük alkış!
Görseller: Ali Güler
4
Haziran
“GERGEDANLAŞMA
2.014”
STUDIO
OYUNCULARI
Yazan ve Yöneten
Şahika Tekand
Dekor ve Kostüm Tasarımı
Esat Tekand
Işık Tasarımı
Şahika Tekand
Yönetmen Asistanları
Ayşegül Cengiz Akman, Ayşe Draz, Verda Habif,
Nagihan Gürkan, Selen Kartay, Nesli Kayalı, Arda Kurşunoğlu, Nilgün Kurtar,
Mehmet Okuroğlu, Tulu Ülgen
Oyuncular
(alfabetik sırayla) Serkan Abeş, Burcu Afşin, Ayşegül Cengiz Akman,
Huriye Aliefendioğlu, Alp Alpergün, Ayşegül Altan, Zeynep Altop, Seda Arık,
Onur Berk Arslanoğlu, Cansın Asarlı, Nazlı Atayman, Melis Avçil, Barış Bahçeci,
Bengü Bektaş, Cem Bender, Demet Bendik, Gizem Bilgen, Jankat Bozkurt, Gamze
Dirlik, Umut Doğanay, Ayşe Draz, Seda Fettahoğlu, Giray Girişken, Mehmet Günal,
Nagihan Gürkan, Verda Habif, Ayhan Hülagu, Deniz Karaoğlu, Selen Kartay, Nesli
Kayalı, Ebru Kaynak, Atagün Mert Kejanlıoğlu, Oğulcan Kızgınkaya, Nazlı Deniz
Korkmaz, Arda Kurşunoğlu, Nilgün Kurtar, Cengiz Macun, Nihat Maça, Mehmet
Okuroğlu, İlksen Gözde Olgun, Yalın Önal, Demet Özbay, Özgür Özcan, Sarper
Özcan, Serpil Özcan, Melike Özkarakahya, Nazlı Özkartal, Özgür Özkurt, Can
Özmen, Ahmet Sarıcan, Şinasi Sırkıntı, Ebru E. Süren, Gül Şener, Pınar Tamer,
Cem Taylan, Şahika Tekand, Kısmet Tekinbaş, Hakan Turutoğlu, Ilgıt Uçum, Arda
Uğurlu, Tulu Ülgen, Lale Yekeler, Nihan Yığın, Duru Yücel, Yasemin Yüksel,
Nedim Zakuto
Şahika Tekand’ın Eugène
Ionesco’nun “Gergedanlar” oyunundan hareketle uyarlayıp yönettiği
“Gergedanlaşma” 1995/96 sezonunda ilk defa sahnelenmiş ve o sene
gerçekleştirilen “8. İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali”nde de yer almış.
Studio Oyuncuları’nın 25. Yıldönümleri vesilesiyle “Gergedanlaşma 2.014” adıyla
tekrar ele alınmış.
Edebiyata dayalı,
psikolojik ya da gerçekçi oyunların yanında, bu alanlarla hiç ilgisi olmayan
uyumsuz tiyatro benim çok ilgi duyduğum bir alan. Trajediyle komedinin içiçe
geçtiği, bir anlam ya da açık bir ileti vermekten uzak bu oyunları okumak ya da
izlemek bana büyük zevk veriyor. Alışılmışın dışındaki sahneleme yöntemleri
aynı zamanda ufkumu açıyor. Bu açıdan Studio Oyuncuları’nın önemi çok büyük.
Önceki festivalde sahneledikleri Samuel Beckett’in “Oyun”u da kum küpleri
içinde geçiyordu.
Görsel Kaynak: http://www.milliyetsanat.com/yazar-detay/asu-maro/istanbul-tiyatro-festivali-nde-neler-gorelim-/3960
“Gergedanlaşma” da
“oyun” ve “oynamak” kavramları üstüne kurulu. Oyuncular /adaylar koro olarak
addedilebileceği belirtilen büyük bir topluluğun önünde performanslarını/ oyunlarını
sunarlar. Bu oyunlar, seksek, yay mekanizması yardımıyla zıplama, koşma,
silindir üstünde yürüme, köşe kapmaca, dengede durma ve tekerlek oyunlarıdır.
Oyuncular oyunlarını sunarken aynı zamanda oynadıkları oyunu uyumsuz tiyatroya özgü
tekrarlarla anlatırlar. Hem bedenleriyle
hem sesleriyle oldukça enerjiktirler. Yedi aday/ gerçekte yedi oyuncu uzun süre
koşarak ya da zıplayarak ve aynı zamanda seslerini aynı etki gücünde ve yüksek
tonda koruyarak aktif performanslar gösterirler. Her birinin oyunundaki
iletilerin gönderme yaptığı çeşitli durum ve kavramlar vardır. Yayla zıplama
oyunundaki “Kaygan zeminde yürüyebilenler, her devre uyum sağlarlar” repliği,
dengede durma oyununda “düşme”nin kötü ve üzücü bir durum olduğunun pek çok deyimle
ifade edilmesi(attan düşmek, derde düşmek, ocağına düşmek, güçsüz düşmek, vb.
gibi), demokrasi ve uyumsuz olma durumu örnek olarak verilebilir.
Performanslarından sonra jüri/koro ya da büyük çoğunluk/toplum olarak adlandırılabilecek
bir topluluk onları değerlendirir. “Yeterli” ya da “yetersiz” bulur. Yeterli
bulunan oyuncular gergedan boynuzunu kazanırlar. Karar mercii görevi gören bu
topluluktaki oyuncular ( sayabildiğim kadarıyla 48 oyuncu vardı) zamanlama
(timing) konusunda kusursuzdular. “Oyun”daki rejisiyle de hatırlayabileceğiniz
gibi Şahika Tekand, oyunun yapısına uygun olarak oyuncularını zaman konusunda
en ufak bir hataya imkân vermeyecek şekilde yönetmiş. Zamanlama ve performans kavramları, yarattığı
sistem içinde düzenli bir şekilde işliyor. Bu özelliklerle beraber, kafamda
sahnelemeye ve uyumsuz tiyatroya dair sorular oluşturduğu için, yeni bir algı
kattığı için bu oyunu çok önemli buldum ve beğendim. Ayrıca oyun çıkışında
seyircilerin konuşmalarından onların da beğendiklerine ve etkilendiklerine
şahit oldum. Tüm koltukların doluluğu bir yana, kısmen merdivenlerin de dolu
olduğunu ekleyeyim. 1 Temmuz’da Enka Açıkhava Tiyatrosu’nda olacaklar.
Fotoğraf: Ali Güler
Ve bir sonraki tiyatro
festivaline sabırsızca !
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder