SİTEYE DAİR

Öncelikle hoşgeldiniz... Bloğumu 2012 martında heyecanla açtığımda, izlediğim oyunların bende yarattığı etkiyi ve birikimim yettiğince bu oyunları yorumlamayı ve paylaşmayı amaçlamıştım. Sanatın pek çok alanıyla ilgili olmama rağmen tiyatro ile akademik anlamda bir bağım yoktu, çevirmen olduğum için "Tiyatro Çevirmenliği" çok ilgimi çeken bir alandı. Kendimi geliştirebilmek adına pek çok oyun izledim, okudum, araştırdım, düşündüm. Halen devam eden ve edecek olan bu süreç, tiyatroya olan sevgimin dışında ayrı bir bilinç ve birikim kazandırdı. Bundan sonra oyunlarla ilgili yazılar dışında, tiyatroyla ilgili farklı paylaşımlar da yapmak niyetindeyim, çünkü sanat insanın ruhunu zenginleştirir. Bu zenginliği her zaman paylaşmak dileğiyle, Onur.

21 Nisan 2012 Cumartesi

SANATÇIDAN DAHA FAZLASI, “MİCHELANGELO”’NUN BİR BİREY OLARAK PORTRESİ


SANATÇIDAN DAHA FAZLASI, “MİCHELANGELO”’NUN BİR BİREY OLARAK PORTRESİ
             
                        “Sanat, soylu insanlara özgü bir haz değildir…”       


                             


Yazan: Irmak Bahçeci
Yöneten: Saydam Yeniay
Dekor Tasarımı: Behlüldane Tor
Giysi Tasarımı: Medine Yavuz
Işık Tasarımı: Ayhan Güldağları
Müzik: Çağrı Beklen
Koreografi: Cihan Yöntem
Dramaturg: Sündüz Haşar
Yardımcı Yönetmen: Atilla Şendil
Asistan: Senem Cevher

Oyuncular:
Michelangelo: Atilla Şendil
Brimante: Mahmut Gökgöz
Ghirlandio: Cemal Ünlü
Gözcü: Ozan Uçar
Soderini: Tevfik Tarhal
Timoteo: Kemal Topal
Julius, Leonardo: Nurettin Özşuca
Guido: Çetin Demir
Luigi: Onur Serimer
Rosinha: İpek Gülbir
Silvia: Tuğba Karabey
Raphael: Arda Baykal
Kardinal: Utku Çorbacı
Delfi Bilicisi: Merve İleri
Lidya Bilicisi: Merve Bağdatlı
Yardımcı: Gökay Müftüoğlu
Delikanlılar: Arda Tunaseli, Çetin Demir, Samed Silme, Mehmet Konu
Genç Michelangelo: Halil İbrahim Irklı

Bugün seyrettiğim oyun beni fazlasıyla heyecanlandıran ve yeni kapılar açan bir bilgilendirme/ düşünme / yorumlama dersi niteliği taşıyordu. Kişisel olarak, Rönesans sanatı ve Michelangelo Buanarotti’nin eserleri ilgi alanıma fazlasıyla giriyor ve elbette bir sanatçının yaşamını incelerken onu hayatıyla ele almak gerektiğini düşünürdüm. Fakat bu ele almayı daha çok sanatçının fikirleri ya da bağlı olduğu akım üzerinden kurgular, onun yaşayış biçimini derinlemesine ele almazdım. Ne var ki, “Michelangelo” oyunu bana bu anlamda takip ettiğim sanatçıları bir “birey” olarak ele almaya yöneltmesi açısından önemli bir görev taşıyor.

Öncelikle söylemeliyim ki, bu oyun Saydam Yeniay’ın da kitapçıkta bahsettiği gibi kesinlikle bir belgesel değil. Usta bir sanatçının, sanatçılığının ötesinde bir  “birey” olarak ele alınışı. Her ne kadar Michelangelo ekseninde Rönesans dönemi toplumuna şöyle bir göz atabiliyorsak da, oyun toplumsal çizgilerden çok, birey(sanatçı) ve toplum ilişkisini inceliyor. Toplumu Michelangelo (ya da dostlarının ona seslendiği gibi) Michel’in gözünden görüyoruz. Oyunda onun yakın çevresindeki insanlarla, arkadaşları ve yardımcılarıyla olan ilişkilerine tanık oluyoruz, onunla beraber sinirleniyor, onunla beraber üzülüyoruz. Michelangelo’nun mesleki tutkularını, sanata ve insana dair düşüncelerini (özellikle üstünde durulan özür dileme kısmı ile ilgili) görüyor ve onun çağı için ne kadar önemli bir “devrimci” olduğuna şahit oluyoruz.

Sanat ve bilim özgürlükle her zaman iç içedir, iç içe olmak zorundadır, çünkü ikisi de, aydınlatıcı, zihin açıcı ve yol göstericidir. İkisini de kısıtlayamayız, eğer engellersek toplumumuzun aydınlık yarınlarını da karanlığa mahkûm etmiş oluruz. Bu yüzdendir ki, sanatın başkaldırıcı ve değiştirici gücü olabilmelidir. Her ne kadar sanatçının bu devrimci yanı çağdaşları tarafından küçümsense bile çağlar sonra hak ettiği değeri fazlasıyla fark ediliyor, tıpkı Michelangelo’ya yaşadığı çağda “deli” gözüyle bakılması gibi. Elbette bu bakış açısı, meslektaşları için bir rahatlama sebebi olabilir ama sanatla ilgili olmayan insanların da (yardımcısı ve bekçi gibi) Michelangelo’yu deli olarak addetiği aşikâr.

Delilikle dâhilik arasında çok ince bir çizgi olduğu söylenir hep, peki biz Michelangelo’ya deli diyebilir miyiz? Çevresindekileri harekete geçmeye cesaretlendiren, kimseyi kendinden küçük görmeyen bir dahi fakat uzlaşmaya varamayınca vahşileşen ve çevresindekileri korkutan bir “deli”… İnsanoğlunun yirmi dört saat içinde kırk sekiz ruh yapısına sahip olduğu düşünülürse, Michelangelo da bu iki uç arasında gelip gidiyordu. Tabi, onun mücadeleci yanı kiliseyi rahatsız ettiği için Michelangelo “deli” sıfatından kurtulamayan bir “yalnız”dı… Onu yalnızlaştıran ise dâhilik düzeyindeki yeteneği ve uzlaşmazlık konusundaki takıntılı deliliğiydi.

Bana tüm bunları düşündürdüğü için öncelikle oyunun yazarı Irmak Bahçeci’yi tebrik etmem gerekiyor. Böylesine başarılı ve düşündürücü bir metin kaleme aldığı için.  Aynı şekilde oyunun yönetmenliği için “Baştan Çıkarma” ve “Aşkın Sıradanlığı” oyunlarından tanıdığım Saydam Yeniay’ın başarılı rejisi ve Sündüz Haşar’ın başarılı dramaturgisi için… Oyunda seyirciye hem düşünme payı bırakılmıştı hem de bu pay asla sıkıcı boşluklara dönüşmüyordu. Her sahne duygu ve düşünceyi abartıdan kaçınan bir sadelikle veriyordu. Aralarda Michelangelo’nun eserlerinin slaytla gösterilmesi ise seyircinin yorumlamasına yardımcı olabilecek kaynaklardan…  Sahne düzeniyse pek çok oyundaki başarılı dekorlarından tanıdığım Behlüldane Tör’e ait… Çağrı Beklen’in müziklerinin ise oyuna ayrı bir renk kattığı düşüncesindeyim… Tabi bir görsel şölen olan kıyafetlerin Medine Yavuz Almaç’ın tasarımıyla, Yusuf Çalışkan ve Melek Şafak’ın elinden çıktığını belirtmeliyim… Ama daha önemli bir görsel şölen ise hemen önümüzde tüm varlığını rolüne veren ama bunu büyük bir sadelikle yapan oyuncu Atilla Şendil’in ders niteliğindeki oyunculuğu. Elbette bu rolü başka bir oyuncumuz da oynayabilirdi, ne var ki bir rolü benliğine bu kadar oturtabilir miydi bilemiyorum… Oyunculukta aradığım en önemli özellik sadeliktir ve çok mutluyum ki bu kadar başarılı bir metin ve reji hiç abartıya yer verilmeden “yaşandığı gibi oynanmış.” Diğer oyunculuklar da öyle… “King Kong’un Kızları” ve “Ne Dersin Azizim”’de izlediğim usta oyuncu Mahmut Gökgöz başta olmak üzere yeni tanıdığım ama yeni oyunlarda da seyretmek istediğim pek çok genç oyuncu tanıma fırsatını da elde ettim, bu da bu oyunun çok önemli artılarından…

   Son olarak bir teşekkürüm de Devlet Tiyatroları’na… Bu oyunu Marc Rothko’nun yaşamını irdeleyen “Kırmızı” adlı oyunun bir devamı gibi gördüm (Arada “resmi” bir bağ olmamasına rağmen). Dilerim sanat ve umutla kapamakta olduğumuz bu sezon, ekimde açılacak yeni sezonda da çeşitli ressamların ve sanatçıların hikâyeleri ile devam eder, eder ki biz de “mücadeleci olma” yolunda kendimizi geliştirebiliriz…

                                              


                                         

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder